Gül bahçesinin içindeki Apak Hoca Türbesi |
Şoförün adı Ahmet. İkide bir telefonu çalan
yirmili yaşlarda bir genç. İngilizce tek kelime bile bilmediği için Uygurca'yla
olan yakınlığımın hiç de sandığım kadar iç açıcı olmadığını kanıtlıyor bana.
Çarşıda ya da sokaklarda belli bir takım kelimelerden oluşan diyaloglarım
arabanın içinde bana pek bir yarar sağlamıyor. Daha da ilginci, o âna kadar
içimde kıpraşan “Ben bu insanların dilini az çok anlıyorum.” iyimserliğinin
yerini, daha gerçekçi bir tanı alıyor. Hayır, ben onların dilini konuştuğum
için değil, onlar hem kendi dillerine hem de Türkiye Türkçesi’ne aşina
oldukları için anlayabiliyorlar beni. Arabanın radyosunda –önce teyp sanmıştım
ama araya giren reklamları fark edince radyo olduğunu anladım- arada Türkçe
şarkılar çalıyor mesela. “Esmerim”i söylüyor yanık sesli bir türkücü. Ahmet,
Türkçe parçalar çıkınca sesi yükseltiyor. Kaşgar sokaklarında dolanırken
kulaklarımda “Esmer bugün ağlamış / Ciğerimi dağlamış…” sözleri yankılanıyor.
Daha sonra Tarkan’ın meşhur “Şıkıdım”ı çalıyor. Bir ara da kimin söylediğini
bilmediğim “Sevgilim, senin için haram bu sevda…” gibisinden klişe sözler
geliyor kulaklarıma. Uygurluların Türkiye Türkçesine aşina olmalarının tek
nedeni müzik değil. İki gün sonra gideceğim eski Kaşgar’da, girdiğim bir
çömlekçi dükkânındaki satıcı kız benim İstanbul’dan geldiğimi öğrenince hemen
“Sultan Süleyman”, “Hürrem Sultan” gibi adları sıralıyor büyük bir heyecanla.
Demek ki izliyorlar Türkiye’de yayımlanan dizileri. Televizyondan izlemeseler
bile internetten takip ediyorlardır. Biz Türkiyeliler, Uygur Türkleri’ne pek
uzak olsak da onlar bize yakınlar. Bu yakınlığın bugünlerde pop kültüre
indirgenmiş olması ise biraz da Türkiye’nin kültür elçilerinin görevlerini iyi
yapamıyor oluşlarının neticesidir.
Türbeye giriş kapısı |
Apak[1]
Hoca’nın türbesine varmamız çok uzun sürmüyor. Şehir merkezinin beş kilometre
kadar kuzeydoğusunda, sessiz sakin bir köşede türbe. Ahmet arabayı büyük bir
ağacın gölgesine park ediyor ve kontağı kapatır kapatmaz koltuğunu yatırıp uyku
pozisyonuna geçiyor. Yarım saatte gezer çıkarım diyorum ve içeriye geçiyorum.
Bilet 30 RMB. Mavi çinilerle süslenmiş, yüksek ve kemerli bir kapıdan girmeden
önce metal tarayıcının içinden geçiyorum. Kemerli kapının iki yanında simgesel
denilebilecek kadar küçük minareler eklenmiş. Bahçe serin ve sessiz. Yine kavak
ağaçları var sağlı sollu. Arkalarda başka ağaçlar, elmaya benziyorlar ama
meyveleri olmadığı için çıkaramıyorum. Bazılarında gördüğüm meyveler, erik
olmadıklarına emin olduktan sonra, bana Çin hurması da denilen hünnapları
(jujube) hatırlatıyor. Burası; içinde caminin, türbenin ve bahçelerin olduğu geniş
bir külliyeye benziyor daha çok. Kavaklı yolun sonunda adının Cuma olduğunu
öğrendiğim bir cami karşılıyor beni. Girişteki bilgiye göre 1873 yılında inşa
edilmiş olan bu cami cuma günleri dolup taşıyormuş. Yerdeki halılar da, kolonlar
da kırmızı. Klasik İslami mimari kadar Çin (ya da ondan etkilenmiş olan Uygur)
mimarisinin özelliklerini de taşıyor bu cami. Caminin içine girmiyorum.
Geldiğim yoldan geriye dönüp, türbenin olduğu kısma geçiyorum. Türbe geniş bir
gül bahçesinin içinde, çölde karşıma çıkan yemyeşil bir vaha gibi bakıyor bana. Çinilerin[2] hemen hepsi yeşil, arada mavi olanlar da var ama mavi soluk
kaçtığı için kolay kolay seçilmiyor. Yeşil çiniler el büyüklüğünde ve desensiz. Mavi
olanlar İznik çinilerini anımsatan geometrik şekillerle süslenmişler. Öğlen
vaktinin kızgın güneşinin altında kırık ayna parçaları gibi göz kırpıyorlar
bakanlara. Kare şeklindeki büyük yapının köşelerinde birer minare var. Görünen
o ki bu kubbeli yapı 1640 yılında inşa edilen yapının ta kendisi ve çinileri de
orijinal. Kubbeli yapının içine giriyorum, sadece Apak Hoca’nın ve yeğeni Güzel
Kokulu Cariye’nin türbeleri değil, devrin büyüklerinin ve sonradan vefat etmiş
önemli isimlerin türbeleri de var. Örneğin bazı isimlerin sonundaki “Paşa”
unvanı dikkatimi çekiyor. Demek orduda görev almış bazı yüksek rütbeli
askerlerin mezarı da buraya konmuş. Ben içerideyken Çinli turistler giriyorlar
içeriye. Maalesef bağıra bağıra konuşuyorlar. Mezarların yanındayken sessiz
olunması konusunda uyaran bir tabela var ama kimse takmıyor. Çocuklar
koşuşturuyor, yüksek kubbenin altında pat pat ayak sesleri yankılanarak çoğalıyor.
Rahatsızlık duysam da sesimi çıkarmıyorum.
İçerinin mimarisine ve mezarlara odaklanıyorum bir süre. Aklıma ara ara dönemin imparatoruna gönderilen, güzelliği dillere destan olmuş İparhan geliyor. Onun mezarı kubbeli yapının içinde değil, dışarıda. Nedenini merak ediyorum ama soracak kimse olmadığı için kalıyor. Apak Hoca ve Pekin’deki Yasak Kent’e imparatorun cariyesi olarak gönderilen yeğeni (Wikipedia torunu diyor!) hakkında daha fazla bilgi internetten ve başka kaynaklardan edinilebilir. Ben hikâyeyi ilk defa Emre Demir’in “Göğün Altında Bir Dünya: Çin’de Beş Yıl, On Kent” adlı kitabında okumuştum. Dileyenler kitaba başvurabilir. Hikâyenin Çinli versiyonuyla Uygur versiyonu arasında ciddi farklar var. Ayrıca, ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu bilmek de olanaksız. Hemen hemen tüm tarihi figürlerde olduğu gibi.
İçerinin mimarisine ve mezarlara odaklanıyorum bir süre. Aklıma ara ara dönemin imparatoruna gönderilen, güzelliği dillere destan olmuş İparhan geliyor. Onun mezarı kubbeli yapının içinde değil, dışarıda. Nedenini merak ediyorum ama soracak kimse olmadığı için kalıyor. Apak Hoca ve Pekin’deki Yasak Kent’e imparatorun cariyesi olarak gönderilen yeğeni (Wikipedia torunu diyor!) hakkında daha fazla bilgi internetten ve başka kaynaklardan edinilebilir. Ben hikâyeyi ilk defa Emre Demir’in “Göğün Altında Bir Dünya: Çin’de Beş Yıl, On Kent” adlı kitabında okumuştum. Dileyenler kitaba başvurabilir. Hikâyenin Çinli versiyonuyla Uygur versiyonu arasında ciddi farklar var. Ayrıca, ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu bilmek de olanaksız. Hemen hemen tüm tarihi figürlerde olduğu gibi.
Kavaklı Yol |
Cuma Camisi |
Türbeden çıkıp etrafındaki gül bahçesini
dolanıyorum. Fotoğraf çekiyorum bol bol. Çin sınırları içinde gördüğüm kubbeli
ve eski olan ilk tarihi yapı bu. Duvar kenarına yazılmış tarihi bilgileri
okuyorum ve türbenin bahçesinden çıkıyorum. Ağaçların gölgelerinde ağır
adımlarla yürüyüp dışarıya, Ahmet’i aramaya gidiyorum. Beni görünce söndürüyor
sigarasını, tek kelime etmeden çalıştırıyor arabayı. Bir sonraki hedefimiz
Yusuf Has Hacip’in türbesi. O da şehrin merkezine pek uzak değil. Kaşgar’ın
sokaklarında, belki de hayatımda ilk ve son defa arabayla gezinirken, sessizce
izliyorum insanları. Ahmet konuşmama konusundaki inadını bozuyor bir ara, “Gözal
mı?” diyor. Sorusunu anlamakta zorlanıyorum ilkin ama çabucak düşüyor jetonum. “Evet,
çok güzeldi.” diyorum.
[1] Uygurca’daki p harfi, tıpkı
Osmanlıca’da olduğu gibi Farsça’dan ödünç alınmış. İşin tuhafı, Apak’ın Farsça
yazılımında p harfi değil de f harfi var. Yani İranlılar Apak Hoca değil de
Afak Hoca diyorlar. Hoca zaten Farsça bir kelime.
[2] Çini kelimesi Türkçe'ye Farsça'dan geçmiş ve anlamı "Çin işi" demekmiş. (Kaynak: Nişanyan Etimoloji Sözlüğü)
[2] Çini kelimesi Türkçe'ye Farsça'dan geçmiş ve anlamı "Çin işi" demekmiş. (Kaynak: Nişanyan Etimoloji Sözlüğü)