Kitap yayımlamak, kitap yazmaya göre çok daha çetrefilli ve stresli bir iş. Yayıneviyle sürekli bir iletişim halinde olmak gerekiyor, aynı metni miden bulanana kadar defalarca okumak gerekiyor, her seferinde düzeltecek yeni şeyler çıktığı için bir süre sonra kendinden utanıp "yeter artık" demen gerekiyor... Bir de senin elinde olmayan yüzlerce başka detay var. Bu yüzden bu kış pek yazamadım. Nihayet süreç bitti. Hiçbir kitabı yayımlanmamış bir yazar gibi yazmaya başlayabilirim tekrar. Bu sabah oturdum aşağıdaki düşünce kırıntılarını yazdım. Yarından itibaren Tokcay'ın Ölümü öyküsüne devam edeceğim. Mazeretim de kalmadı artık. Uygun adım marş, ileri...
Bu arada Kitapyurdu'nun sayfasında şimdiye kadar yazmış olduğum kitapların hepsi bir arada görülebiliyor. Ağbağı şurada bulunsun. Lazım olunca kopyelerim:
http://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-riza-arican/40596.html
BİRKAÇ AFORİZMAYLA ŞEYTANIN BACAĞINI KIRMA GİRİŞİMİ
Bu arada Kitapyurdu'nun sayfasında şimdiye kadar yazmış olduğum kitapların hepsi bir arada görülebiliyor. Ağbağı şurada bulunsun. Lazım olunca kopyelerim:
http://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-riza-arican/40596.html
BİRKAÇ AFORİZMAYLA ŞEYTANIN BACAĞINI KIRMA GİRİŞİMİ
2016121701: İstemediği bir hayatı yaşamaya zorlanan insanın
ahlaklı olması mümkün değildir. Çünkü mutsuzdur, mutsuz olduğu için hiçbir şeyi
beğenmeme hakkını bulur kendisinde. Eleştiri değildir yaptığı, salt nefrettir.
Kendisi kronik mutsuz olduğu için mutlu olan her şeyi kıskanır; tıkırında
işleyen sistemleri, yolunda giden evlilikleri, neşeyle ve sorumlulukla gelişen
ebeveyn-çocuk ilişkilerini ve hatta düzenli işleyen makineleri bile. Mağrur ve
kibirli olur ama bunu fark edemediği için bilgiçlik maskesinin arkasına
sığınır. Mutsuzluğunu da bilgiçliğine verir, korelasyondan neden-sonuç ilişkisi
çıkaran yeni yetme bir analist gibi hak etmediği bir öz-beğeninin içinde
debelenmeye devam eder. Ömür bu şekilde geçerken, bir baltaya sap olamamanın,
oturduğu yerden kıçını kaldırıp bir işe girişememenin sıkıntısını ölene kadar
çeker. Mutsuz yaşar, mutsuz ölür.
2016121702: Kült hale gelinmeden, yayınevleri tarafından
pohpohlanmadan, sistematik bir reklam çalışmasının parçası olmadan hiçbir yazar
sıradan okurun perspektifine girmiyor artık. Söyleşiler düzenleyeceksin; imza
günleri, okurla buluşmalar, konferanslar… Hatta imkânın varsa yaratıcı yazarlık
atölyeleri, kitap dinletileri, sesli-görüntülü röportajlar. Çünkü okur,
edebiyatı edebiyat olduğu için okumuyor artık, yanında başka bir şeyler
istiyor. Yazarın sevecenliği, güzelliği, yakınlığı, konuşma yeteneği, çevresi,
yazarlık dışında yaptığı işi… Oysa hiçbiri gerekli olmamalı bir kitabı
beğenmemiz ve yazarını takdir etmemiz için. Öyle ya, ben konuşmayı ve insanlarla
bir araya gelmeyi sevseydim yazar değil konuşmacı ya da siyasetçi olurdum.
Yazarım ben, kâğıda anlatırım derdimi. O kâğıdı okumak isteyen de alır
mesajımı. Neden bir de ayrıyeten uğraşmak zorunda bırakılıyorum yazarlık dışı
eylemlere, milletin gözünün içine soka soka yapıtımın reklamını yapmaya? Yeni
çıkan bir kitabın makûl düzeyde tanıtımının yapılmasını, eleştirisinin edebiyat
dergilerinde yayınlanmasını anlayabilirim ama gerisi bana göre kitabın değerini
düşürmek, yazarı yazar kimliğinden uzaklaştırıp başka mercilerde değerlenmesini
sağlamaktır. Söyleyeceklerimi o kitapta yazdım sayın okurum, daha fazlası da
var evet, o da bir sonraki kitapta olacak. Kitabın konusu, üslubu, savunduğu
fikirler ilgini çekiyorsa alırsın ve okursun. Yazarın kim olduğu sorulması
gereken son sorudur. Bazen düşünüyorum, tüm yazarlar takma adla çıkarsalar
kitaplarını nasıl olur diye. Yani, kendi adınla kitap yazman yasaklansa ve aynı
adla birden fazla kitap çıkarman da. Örneğin X yazarının ilk kitabını beğenip,
aynı yazarın Y mahlasıyla çıkardığı ikinci kitabını beğenmeme olasılığımız
artar mı acaba? Yoksa “Ne yazsa okurum!” düşüncesi edebiyatın inkâr edilemez
dinamolarından birisi midir?
2016121703: Aslı Erdoğan’ın iki kitabını okudum. İkisini de
beğenmedim. Liseli bir kızın, defterinin arkasına yazdığı küskün notlardan
farksız yazdıkları. Yaratıcı imgeler yok mu? Var tabii ki ama yazarlık sadece
imge avcılığı değildir ki! Yoğunlaşmayı gerektirir, konuları birbirine
bağlamayı gerektirir, bir mesaj vermiyorsa bile yazarın bir derdinin –kişisel
sorunların ve bağımlılıkların dışında- olduğunu göstermesi gerekir. Öncelikle yazma disiplini olan
birisi değil, Aslı Erdoğan. Yazdıklarından bu anlaşılıyor ve kendisi okuyucuya
bu imajı vermekten çekinmiyor. Sürekli bu disiplinsizliğinden ve onun meydana
getirdiği keşmekeşten şikâyetçi. Oysa yazmak her şeyden önce fiziksel bir
eylemdir ve disiplin, kafa dinginliği, kontrol edilmiş delilik gerektirir. Ara
sıra kontrolü kaybetmek ve şiirsel bir dünyanın akımına kapılıp, sabun köpüğü
ömründe cümleler yazmak tabii ki hakkıdır her yazarın ama bir kitabı baştan
sona sabun köpükleriyle doldurursanız, nitelikli okurun “Ben bu kitabı neden
okuyorum? Köpükler söndükten sonra ne kalacak elimde?” sorgulamasından kaçamazsınız. Erdoğan’da konular sıklıkla tekrar
etmektedir: Yalnızlık, ölüm, karanlık, gece, sigara, kahve, asosyallik… Bütün
bunlar var ama ortada bir hikâye yok, sadece olur olmaz yerlerde görünüp
kaybolan kent ve insan imgeleri, kapağı açılıp terkedilmiş sandıklar gibi
yazılmayı bekleyen öyküler, birbiriyle ilgisiz konularda aforizmik
lafazanlıklar. Oturup, gerçek bir yazar gibi vaktini ve emeğini kurguya
harcamak yerine, kolaya kaçıp şiirsellikte teskin ediyor kendisini ve okuru.
Tamam, bir gazeteci olarak mazlumların sesi olmuştur ve haksız yere hapiste
olması nedeniyle –Hiçbir insan yazdıklarından dolayı hapse atılmamalıdır.-
desteği hak ediyordur. Türkiye’de olsam ben de destek olurdum kendisine ama iyi
bir yazar olduğu için değil; gazeteci olduğu için, ezilenlerin durumlarını
köşesine taşıdığı için ve saçma sapan bahanelerle içeride tutulduğu için. Elimde
bir deneme kitabı ve bir romanı daha var. Romanını okuyacağım –Kabuk Adam-. Bu
da diğerleri gibi hikâyeden yoksunsa ve bu yoksunluğu imge avıyla, gereksiz laf
kalabalığıyla avutmaya çalışan bir metinse, denemeleri okumayacağım. Küskün
olmak, melankolik bakmak, kahve ve sigara bağımlısı olmak, kronik depresif
olmak… Bunların hiçbirisi bir insanı iyi yazar yapmaz. Yalnızlığını, hüznünü,
nefretini ve geçmişin acılarını aşmış; disiplinli bir şekilde çalışarak
hayatının –ve olası tüm hayatların- fiyaskolarını hikâyelerine işlemeyi
başarmış yüzlerce yazar var. Onlarla ilgilenmek lazım, her ne kadar adları çok
bilinmese de!
* Ek: Kabuk Adam'ı okudum. Düşüncelerim değişmedi. Türkçe edebiyat okuru çok daha nitelikli metinleri hak ediyor. Bu romanda da yine aynı bunalım takılmacalar, toplumdan bağımızca var olan karakterler, okunduğunda çeviri tadı veren diyaloglar vardı. Sona kalan deneme kitabını okumayacağım.
* Ek: Kabuk Adam'ı okudum. Düşüncelerim değişmedi. Türkçe edebiyat okuru çok daha nitelikli metinleri hak ediyor. Bu romanda da yine aynı bunalım takılmacalar, toplumdan bağımızca var olan karakterler, okunduğunda çeviri tadı veren diyaloglar vardı. Sona kalan deneme kitabını okumayacağım.
2016121801: Hiçbir zaman iyi bir yazar olamayacağımı
biliyorum. Benim için iyi yazar olmak demek çok beğendiğim ve gittiğim her
ülkede yanımdan ayırmadığım yazarlar gibi yazabilmek demek. Bilge Karasu, Yaşar Kemal, Haldun Taner, G G Marquez ya da Vladimir Nabokov gibi mesela... Onları taklit etmek
değil tabii ki amacım; üslupta, içerikte, derinlikte ve tonda en az onlar kadar
nitelikli ürünler verebilmek. Bu gerçekleşemeyecek maalesef, çünkü kendimi asla
tamamıyla yazıya veremeyeceğim. Hep başka şeyler olacak dikkatimi dağıtan. Her
şeyden önce öğretmenlik mesleğim var. Severek, isteyerek, sonuna kadar zevkini
çıkararak yaptığım. Gelecek nesilleri şekillendirmede öğretmenliğin yazarlık
kadar etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum. Hepsi bu da değil, yazı denilen
iletişim aracı yanlış anlaşılmaya ya da hiç anlaşılmamaya çok müsait. Denize
atılan şişedir yazmak; bulunur mu bulunmaz mı? Bulundu diyelim, bulan kişi
mesajı anlar mı anlamaz mı? Anladı diyelim, mesajı hayatına uygular mı
uygulamaz mı? Bir de şişenin on yıllar ya da yüz yıllar sonra bulunma olasılığı
var… Oysa öğretmenlikte iletişim doğrudandır. Öğrenci zaten pişirilmeye hazır
hamur kıvamındadır. Bir insanın zihnine girmek, onu yönlendirmek, bilime,
sanata ve matematiğe saygı duyar hale getirmek; belki de benim gibi hayata
gerektiği kadar dalamayan, hayatın kenarında gezinmekten mağrurca zevkler alan
bir insan için yapılabilecek en ileri düzey icraattır. Böyle olunca, yani
sevdiğim mesleği yapıp ve hayranı olduğum disiplini öğretince, ister istemez
tüm enerjimi ve vaktimi işime veriyorum. Doğal olarak da yazmaya, okumaya
ayırmam gereken vakitten çalmış oluyorum. Bu durum da nihayetinde hem içeriğin
kısıtlanmasına hem de yazının niteliğinin düşmesine neden oluyor. İşin daha da
kötü yanı, hiçbir zaman edebiyattan hayatımı kazanamayacağım için, ömrümün
sonuna kadar öğretmenlik yapacağım ve ömrümün sonuna kadar öğretmenliğin
yazarlığımdan çaldığı vakitten şikâyet edeceğim.
2016121802: Bencil olduğum için mi yazıyorum yoksa yazdığım
için mi bencilim? Bu soru sıkılıkla kurcalar kafamı. Eğer bencil olduğum için
yazıyorsam, bu düşünce yazarlığın çalışarak didinerek elde edilen bir kazanım
değil de genlerle / çocuklukta yaşanan travmalarla gelen bir yetenek olduğunu
ima eder. Öyle ya, kötü bir çocukluk geçirmişimdir. Aile saadetinden, anne-baba
sevgisinden mahrum bırakılmışımdır. İçinde bırakıldığım yalnızlık ve terk
edilmişlik duygusu beni daha da içe dönük bir insan yapmış ve sonunda hem
bencil (bütün dünyanın kendisine haksızlık etmek için çalıştığını zanneden) hem
de yazan (bu haksızlıkları yapanlardan intikam alan) birisi haline
dönüşmüşümdür. Doğru yanları vardır, olmayan yanları da. Genelleme yapmak
imkânsız. Peki ya döngünün öteki yarısı? Yazar olduğum için bencil de
olabilirim. İnsan yazmaya, daha doğrusu yaratmaya başlayınca göksel bir güce
kavuştuğunu zannediyor. Hoş, kendisi zannetmese de medya ve okurlar ona bu
duyguyu tattırıyorlar. Sıradan bir iş olmasına rağmen, sırf üne kavuşması ve
yazarın etrafındakilere de prim kazandırması için yazma eylemi
efsaneleştiriliyor. Gizemli, bulutsu, tanımsız bir bulmacaya / labirente
dönüştürülüyor. Oysa yazmak da ütü yapmak ya da yerleri süpürmek gibi bir
eylemdir. Evet, yazdığım için kendimi ütü yapanlardan üstün gördüğüm zamanlar
olmuştur ama bu görüş hem yanlış hem de küstahcadır. Dünyayı ve dünyadaki
nesneleri küçük görme marazı da aynı bencilliğin sonucudur. Ev işlerine
yukarıdan bakıp, iş bölümünü, “ben yaratıcı olanlarla sen tekrar eden işlerle
meşgul olacaksın” şekilde yapmak ise yazmanın tekrar gerektirmeyen bir eylem
olduğu varsayımını gerektirir.