SUİKASTLAR ARASINDA: Adiga’dan Arabesk Öyküler
Aravind Adiga’nın Beyaz Kaplan’dan sonra yayınlanan ama yazım sırasında önceliği koruyan kitabı, İngilizce olarak 2008’de Hindistan’da, 2009’da da batı ülkelerinde piyasaya çıktı. Birbirinden bağımsız gibi duran, mekan ve mekanı özgün kılan yapıların, meydanların, parkların birbirine zayıf zincirlerle bağladığı öykülerden oluşan kitap, edebi açıdan güzel söylemlerle süslenmiş olsa da bir bütün olarak, Booker ödülünü kazanmış Beyaz Kaplan’ın yazarına yakışır bir nitelik ortaya koyamıyor, maalesef. Kitabın adı 1984’de öldürülen İndira Gandhi ile 1991’de öldürülen Rajiv Gandhi’den geliyor. Bu iki suikast arasında, Kitttur adlı kurgusal (Aslında Batı Hindistan’da Kittur adında bir kasaba var ama kitapta anlatıldığı gibi sahili olan bir yer değil.) bir kasabada, Hindistan’ın değişmeyen ve değişmeyecek kaderi, ezilenlerin gözüyle irdeleniyor. Yaşam, tüm tantanası ile devam ederken, Hindistan küreselleşen ekonomiye her geçen gün biraz daha ayak uydururken, adeta denizin üstündeki fırtınadan habersiz, kendi karanlık dünyalarında yaşayan deniz dibi canlıları gibi, kendi yağlarında kavrulamaya çalışan, yer yer isyan eden ama bu isyanlarını örgütleyemedikleri için seslerini duyuramayan, yoksul ama gururlu insanların öyküleri yer ediyor kitapta.
İngilizce baskısının kapağında, okuyucuyu ne tür bir kitabın beklediğini belirten herhangi bir ifadenin olmaması, aslında bir çeşit yanıltıcı etken okuyucu için. Bir roman beklerken, birbirinden bağımsız öykülerle karşılaşmak, ilk öyküleri okurken hep bir yerde bu öykülerin birbirlerine kenetleneceğini düşünmek, dört – beş öyküden sonra aradığını bulmayan okuyucuyu ilgisizliğe sürükleyebiliyor. Oysa ilk öyküdeki, kasabaya gelen iyi giyimli müslümanın neden trenleri saydırttığını hep merak ediyor okuyucu. Trenleri saydırtan adamın tekrar ortalıkta görünmeyeceğini anlayıncaya kadar da kitabın yarısı bitiyor.
İlginç karakterlerin ilginç olamayan öyküleri:
Öykülerin birbirlerinden bağımsız olmaları negatif bir nitelik değildir bir öykü kitabı için. Yalnız hemen her öykünün bildiğimiz klasik öykü tanımlarındaki ‘doyurucu bir sonlanış’tan yoksun olması okuyucuyu yorabiliyor. Adiga, her bölümde okuyucuyu yanına alıp, gezdiriyor kasabada. Bir gün 21 defa nezarete tıkılıp, 21 defa serbest bırakılan, korsan kitap satıcısı Xerox ile karşılaşıyoruz. Onun iç burkan öyküsünü tam bitirmemişken, yanında çalıştırdığı kadınların yaptıkları çetrefilli desenlerden dolayı kör olmalarını kendi suçuymuş gibi gören, vicdan azabı duyan ama yine de kadınları aynı işte çalıştırmaktan vazgeçmeyen Abbasi’nin öyküsüne geçiyoruz. Oradan yarı Brahmin yarı Hoyka* melezi öğrencinin okula bomba koymasının altında yatan toplumsal garezi izliyoruz. Gerçeği arayan gazetecinin delirmesi, çekçekiyle sağa sola yük taşıyan Chennaya’nın “İçinde isyan olmayan insana saygı duymuyor.” oluşu şaşırtmıyor bizi. Haksızlıklar, adaletsizlikler hırla giderken, adamsendecilik ve vurdumduymazcılık toplumu içten içe kemirirken, yazarın her öyküdeki tatmin edici olmayan sonlandırmaları, “böyle gelmiş böyle gider” türünden bir arabesk manifestoya dönüşüyor.
Bir sahnede şöyle diyor yazar: “Bu tiyatronun öyküsü, bütün Hindistan’ın öyküsüdür.”. Böylesine umutlandırıcı bir cümleden sonra tiyatroyu da, Hindistan’ı da, onların çakışan öykülerini de unutup, yine aynı harcıalem konulara dalıyoruz, farklı bir şeyler bulmak için. Oysa yazar çok güzel söylettiriyor kahramanına, öykülerinde sonların sonuçsuz olmasının nedenini: “Biz o elli bin rupiyi çalıp, uzaklaşamıyoruz çünkü biliyoruz ki diğer yoksullar bizi yakalayıp, zengin adamın huzuruna zorla çıkartacaklardır. Biz yoksullar, kendi hapishane duvarlarımızı ördük etrafımıza.” Yazarın bu umutsuz bakışı, doğal olarak tüm öykülere sızıyor, tıpkı mürekkebin peçete üzerinde yayılması gibi. Yoksul geldik, yoksul gideceğiz, bunun bir çaresi yoktur anlayışı hemen hemen tüm öykülere hakim. Bu umutsuzluğu taçlandırmak için yazar son öyküde, yaşamının 55 yılını komünist partiye adamış Murali’yi anlatıyor. 55 yıl, parti broşürleriyle, okuma yazmayı özendirmekle, hakkını arayamayan zavallı köylülerin uğruna savaşarak, kimi zaman hapishanede, kimi zaman Hindistan’ın acımasız güneşinin altında geçtikten sonra, Murali dönüp bakıyor kendisine ve ülkesine. Pişmanlık ifade eden cümleleri, idealist cümleler takip ediyor. Yaşamını boşa harcadığını söylemek istiyor ama buna dili varmadığı için bocalıyor. Bocaladıkça daha çok batıyor saplandığı kuşku bataklığına. Yoksul ve eğitimsiz oldukları için yardım ettiği ailenin genç kızına aşık oluyor ama sigortadan onun yardımıyla parayı koparan aile ona “ Sen komünistmişsin!” deyip sırt çevirince tüm idealistliği suya düşüyor. Kendisine haksızlık ettiğinin farkına vardığında bile kendisine işkence etmekten vazgeçmiyor, Murali. Yol kenarındaki tefeciyi görüp, nefret dolu bakışını atıyor, içinden çemkiriyor ama sonra adamı akıllı davranıp, yoksulları sömürdüğü için neredeyse tebrik ediyor. Sonrasında da “Ben de komünistleri akıllı zannederdim.” diyor. Onun bu çırpınışları, belki de yazarın kendi çırpınışlarını, kendi hafakanlarını temsil ediyor.
Son öykü bir çeşit özeleştiri olabilir mi?
Yine aynı son öyküde, Murali’nin genç bir yazar olarak bir gazetenin editörü ile konuşmasına tanık oluyoruz. Belki de tüm öyküleri özetleyen bir ifadeyle, sanki kendi özeleştirisini yapar gibi konuşturuyor Agida editörü: “Maupassant’daki her karakter arzular. İştahla, hevesle arzular. Öleceği güne kadar arzular. Ama senin karakterlerin hiçbir şeyi istemiyorlar. Sadece bildik köy yollarında yürüyüp, derin düşüncelere dalıyorlar. İneklerin, ağaçların ve horozların arasında yürüyüp düşünüyorlar. Sonrasında yine ineklerin, ağaçların ve horozlarına arasında yürüyüp, daha çok düşünüyorlar. Hepsi bu.”
Kasta dayalı sınıfsal ayrımın yüzyıllardır insanların çoğunu sömürdüğü bir toplumda, Marksist bağlamda sınıf bilincini yaymak kolay değildir elbet. Çünkü işçi olduğu halde Hoyka olmayan birisi, kastından dolayı Hoyka’yı küçük görecektir. Her ne kadar kendisi ezilenlerin safında olsa da bir Hoyka karşısında ezen konumunda görünmeyi yeğleyecektir. Zaten aynı bağlamda Murali “kast” sözcüğünü kullanmamaya gayret gösterir köylülerle konuşmasında. “Hindistan Komünist partisi proleterlerin partisidir, yoksulların değil.” der yaşlı, okumaz-yazmaz bir kadına, kadının aval bakışlarına aldırmayarak.
Sonuç olarak; Suikastlar Arasında, arabesk tadında, “böyle gelmiş böyle gider” düşüncesini kapalı olarak da olsa destekleyen, edebi açıdan güzel sonuçlandırmalardan yoksun öykülerden oluşan bir kitap. Yer yer, ilham verici, zihin açıcı benzetmelerle süslenmiş olsa da öykülerin tatmin edici olmayan sonlanışları okuyucuda ters bir etki bırakıyor. Hindistan’ı, oradaki sefaleti, yoksul kesimin çektikleri sıkıntıları, yolsuzlukları, kast sisteminin sıradanlaştırdığı aymazlıkları, açlığı ve sefaleti anlamak ve iç geçirmek için eksiksiz bir okuma sunuyor, şüphesiz! Yalnız, Hindistan üzerine yazan hemen her yazar bu konuları işlemiyor mu az çok? Rohinton Mistry’nin “A Fine Balance”ı, Salman Rushdie’nin “Midnight Children”ı, Arundhati Roy’un “God of Small Things”i hep aynı umutsuz sokak satıcılarını, mafyanın denetimindeki dilencileri, pezevenklerin eline düşen hayat kadınlarını, gözleri trajik haber okumaktan kronik ağlamaya tutulan gazetecileri anlatmıyor mu? Peki bu kitapların ortak noktası ne? Hepsi Booker ödülünü almış kitaplar. Yani Hindistan’daki sefaleti İngilizce yazıp, basınca Booker ödülünü almak, her ne kadar yazdıklarınız bildik şeyler olsa da kolaylaşıyor. Merak ediyorum, aynı şekilde bir İngiliz ya da ABD’li yazar kendi ülkelerindeki işsizlerin, polis saldırganlığının, kriz sonrası kendilerini sokak ortasında bulan ailelerin öyküsünü gerçekçi bir dilde anlatsa, Booker ödülünü alabilecek mi? Ya da Hindistan kökenli bir yazar, şöyle avant-garde tarzda bir aşk öyküsü yazsa, içine batılılara yakışır türden çılgınlıklar serpiştirse, alabilir mi aynı ödülü? Yoksa sömürgeci ve oryantalist bakış açısının her ne kadar karşıt görünseler de İngiliz edebiyat jürisinin eksilemez bir parçası olduğunu mu kabul edeceğiz? Bu sorunun yanıtının, gelecek Booker ödüllerini alacak yazarları belirlemede önemli bir rol alacağını düşünmek, isabetsizlik olmaz gibi geliyor.
Ali Rıza Arıcan – 19 Kasım 2010 – Vietnam
Hoyka: En düşük kastlardan birisi. Kitapta anlatıldığına göre yedi alt kasta ayrılıyor ve bu yedi kastın da kendi aralarında bir hiyerarşisi var.
Kitabın Künyesi:
Adı: Between the Assasinations
Yazarı: Aravind Adiga
Orijinal dili: İngilizce
Türü: Öykü
Sayfa sayısı: 300
Basımevi: Picador
Basım Tarihi: 1 Kasım 2008
ISPN: 9780330450546
Sıradaki Kitap: David Lodge'un Deaf Sentence adlı romanı.