Bir insanın mutsuz ve açgözlü bir kocası olmasından daha kötü ne olabilir diye soranlara vereceğim yanıt kısa ve nettir: mutsuz ve açgözlü bir eski kocası olması. Daha ne istiyorsun be adam? Boşanalım dedin, sesimi çıkarmadım. Mal paylaşımı şöyle böyle olsun dedin, tamam dedim başımı eğdim. Anneme babama geçimsizlikten dolayı boşandığımızı söyle dedin, ona da eyvallah dedim. Ben bu kadar iyi niyet, bu kadar müsamaha göstermişim, kanatlarımı bu derece ayaklarının dibine sermişim, senin yapacağın ilk şey mahkemeye gidip telefonundaki hesaplara senden izinsiz girdiğim için şikâyet etmek mi olmalıydı? Hayır, ne bekliyorsun? Yargıç sana mı acıyacak yoksa bana mı? Vah vah, karısı telefonun şifresini kırmış, kocasının başka kadınlarla yaşadığı aşna fişneyi ortaya çıkarmış, özel hayatın dokunulmazlığına halel getirmiş diye Luohu’daki daireyi sana mı verecek? Hangi ülkede yaşıyorsun sen geri zekâlı, hangi özel hayat, hangi kişisel haklara tecavüz, hangi dokunulmazlık! O değil, farkına varmadan benim de başımı yaktın. Yargıç ister istemez senin avukatından gelen bu ahmakça talebi dosyaya koyunca, boşanma sürecimi yakinen takip eden Shenzhen İstihbarat Dairesi durumdan haberdar oldu tabii. Vay sen misin kutsal görevini yerine getirmen için sana emanet edilmiş olan cihazları, uygulamaları, özel araç gereci kişisel çıkarların için kullanan? Sen misin devletin sana verdiği yetkilerle ailevi sorunlarını çözmeye yeltenen? Sen misin yetki alanının dışında olduğu halde bir sivili, üstlerine haber vermeksizin takibe alan? Sanki yapmayan var! Eminim onlar da yapıyordur benzeri işgüzarlıkları ama onların benimkisi gibi salak bir kocaları olmadığı için yırtıyorlardır paçayı. Ne mi oldu? Ne olacak, soruşturma başlattılar, önce yazılı, sonra sözlü savunma vereceğim disiplin kuruluna. Yazılı savunma sorun değil de sözlü savunmada inim imin inletirler adamı! Aralıksız on dört saat süren sözlü savunmalar biliyorum ben. Beni eğil on dört saat, dört saat kapalı bir odada tutsalar, işlemediğim suçları bile itiraf ederim. Casusuz iyi tamam da insan üstü bir varlık değiliz yani! Hadi bunları geçtik, ya soruşturma bitene kadar maaşımın yarısını alabilecek olmama ne demeli? Daha da kötüsü eğer soruşturma sonunda eğer kesin suçlu bulunursam zorunlu olarak emekli edileceğim ve emekli maaşım olması gerekenin üçte biri kadar olacak! Lanet olası herif, neler açtı başıma giderayak! Neyse ki Luohu’daki dairenin bana kalacağından eminim. Ondan aldığım kirayla şu anda kaldığım yerin kirasını ödeyebiliyorum, ileride buranın kirası artarsa oranın kirasını da arttırırım. Birikmiş paramla bir süre idare ederim, sonrasında da ya işime döneceğim ya da emekli olacağım. Her iki durumda da parasal yönden endişelenecek bir durumum yok. Tek başıma yaşıyorum, paramı idareli harcıyorum, pahalı seyahatlere çıkıp lüks otellerde kalmıyorum, lüks lokantalarda paramı çarçur etmiyorum, çocuğum da yok ki her şeyin en iyisini hak ettiği yalanıyla onun mutluluğu için kazandığımdan fazlasını harcayıp borca gireyim. Ama yine de sinirlerim çok bozuk, ben ne yaptım tüm bunları hak edecek? Aldatan sensin, boşanmak isteyen sensin, boşanır boşanmaz çıplak bedenini o ucuz aşüftelerin koynuna atacak olan yine sensin! Ben ki başka bir adama abayı yaktığım halde yıllarca tuttum kendimi, fiziksel anlamda tek bir yanlış adım atmadım evliliğime hasar verecek. Hayal kurmak da mı yasak! Olamaz mı yani, gönül bu, akılla rasyonaliteyle, hele hele mantığın katı kurallarıyla dizginlenebilecek bir şey değil ki çökeyim ümüğüne, keseyim soluğunu. Yok ama, görür o gününü, onu mahkeme salonu dışında bir yerde görürsem sırtına zıplayıp boğazına sarılacağım, limon gibi sıkacağım yağlı boynunu, mosmor edeceğim parmaklarımın arasına alabildiğim bıngıl etlerini. Görürsün sen, hele bir boşanma işi sonuçlansın. Ne yapacaklar? İki hafta nezarete atarlar, sonrasında çıkar, at gibi kişnerim sokaklarda, kurt gibi ulurum evinin önünde. Hiç de bir şey yapamazlar, hiç de bir şey yapamaz.
Neyse Naci Hocam, benim dertlerim bitmez. Sen
Çin’e geri döndün ama ben döndüğüne sevinemedim bile. Görüyorsun işte, nelerle
uğraşıyorum. Ne kabzımallar ne budalalar var şu dünyada. En azından benim senin
evine girdiğime dair bir bilgileri yoktu istihbarat dairesinin. Bir de onu
biliyor olsalardı şu aşağıdaki parkın ortasında Bin Kesikle[1]
idam ederlerdi beni. İsa gibi çarmıha gererlerdi
herhalde beni istihbarat dairesinin duvarına. Evet gittim, sana olan aşkımı
itiraf edebiliyorsam kendimi sana yakın hissetmek için girdiğim riskleri neden
saklayayım burada? Gurur bile duyuyorum cesaretimle. Aşkı için hiçbir
fedakârlık yapamayan korkaklar utansın. Ben neden utanacakmışım!
Gittim. İlk defadan sonra üç kere daha,
sonuncusu sizin dönüşünüzden iki gün önceydi. Bir çeşit vedalaşma tertip ettim
senin anlayacağın, kendimce ritüeller, temenniler, akıl sır ermez gözyaşları,
sağa sola bırakılan belli belirsiz hediyecikler... Bozuk fermuarlı pantolonunu anaokulunun
yanındaki müştemilatta terzilik yapan yaşlı adama yaptırtmıştım, onu geri
getirdim. 20 Yuan aldı. Görsen ne kadar şeker bir adam, “Kocana söyle, fermuarı
ağır ağır çeksin, kumaşı fermuarın ağzına sıkıştırmasın” dedi ben dükkândan
çıkarken. Hiç sesimi çıkarmadım, başımla hay hay yapıp ayrıldım yanından. Kalbim
çatlayacak gibiydi oysa. Sırf “Kocana söyle” kısmını tekrar duymak için
adamcağıza “Anlamadım, bir daha söyler misin?” dememek için zor tuttum kendimi.
Hem daha yapacak iş çoktu. Küflenmiş paçayı ıslak bezle birkaç defa sildim,
ütüyle kuruttum, dolaptaki yerine astım. Dolabın bir kapısını da açık bıraktım
ki küf kokmasın geldiğinizde. Naftalin paketleri koyacaktım ama unuttum, hem bu
kadarı çok dikkat çeker diye çekindim. Durduk yere polis karakoluna gitmeyin
benim yüzümden. Buzdolabının içini boşaltıp her tarafını sabunlu bezlerle
temizledim. Pırıl pırıl oldu diyemem ama eskisine göre daha iyi. En azından
bataklık dibini andıran o nefti lekeler yok artık. Kollarım ağrıdı o sinsi
lekeleri ovmaktan, resmen yosun tutmaya başlamış buzdolabınızın iç duvarları. Yerleri
de süpürdüm kabaca, senin odana ağırlık verdim desem abartmış sayılmam. Süpürdüm,
sildim, kuruladım, dolapların arkasına saklanan ve karının pek de izlerini
sürmediği toz yumaklarını ellerimle topladım. Senin salondaki köşene oturup, bir
hafta sonra senin tam olarak bu noktada kurulacağını, kitap okurken kurutulmuş
mango, erik, tatlı patates ya da kızarmış muz yiyeceğini, ellerinde ufaladığın
fıstık kabuklarının bir kısmını yere ya da koltuğun kenarına dökeceğini hayal
ettim. Sonra kalktım, balkona geçtim, karanlıktan istifade edip bir sigara yaktım,
dumanımı uzun uzun üfürdüm lacivert geceye doğru, izmaritimi söndürüp aşağıya
attım. Kıçımı masaya dayayıp kendi daireme baktım. Hundun oradaydı, masanın
üzerine koyduğum minderin üzerinde uyukluyordu. Sırf o tırmanabilsin diye
masaya geniş adımlı bir merdiven dayamıştım. Neyse ki tembel değil Hundun, ya
da yaşlandığının ayırdına varamıyor. Başkalarının kedileri gibi yeni şeylere
karşı sert tepki vermiyor, alışıyor çabucak. Salonun ışığını açık bıraktığım
için zar zor da olsa seçebildim kedimi. Bir süre sessizce, içimi çeke çeke sebepsiz
yere ağladım. Ne olacak benim bu halim diye sordum kendi kendime. Ayın karanlık
yüzünde meydana gelen depremleri düşündüm önce; ırmakların kayaların arasından coşkuyla
fışkırmalarını, göllerin yüzeyinin sabah güneşiyle gümüş bir tepsi gibi
parıldayışını, sahili döven dalgaların yaprak hışırtısını andıran seslerini, geceleri
şehirler sükuna erince derin bir uğultuya dönüşen karanlık ormanları,
şelalelerden akan suların çarptığı kayalardan köpükler saçarak sıçrayışını… Hayal
dünyam yeryüzünün kıvrımlarında av arayan bir kartal gibi süzülerek yol alırken
içimdeki hüzün katlanarak büyüdü. Kalın bir battaniye gibi önce sırtımı, sonra
omuzlarımı, en son da göğsümü ve ayaklarımı örttü. Geleceğimin belirsizliği, ne
yapmak istediğimden emin olamamak, bir sonraki adımımı nereye atacağımı
bilememek, ileriye değil de geriye bakıp geçmişten medet ummak... Hayatımda hiç
bu kadar çaresiz ve yalnız kalmamıştım sanırım. Okul yıllarında ailem vardı,
okuldan sonra işim ve eşim vardı, bir çocuğum yoktu ama çocuğumun veremediğini
veren sen vardın. Oysa bu akşam, senin evinin balkonunun en az ışık alan
köşesine bir patates çuvalı gibi yığılmışken, pazar tezgâhlarının altına atılmış
çürük bir meyveden, silindikçe büyüyen yoğun bir lekeden farksız olmadığımı
düşünmeden edemiyordum. Karnına yediği tekmeyle cılız bedenini bir anda sokakta
bulmuş zavallı bir köpek gibi hissetmemek için kendime bahaneler üretmekle
meşguldüm son günlerde. Ne farkım vardı senin öykünde anlattığın o yavru
köpekten? Evi boş, kalbi boş, bedeni boş, ama aklı her daim sarhoş, zihni her daim
nahoş! Senin dairenden çıkıp kendi evime dönerken hep bu sorunun yanıtını
düşündüm. Neydi içime oturan bu ağır huzursuzluk hali? Senin Çin’e dönmek üzere
oluşun mu? Epitopu iki aydır görmemiştim yüzünü. Seni yeniden görecek ama sana
her hâlükârda dokunamayacak, seninle sohbet edemeyecek, senin yörüngene giremeyecektim.
Hani olur ya, tuvalete yaklaştıkça idrar torban patlayacakmış gibi ağrımaya
başlar! Halbuki, yakınlarda tuvalet olmasa dayanılabilir bir ağrı olur bu, arzu
edilen değil ama yine de tahammül edilebilen, en kötü ihtimalle ertelenebilen. Bu da onun gibi bir şey mi acaba? Şunun
şurasında, âşığın maşukuna kavuşacağı ânı düşünüp heyecana kapılması gibi bir
intizar mı yoksa yaşadığım bu yoğun his?
Neyse ki çok sürmedi, senin “tedrici intiharı
andıran” söylemiyle tarif edeceğin bu ikircikli durum. Sen döndün, hayatına
kaldığın yerden, herhangi bir yaz tatilinden dönmüş gibi devam ettin. Annenin
yanında evli bir erkek gibi dolaşmanın gururunu yaşamış başı bulutlarda bir oğuldun
artık. O bulutları bağrında taşıyan gök bana kıçıyla gülüyordu herhalde. Hani
bir laf vardır ya, Tanrı’yı güldürmek istiyorsan plan yap. İşte ben Tanrı’yı en
çok güldüren o aziz kullardan birisi olmalıyım. Halbuki, eski kocamın kaypaklığına
maruz kalmadan önce ne hayaller kuruyordum bir bilsen. Belki de bilmesen daha
iyi olur diyeceğim ama yazdım bir kere, aklımdan geçirdim. Eskiden sen bekâr
ben evliydim. Sen barbar Moğollar, ben uygar Çin. Bu yüzden aramızdaki duvarı
örmek, onu korumak, onun sağlamlığından emin olmak benim mesuliyetimdi. Peki ya
şimdi, artık bekârım ve ruh gibi değil bir panter gibi yanaşmak istiyorum şah
damarına. Senin aramıza duvar örmeyeceğin baştan beri belli zaten. Boynundan
yakalamak, tek bir ısırıkla bayıltmak ve sürüye sürüye inime getirmek istiyorum
o öpülmeye muhtaç bedenini. Orada, o karanlık kuru mağaranın gözlerden ırak bir
noktasında senin uyanmanı bekleyeceğim. Sen ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra bedenini
sarmış ağlardan seni bir çırpıda kurtardığım için bana müteşekkir olacaksın, bana
sarılacaksın, uzun kollarını belime dolayıp…
Neler saçmalıyorum ben! Altı üstü bir “Allah
sıralı boşanma nasip etsin” diyecektim. Hepsi bu! Ben evlendim, sen evlendin,
ben boşandım, ehh sıra şimdi sen de! Artık hayırlısıyla sana da nasip olur o
günleri görmek, tatlı tatlı boşanırsın o tembel karından. Gerçi boşansan bile
ne olacak sanki? Benimkisi hiç ummadığı bir zamanda boşanmış, bir anda
yalnızlığa düşmüş, yıllarca sırtını dayadığı ağaç devrilince belindeki
kemiklerin ne kadar hamlamış olduğunu fark etmiş yaşlı kadın kuruntusu. Ben
daha iş yaparım deyip genç dilberlerin önüne geçen ve karga sesiyle müşterileri
kaçıran yaşlı pavyon karılarından farkım yok galiba. Neyse ki yazın bitip kışın
başlaması uzun sürüyor Shenzhen’da. Kavanozdan süzülen bal gibi ağır, yapış
yapış bir geçiş süreci bu şehirde kışa hoş geldin demek. Öyle ki hiç
gelmeyecekmiş gibi. Bir hafta hava soğuyor, hah diyoruz hep birlikte, kış
geldi. Sonra bir bakıyorsun, hava yine sıcak, sabah ne olur ne olmaz diye
üzerine giydiğin yün kazağın içinde yapış yapış terliyorsun. İşte Shenzhen dışarıdan gelenlerin sahte kış
dediği iki aylık soğuklara hazırlanırken ben hayal dünyamdan çıkıp, gerçekliğe
geri dönmeyi başardım. Ağır ağır alıştım sana tekrar; boksörlük zamanından
kalma dengesiz yürüyüşüne, muhatabının gözlerinden kaçırdığın utangaç
bakışlarına, karşındakini anlamayınca ya da anlamaya tenezzül etmeyince yüzüne
yayılan şapşal gülümsemeye, karınla yaşadığın sığ ilişkinin dibine vurdukça
kendi ayakların üzerine durma çabana, Xiao Ma’nın o sıralarda yeni yeni
şekillenmeye başlayan şöhretine karşı takındığın çelişkili duygulara… Kısa
sürede her şey eski haline dönmüştü. Hakkımdaki soruşturma tamamlanmış, savunmalarım
değerlendirilmiş, uyarı cezasıyla yırtmıştım. Maaşımda bir yıl boyunca kesinti
olacaktı ama bu beni çok üzmedi. Asıl korktuğum, görevden uzaklaştırılma ya da zorla
emekli edilmem cezalarından birisini verilmemiş olmasına bir hayli sevinmiştim.
Aynı zamanda boşanma işlemleri sonuçlanmış, mal dağılımı başta anlaştığımız
şekilde gerçekleşmiş, eski kocamın yersiz şikâyetleri hiçbir işe yaramamıştı. Senin
anlayacağın külüstür tren uzun süredir park halinde olduğu istasyondan homurdanarak
ayrılmış, raylara duyduğu güvenden olsa gerek havanın pusuna ve dumanına
aldırmayarak yol almaya başlamıştı. Ta ki aynı rayları kullanarak karşı yönden
gelen bir başka tren, Wuhan’da başlayıp kısa sürede önce Çin’in tamamına, sonra
da dünyanın her bir köşesine yayılan büyük bir belayı ayağımıza getirene kadar…
Sen, ben, ve hatta Shenzhen’da yaşayan herkes
Wuhan’daki bir hastaneden gelen ilk haberleri uzaklarda yaşanmış bir kaza
haberi gibi okuduk. Uzaktı, bizimle alakası yoktu, televizyonda haberlerde
görür, internette videosunu izler, beş dakika sonra unuturduk. Harbin’de bir otobüs
devrilmiş, yolcuların yarısı hayatını kaybetmişti ya da Yangtze Nehri’nde ilerlerken
aniden çıkan bir fırtınaya yakalanan tur gemisi alabora olmuş, içindeki onlarca
emekli boğularak can vermişti. Üzülmüştük ölenlere ama bu üzüntü birkaç saniye
sürmüş, hemen sonrasında önümüzdeki tabaktan bol etli az yağlı bir lokmayı
ağzımıza atıp arkamızı dönmüştük kalbimizi soğutan bu kederli habere. Wuhan’dan
gelen ilk haberler de böyleydi. Yeni bir virüs müymüş, bildiğimiz gribin biraz
daha dişli bir hali miymiş, yoksa yeryüzünde daha önce görülmemiş bir hızla
yayılan ölümcül bir hastalık mıymış? Bana ne canım, hep duyuyoruz böyle
haberleri. Kuş gribi, domuz gribi, SARS, MERS… Dünyanın yüzbinlerce kilometre
uzağından geçen bir kuyruklu yıldızdan ne kadar korkarsam bundan da o kadar
korkarım! Geçer birkaç güne, kaybolur gider, bana ulaşamadan söner. Ama
sönmemişti yalımlar, insanlar onu önemsemedikçe o daha da azgınlaşmış, binayı çepeçevre
sarmış, alt kat üst kat demeden apartman sakinlerinin keyfini külliyen
kaçırmıştı. Wechat grupları salgın tartışmalarıyla dolup taşıyor, insanlar içlerini
doldurup taşıran korkuyu paniğe dönüştürmemek için olağanüstü bir çaba sarf
ediyor, eczane önlerinde o günün prim yapan ilacı için uzun kuyruklar oluşuyor,
virüsle bakteri arasındaki farkı bile bilmeyen sağlık guruları her gün yeni
kürlerle zaten karışık olan toplumun kafasını daha çok karıştırıyordu. Nihayetinde
ne kafayı takmayıp salgını hafife alma tavırları ne de panik yapıp lüzumsuz
tantana çıkarmak bir işe yaramıştı, tam tersine kıçımızda patlamıştı tüm bu
ikircikli hallerimiz. Yılbaşı geldiğinde sadece Wuhan değil, ülkenin tamamı
parmak uçları üzerinde yürüyen bir file dönüşmüştü. Milyonlarca insanın
yaşadığı bir şehrin tamamıyla karantinaya alınması ise bu filin dayanamayıp
koca gövdesi üzerine muazzam bir gürültüyle düşüşünün resmiydi. Kaleler teker
teker düşüyor, virüs engellenemez bir hızla havadan, karadan, denizden şehirlerin
içlerine doğru, kılcal damarlarda gezinen kan gibi yayılıyordu. Normalde yılbaşı
tatilinden sonra açılması gereken okullar hükümet kararıyla açılmayınca artık
panik havasını durdurmanın bir yolu da kalmamıştı. Birbiri ardına yeni
uygulamalar ortaya çıkıyor, insanlar bu uygulamalar sayesinde şehrin neresinde
vaka olduğunu, kaç kişinin ağır hasta, kaç kişinin semptom göstermeyen hafif hasta
olduğunu görebiliyor, korku insanları dört duvar arasına hapsediyor, sokaklar
boşalıyor, insanlar birbirlerini gammazlayarak kendilerini koruma çabasına bel
bağlıyor ve çaresizlik evlerin en güvenli köşelerine doğru sinsi bir duman gibi
yayılıyordu. Ölüm her yerdeydi artık; evde, hastanede, cadde köşelerinde,
otobüs durağında, tren istasyonunda, okulda, yazıhanede, takside, parkta,
müzede… İnsanlar çığlık atıyordu ama çığlıkların her birine yetişecek sayıda
yetişmiş eleman yoktu ülkede. Sadece yasaklar vardı; okullar, müzeler, spor
kurumları ve iş yerleri bir bir kapandı, insanlar evlerine hapsedildi. Kimsenin
hayal bile edemeyeceği uzunlukta bir mahkûmiyet ve mahrumiyet dönemi olacaktı
bu. İnsanlık tarihi boyunca eşi benzeri görülmemiş bir kısıtlamalar, tedbirler
ve sansürler dönemi ağır ağır örüyordu ağlarını insanların üzerine. Ve tabii,
sık örülmüş bu ağlar ile ölüm korkusu arasında kalan biz sıradan insanlar, bir
anda patlak veren ve hangi tarafında duracağımız bizim adımıza önceden
belirlenmiş olan bu savaşta; dirayetin, azmin, birlik ve beraberliğin sınavını
vermek zorunda bırakılmıştık. Üç yıl sürecek olan bu sınav, 10 yaşındakinden
110 yaşındakine kadar herkese; insan denilen düğümler yumağının tabiatı, devlet
denilen dev mekanizmanın asli görevi ve gelecekte bizleri bekleyen dünyanın
olası halleri hakkında çok şey öğretecekti.
İşte bu keşmekeşin, bu canhıraş kargaşanın, bu
her kafadan bir ses çıkan hengâmenin ortasında başladın sen ilk romanını
yazmaya. Kendi deyiminle “Başka nasıl başa çıkar bir insan bunca çılgınlıkla!
Ancak başı sonu belli, nereye döküleceği yazılmaya başlandığı günden
belirlenmiş, yazarının ruhunun dehlizlerinde yıllardır birike birike taşlaşmış
tortuları bile yerlerinden söküp akıntısına katacak bir roman temizleyebilirdi
bunca patırtıyı! Hem bir yazar için kafasının içinde evirip çevirip kâğıda
döktüğü hikâyelerden daha güvenli bir liman mı vardı delilikle daha iyi
mücadele etmek için?” Vaka pırtlamaları sonucu okulların ikide bir
kapatılmasına ve derslerin çevrimiçi hale getirilmesine çok da üzülmüyordun
çünkü böylece diğer zamanlarda vaktinin çoğunu alan öğretmenlik dışı işlere
kafa yorman gerekmiyordu. Gün içindeki boş vaktin durduk yere neredeyse ikiye
katlanmıştı. Yarı otobiyografik bir roman yazmayacaktın da ne yapacaktın bu
vakitlerde? Uzun zamandır beklediğin fırsat ayağına gelmişti, bundan sonra senin
yapman gereken tek eylem bu fırsatı göğsünde yumuşatıp, dizinin üstünde iki
kere sektirip, ayağında dikkatlice konumlandırdıktan sonra, iyi bir plan ve
programla gole çevirmekti. Bu yolda kaybedecek tek bir saniyen bile yoktu.
Salgın döneminin başkaları için krizlere, bunalımlara, türlü türlü başkaldırı
arzularına neden olan tüm o olumsuz yanları senin için birer nimete
dönüşmüşlerdi. Günlük Covid 19 testi sıralarında
o güne kadar yazmış olduğun bölümleri tekrar tekrar okuyup gözden geçiriyor, 24
saatlik yeşil kodunu güncellemeyi unuttuğun günlerde odandan dışarı çıkmayıp biteviye
çalışıyor, parkların bahçelerin ve hatta bütün bir mahallenin geçici kırmızı duvarlarla
kuşatıldığını fark edip sinirlerin dumanlar halinde kulaklarından gözlerinden
fışkırmaya başladığında en yakın kaldırım taşına oturup notlar alıyor, içinde
yaşadığınız sitenin bahçesinde insanlar sabah akşam hoparlörlerle test sırasına
girmeye çağrıldıklarında -site dışına çıkmak karneye bağlanmış, kartlarında o
günün damgası olmayanlara çıkış yasağı getirilmişti- sitenin en kuytu köşesine
kafanı sokup kullanmayı sevdiğin ama henüz kullanmadığın kelimelere göz atıyor,
karşı binadaki bir çocuğun babası hastalık kapmış birisiyle aynı lokantada
yemek yediği için tüm site bir hafta boyunca bina karantinasına alınınca
-daireden çıkabilirsin ama binadan çıkamazsın- sen apartmanın küf ve beton
kokan karanlık merdivenlerinde aşağı yukarı hareket edip bir sonraki bölümün
hayalini kuruyor, tüm gün bir apartman dairesine tıkılıp kaldığınız için Wang
Chenxi ile fındık kabuğunu bile doldurmayacak konularda kavga ettiğinizde
balkona çıkıp notlarını kontrol ediyor, Xiao Ma senin tavsiyelerini iplemeden
hemen hemen tüm vaktini “benim hayatım, benim sanatım” dediği çizimlere verip seni
gerdikçe sen içinde fokur fokur kaynayan asabiyetini dindirmek için çok önceden
yazılmış bölümlerin sağına soluna virgüller, ünlemler, soru işaretleri ekliyor
-bunun iyi bir sakinleştirici olduğunu ben de fark ettim sonraları-, ufak bir
tatil için de olsa Çin’den ayrılmanın normal zamandaki fiyatların on katına
patlayacağını her gördüğünde umutsuzluğun sırtına vurduğu kamçıyla bir sayfa
daha yazıyor ve ülkeyi kasıp kavuran bu cinnet halinden intikamını; harflerle,
kelimelerle, noktalama işaretleriyle, lastik gibi uzayıp bir türlü bitmeyen cümlelerle
alıyor ve rahatlıyordun.
Yaklaşık üç yıl süren bu alacakaranlık
döneminde yazmakta olduğun roman senin en büyük sığınağın, en sadık dostun, en
yakın sırdaşın olmuştu. Devekuşu gibi gerçekliğe kıçını dönüp kafanı kuma
soktuğunda kocaman gövden yazmakta olduğun sayfaların arasına sıvışıyor, romanın
henüz yazılmamış bölümlerinin kafanın içinde dolanıp duran farklı varyasyonları
o kırılgan ruhunu kundaklara sarıp tehlikelerden koruyordu. Geceleri sokak köpeklerinin ulumalarını
duydukça oyuncağına daha sıkı sarılan bir çocuk gibi sen de korkularını
gizlemek, endişelerinin kaynağını örtbas etmek, kaygılarının görünen yanlarının
üzerlerini soğumuş küllerle örtmek için edebiyatın sağaltıcı kanatlarının
altına girmiştin. Bir yandan çocukluğunun, ilk gençlik ve öğrencilik yıllarının
geçtiği zamanın siyasi ve toplumsal çalkantıları hakkında araştırma yaparken
bir yandan da ağdalı cümleler eşliğinde 70’li yılların sonlarına doğru doğmuş
İstanbullu bir çocuğun sancılı büyüme hikâyesini kaleme alıyordun. Arzuların, nefretlerin,
kursağında kalan heveslerin, ablanın ve annenin korkusundan
gerçekleştiremediğin hayallerin, aklında kurguladığın ama eyleme geçiremediğin
aşk meşk serüvenlerin, asla gerçekleşemedikleri için yüreğinin derinliklerinde
ince bir sızıya dönüşen hayallerin kelime kelime işleniyordu sayfalara. Kendini
karşına almış, otuz kırk yıl önceki Naci’yi tarafsız bir gözle, o zamanki
Naci’nin akli melekelerini kullanarak yazmaya kalkıyordun. Bu yüzden yavaştın,
randımanın düşüktü ama yine de cesur ve umutluydun. Cesurdun çünkü kaybedecek
bir şöhretin yoktu. Umutluydun çünkü yıllardır eşiğinde yatıp kalktığın o dev
kapıyı açabilecek bir anahtarın tasarımıydı üzerinde çalıştığın. O çok sevdiğin
“iğneyle kuyu kazma” metaforuna nihayet erişmiştin. Geri dönüşü olmayan bir
yola girdiğini fark ettiğinde iş işten çoktan geçmiş, belli bir yaştan sonra yaşadığı
hayatın yanlış olduğunu anladığı halde sırf o güne kadar yaşamış olduklarını
yadsımamak için aynen devam eden müptezeller gibi sen de yazmaya devam etmiştin.
Öyle ki, tüm bu uğraş, seni Çin’deki ilk yıllarında olduğu gibi küçük bir
köpüğün, senin dışarıyı görmene müsaade eden ama dışarıdakilerin seni görmesine
izin vermeyen büyülü bir odanın içine hapsetmişti. Hayatın içinden yara bere
almadan geçmeni sağlayacak bir kızak, etrafındakileri senden seni de
etrafındakilerden koruyacak bir zırh, salgın döneminin tüm olumsuzluklarını
basit bir burun çekme ya da omuz silkme hareketiyle savurmanı sağlayacak bir
rahatlık kazandırmıştı sana bu roman düşüncesi. Arkadaşlarından, sevdiklerinden,
ara sıra sırf Türkçe konuşmuş olmak için buluştuğun dildaşlarından, birlikte
çalıştığın öğretmenlerden sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da ayrı
düşmeye başlamıştın. Onlar senin hedefe ulaşmanın önüne konmuş, dışı eker kaplı
engellerdi ve böylesi bir zamanda gönlünün malayani iştigalle çelinmesine asla
müsaade edemezdin. Yoğun bir şekilde çalıştığın bu üç yıl boyunca hayatı -doğal
olarak salgını da- teğet geçmiş, paçalarına neredeyse bir damla bile su
bulaştırmadan dereden karşıya geçmeyi başarmıştın.
Gerçi, salgının en yoğun yaşandığı zamanların
birinde beni de şaşırtan bir atiklikle kendine yeni, yepyeni, handiyse gıcır
gıcır bir arkadaş edinmiş olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Yi Xiong adındaki bu
genç muhasebeciyle anlamsız denilebilecek düzeyde monoton bir dostluğunuz
vardı. Parkların kapalı olmadığı zamanlarda parklarda, diğer zamanlarda da
kaldırımlarda buluşup saatlerce amaçsızca yürüyordunuz. Günce notlarında,
“hafif şizofrenik, hatta biraz da paranoyak” ifadeleriyle tanımladığın bu genci
ben de araştırdım biraz ama hakkında kayda değer bir şey bulamadım. Shenzhen’a
çalışmak için gelmiş, bir an önce zengin olmak için canını dişine takıp gece
gündüz emek harcayan milyonlarca çalışandan birisiydi. Salgın döneminde çok
yalnız kaldığını, tıpkı senin gibi ebeveynlerini görmeye gitmediğini, ileride
alacağı lüks araba için para biriktirdiğini -babasının yardımıyla daire almış
Nanshan taraflarında- sana defalarca söylemişti. Onun dışında konuşmalarınız
hep özdisiplin, kendini geliştirmek, hayata galip gelmek, parmakla gösterilen
birisi olabilmek, hedef koymak ve hedeflere ulaşmak gibi konular üzerinde
oluyordu. Açıkça söylemem gerekirse sürekli kendini tekrar eden ve hep aynı
konularda kitaplar okuyup podcastler dinleyen -onu hiç kulaklıksız görmediğini
yazmıştın başka bir günce notunda!-, hayatını plansız programsız yaşayan
insanlara yukarıdan bakan ve onları gereksiz ayrıntılar olarak gören, başarılı
olmayan insanları yok sayan, coşkuya ve tutkuya zırnık derecede önem vermeyen, evleneceği
kadını bile tornacıya çerçeve siparişi verir gibi anlatan böylesi bencil ve
kibirli bir adamda ne bulduğunu bugün bile anlamış değilim. Ya sen de onun
kadar yalnızdın ve canlı kanlı birisi olsun da ne düşünürse düşünsün diyordun
ya da bir insanın sana benzememek konusunda ne kadar ileriye gidebileceğini,
kendin dışındaki dünyanın genişliğini kavramak istiyordun. O senin için aynaya
baktığında göremeyeceğin her şeydi. Bu yüzden Yi Xiong’u sokaklarına dalınca
kafanı dağıtacağın bir tatil beldesi, kenarında yürüyeceğin bir sahil yolu ya
da yakamozlu yüzeyine bakınca içini huzurla dolduracağın bir dağ gölü olarak
görüyordun. Laboratuvardaki farelerin davranışlarını ölçen, kaydeden,
istatistiksel testlerle değişimleri kanıtlayan bir bilim insanı gibi
inceliyordun adamı. Buna rağmen dostluğunuz salgın dönemiyle sınırlı kalmıştı.
Salgın bittikten, ülke eski haline döndükten sonra bir kere bile yüz yüze
görüşmemiştiniz. O kadar ki adamı senin yanında yürürken birkaç kere görmemiş
olsam onun da senin daha önce yarattığın öykü kahramanlarından birisi olduğunu
düşünecektim. Lakin değildi, senin boylarında, gür saçlı, geniş alınlı, elmacık
kemikleri fazlasıyla çıkık alelade bir gençti. Salgınla başlayan dostluğunuz,
salgın önlemlerinin gevşetilmesiyle sonlanmış, Yi Xiong su gibi buharlaşarak
atmosferin puslu mavisinde kaybolmuştu. Tıpkı arabasını sattıktan sonra evinde
yatağının altında direksiyon kılıfı bulan şoförün, kılıfı ilk fırsatta çöpe
atması gibi sen de Yi Xiong’u hiç gereği olmadığı halde Weixin hesabından silmiş
ve yoluna devam etmiştin. Üç yıllık bir alacakaranlık dönemi -Saint
Petersburg’un yaz akşamlarına benzetiyordun sen!- nihayet sonlanıyordu ve belki
de sen ne gecenin tamamıyla gece ne de gündüzün hakkıyla gündüz olabildiği bu kabus
dönemini belleğinden kazımak için onun getirdiği pek de elzem olmayan her şeyi
silmeye karar vermiştin. Hastalığa yakalandığında aklında ne Yi Xiong kalmıştı
ne de onunla yaptığın uzun ve gereksiz kişisel gelişim hasbihalleri. Neyse ki
sen, benden bile hafif atlattın Covid virüsünü, sıradan bir gripten hallice, gıda
zehirlenmesine yakalanmış birisi kadar bile acı çekmeden…
Salgın senin kapını -nüfusun büyük bir
çoğunluğu gibi- sadece tedbirler gevşetildikten, Çin üç yıl boyunca sımsıkı
kapattığı sınırlarını açmaya hazırlanırken vurmuştu. Hastalığı birkaç gün süren
bir baş ve boğaz ağrısıyla geçiştirmiş, üç dört gün evde dinlendikten sonra
hiçbir şey olmamış gibi bir kafeye gidip romanın son bölümleriyle ilgilenmeye
devam etmiştin. Salgının bitip insanların şaşkınlıkla karışık bir sevinçle
-uzun süren bir esaretten sonra aniden gelen beklenmedik özgürlük gibi- sokağa
dökülmeleriyle senin romanı bitirip son okumalara ve düzeltmelere başlaman aynı
zamana denk gelmişti. Milyarlarca insan son üç yıldır hayatlarını zehreden bir
heyuladan kurtulmanın bayramını kutlarken sen içinde büyüttüğün gardiyanlardan
kurtulmanın, ruhunun bileklerine geçirilmiş çivili kelepçelerin çözülmesinin,
ayaklarına vurulmuş kızgın prangaların parçalanıp tuz buz olmalarının şen şakrak
duygularını yaşıyordun. Öyle ya, bu roman senin hem çaresizliğinin hem de
umudunun simgesiydi. Kendi içinde yarattığın salgın, daha doğrusu hasbelkader
bir utkuyla başladığın ve sonrasında romana dönüşen metni bitirme inadın sayesinde,
senin dışında gelişen, büyüyen, milyonlarca hayatı karartan salgını görmezden
gelmeyi başarmıştın. Sadece onu değil; kendi başarısızlıklarını, bugüne kadar yazarlık
konusunda bir arpa boyu yol alamamanı, edebiyat dünyasında adını duyuramamanı,
yayımlanmış kitaplarının on tane bile satmıyor oluşlarını ve ağzını taşa
vurdukça gittikçe körelen baltanın makus kaderini de görmezden gelmiştin.
Şimdi, uzun sürmüş bir gecenin sabahında, doğan güneşe bakıp gerçekle yüzleşme
vaktiydi. Ya kendi ayakların üzerinde bir Roma heykeli gibi dikilip tarihe meydan
okuyacaktın ya da babasının uyarılarını dinlemeyen İkarus gibi balmumundan
yapılma kanatlarının erimesine engel olamayıp kayalıklara çakılacaktın.
“Ehh artık” diyordun güncene yazdığın
notlarda, “Eskiden Çin’i yazdığım için yayımlamamak için bahaneleri olurdu. Ben
bile hak verirdim onlara, Çin’i anlatan bir kitabı neden bassınlar, para
kazanamayacaklarını bile bile ne diye girişsinler böyle bir maceraya? Bakalım
şimdi ne diyecekler, hangi bahaneyle reddedecekler romanımı?” Evet; romanında
80’li yıllarda çocuk, 90’lı yıllarda liseli ve üniversiteli, 2000’li yıllarda
yeni mezun olmuş beyaz yakalı olan bir Türk gencinin yaşadıkları üzerinden
Türkiye’nin son kırk yıllık tarihine ışık tutuyordun ama sen yine bîtaraf
olmayı erdemden saydığın için roman gündemin sıcak siyasi tartışmalarından,
toplumun asıl dertlerinden, ekonomik ve sosyal bunalımlardan, ezilenlerin
feryatlarından, ezenlerin kendilerini haklı gören fikirlerinden fersah fersah
uzakta kalmıştı. Ne laiktin ne İslamcı, ne komünisttin ne kapitalist, ne
ezendin ne de ezilen, ne halkçıydın ne de elit… Öyle kendi halinde, ortalıkta
gezinip hiçbir cenaha yaranmayan, satıhların gölgeliklerinden kafasını
çıkarmayan, herkesin ıslandığı yağmurun içinden dev bir şemsiyenin altında
yürüyerek geçen, her kesimin iyi ve kötü yanlarını ağdalı bir dilin verdiği
cesaretle -sanat sanat içindir!- ortaya koyan ve sırf bu yüzden de her kesim
tarafından nefret edilecek, omurgasız ya da tatlı su enteli olarak yaftalanacak
bir kahraman yaratmıştın. Eserin edebi değeri bana göre yüksekti -Hoş, kim
takar benim gibi taraflı bir hakemin görüşünü!- ama yayınevleri için edebi
değerden daha önemli olan bir konu vardı: Kimlerdensin? Hangi taraftansın? Hükmedenlerden
misin yoksa hükmedenlere başı dik bağrı çıplak bir vaziyette isyan edenlerden
mi? Romanının bu soruya vereceği yanıt muğlak olsa da betimlemelerin arkasına
bakan samimi bir editörün senin bilimi, güvenliği ve istikrarı savunduğunu
görebileceği aşikârdı. Özgürlüğü, insanlık onurunu ve hakikat uğruna yaşanan
bir hayatı kutsayan bir batılı gibi değil de, huzuru, maddi refahı ve ekonomik istikrarı
önceleyen “Çin çarpmış” bir Türk olarak yazmıştın romanını ve sırf bu yüzden
yüzünü her koşulda üstünlüğünü kabul ettiği batıya dönmüş, zihnini batı
dünyasının düşünürlerinin sunduğu metafizik değerlerin üstünlüğüne gassalın
elindeki meyyit gibi teslim etmiş yayınevleri tarafından basılmamaya, basılsa
bile bu tarzda bir esere değer verebilecek okurlar tarafından okunmamaya mahkûmdu.
Anlaşılan o ki, Wang Chenxi’nin bedeninde ve ruhunda bir nüve halinde yaşayan
ve sadece gerekli zıtlığı bulduğunda kendisini gösteren Çin medeniyetinin nev’i
şahsına münhasır sükuneti, hikmeti, sabrı ve işleri ağır ağır halleden kararlılığı
senin içine işlemiş, düşünce dünyanı sana fark ettirmeden değiştirmiş, seni “Çinsel
zevklerin” gönüllü bir kölesine dönüştürmüştü. Tabii tepende dönen bu dolapları
sen göremiyordun; biricik çocuğunun kepçe kulaklarını bilgeliğe, biçimsiz
burnunu hassas zevk sahibi oluşuna, patlak gözlerini sanatçı ruhunun estetik
yansımasına, armuda benzeyen kafasını ileride büyük bir bilim insanına
evrilecek mükemmel zekâsına yoran bir anne gibi yazmış olduğun biricik romanını
her okuduğunda güzelliğiyle mest oluyor, böyle kusursuz bir yapıtı yaratmış
olabilmene şaşırıyor, kendinle gurur duyuyor ve geleceğe dair o güne kadar hiç
olmadığın kadar umutla, güvenle ve henüz gelmediği için biraz da hasretle
bakıyordun…
Sen böyle mesut ve mesrur bir halde, pürüzlü
duvarlarında ışık ve gölge oyunlarının hiç eksik olmadığı o eşsiz mağaranda, geleceği
müjdelenmiş bir bebeğin kutlu doğumunu bekleyen gebe bir kadın gibi günleri,
haftaları, ayları sayarken ben ne yapıyordum? Seni takip etmediğim,
yazdıklarını okumadığım, telefonuna yazdıklarını raporlayıp üzerlerine şerh
düşmediğim, balkonumda oturup balkonunda kitap okuyan seni izlemediğim
zamanlarda spor yaptım, kalabalık olmayan arkadaş gruplarıyla dağ yürüyüşlerine
katıldım, yeni birkaç arkadaş edinip onlarla birlikte alışverişe çıktım.
Tedbirlerin çığırdan çıktığı ve ev hapsine mahkûm olduğum zamanlarda da Pekin’de
yaşayan Moğolistanlı bir öğretmenden Moğolca dersleri aldım, biri Xian’da
diğeri Nanjing’de yaşayan iki üniversite öğrencisine Türkçe dersi vermeye
başladım. Arada şakayla karışık, “Türkiye’de turist rehberliği lisansı
alamazsanız ya da bir Türk firmasında iş bulamazsanız casus olursunuz” dediğim
de oldu bu hayat çaylağı gençlere. Bunların yanında bir de, öğrenciyken
Türkiye’de görüp de heves ettiğim ama bir türlü öğrenmeye vakit bulamadığım
dantel örme işine giriştim ve iyi kötü bir hayli ilerledim. Malum, salgın
dönemi, yeni alışkanlıklar, yeni yetenekler, gereksiz de olsa yeni bilgiler
edinmek için en müsait zamandı. Kalan vakitlerde de iyice hastalanmış olan
Hundun’la vakit geçirdim. Zavallı yavrum yaşlandıkça zayıflamış, güçten düşmüş,
iyice halsizleşmişti. Ne iştahı vardı ne de eski yaramazlığı. Dünyadaki
kargaşadan ve kaostan bîhaber bir halde kendi ruhunun tükenişini
deneyimliyordu. Tüm gün aynı minderin üzerinde uyukluyor, baygın gözlerle
etrafı süzüyor, yanına kadar götürmezsem tek bir lokma yemiyordu. Sonunun
yaklaştığını hissediyordum ama kaçınılmaz gerçeği kabullenmemek için elimden
gelen her bahaneyi uyduruyordum kendi kendime. Ta ki bir sabah uyandığımda
Hundun’ı her zamanki minderinde bulamayıncaya kadar. Aradım, taradım yoktu. El
kadar apartman dairesinde kaybolacak değil ya! Nihayetinde elbise dolabının dibinde,
kışlık paltoların yığılıp devrildiği bir noktada buldum onu. Biricik arkadaşım,
son 15 yıldır her ânımı paylaştığım yoldaşım, “nar tanem, nur tanem, bir tanem”
diye sevip okşadığım sevgilim sessiz sakin bir şekilde vefat etmişti. O gün ve
sonraki günlerde ne kadar ağladığımı, nasıl dilhun ve derbeder bir halde
dünyadan hesap sorduğumu, geceleri karın ve yürek ağrısıyla uyuyamadığımı bir
ben bilirim bir de varsa eğer beni izleyen biricik casusum bilir. Hayatımda ilk defa beni her daim takip eden;
yazdığım, okuduğum ve hatta hissettiğim her şeyi bilen, üzüldüğümde benim için
kaygılanan, sevindiğimde benimle birlikte mutlu olan bir casusumun olmadığı
için hayıflandım. Fena mı olurdu sanki? Benim her hareketimi izleyen, telefonuma
yazdığım her mesajı okuyan, yaptığım her konuşmayı dinleyen, edindiğim her
arkadaşın geçmişini tarayan, bana zarar veren herkesten zamanı gelince benim
yerime intikam alan, beni gizliden gizliye seven, rüyalarına davet eden;
hayalinde dahi olsa ıssız gecelerde benim yılgın bedenimi yatağına alıp sarıp
sarmalayan, bağrına basan, ısıtan, ben uyumadan uyumayan, geceleri pencereden
sızan ay ışığının okşadığı yüzümü bıkmadan usanmadan sessizce izleyen ve
izlerken ağır ağır uykuya dalan bir casusum olsaydı…
Boş hayaller kurmak dışında salgın döneminde
yaptığım iki şey daha vardı. Birincisi senin kadar olmasa bile ben de yazmaya ağırlık
vermiş ve bu metinde kayda değer bir ilerleme kaydetmiştim. İkincisi ise sizin
ailecek evde olmadığınız zamanlarda -Staycation adı altında şehrin başka bir
ilçesine gidip orta ölçekli bir otelde geceleme ve buna tatil adını verme alışkanlığı
edinmiştiniz- evinize girmek oluyordu. Ben de fırsat bu fırsat deyip evinize
giriyor, salonda oturuyor, kitaplığındaki değişiklikleri saptamaya çalışıyor, çalışma
masana kurulup manzaranı izliyor ve senin soluduğun havayı ciğerlerime
dolduruyordum. Arada da tabii ki içimde köpüren aymazlığın önüne geçemeyip masana
bir çiçek yaprağı, kitaplarının üstüne bir mavi boncuk, elbise dolabının duvara
bakan yanına rujla çizilmiş minik bir soru işareti ya da kapının arkasına solgun
bir papatya resmi bırakmayı ihmal etmiyordum. Düşün dur nereden geliyor bunlar
diye, kafayı ye, bana ne! Bazen de senin beni odanda yakaladığını hayal
ediyordum. Bir anda dönmüşsün staycation saçmalığından ve beni odanda uyuklarken
yakalamışsın. Ne saçma olurdu ama, hem saçma hem de şapşalca, hatta biraz da
romantik. Ah bu aşk denilen illet, nasıl da saçmalıyorum! Ah min el aşk!
Saçmalamaktan bile derin bir haz alıyorum…
İşin tuhafı, senin gibi sığınacak dev bir
romanımın, eve döndüğünde konuşacak bir eşimin ya da çocuğumun olmamasına
rağmen -bir kedim bile yok!- benim de gelecekten ümitvar olduğum anlarım
oluyordu. Sanki yakında bir şeyler olacak, şu içinde yaşadığımız kapkara dünya cömert
bir midye gibi kabuğunu kaldırıp içindeki üzüm tanesi iriliğindeki incileri
bize sunacak ve haydi artık, bu kadar çektiğiniz yeter, biraz da mutlu olun
diyecekti. Dalga dalga gelen bu mutluluk anlarına rağmen uzun vadede yine bir
şeyler ters gidiyor ve ben yine maça 3-0 mağlup başlamış bir takım gibi yeis
çukurunun dibine yuvarlanıyordum. Öyle ki tüm olumlu düşünme çabalarıma rağmen,
ümitli hallerim tek bir mürekkep damlasıyla bulanan bir sürahi su gibi küçücük
bir gözlemle darmadağın olabiliyordu. Seni yakinen takip edip, yüzüne bakma
fırsatı yakaladığım zamanlarda bu umutlarımın mesnetsiz oldukları düşüncesi
dimağımı daha çok işgal ederdi. Gözlerinde bulmayı beklediğim ışıltının onda
biri bile yoktu mesela, betin benzin atmış, yüzün sapsarı kesilmiş, bitkin ve meyus
bir halde sana her zaman için tuhaf gelmiş olan sokakları arşınlıyordun. Zafere
yaklaşmış bir kumandandan çok bacağını kaplanın dişlerinin arasına kaptırmış bir
ceylanın gözleri gibiydi gözlerin. Dehşet okunuyordu en çok, ürperti ve perva! Kaçınılmaz
sona iyice yaklaşmış, dönülmez akşamın ufkunu beline dolamış ve son darbenin
göğsüne vurup geride kalan ne varsa söküp çıkarmasını bekliyordun adeta. Seni bu
halde görünce soramadan edemiyordum kendime! Neydi derdin, Naci Hocam? Neden
sen de sıradan insanlar gibi taze soyulmuş bir salatalığın kokusuna, bir
çocuğun gülüşüne, bir yıldızın kayışına, vasat bir romanın klişe cümlelerine
tav olup ivedi yoldan mutlu olamıyordun? Neden bu kadar zorluyordun kendini
mutsuz olmak için? İşin var, eşin var, aşiyanın var, kıyametler koparıp dünyayı
kendine dar etmenin ne anlamı var, söyler misin bana? Nedir bu kibirli
tavırlar, nedir bu “şu karşıki dağları ben yarattım” havaları, nedir bu vasatın
üzerine çıkacağım derken sıradanlığın güzelliğini ıskalamalar…
Kafamın karıştığı, ruhumun deprem sonrası yıkıntılara
dönüştüğü, yıllardır sevip yüreğimde büyüttüğüm adamın aslında hayal ettiğimden
çok farklı birisi olduğu düşüncesinin aklımı başımdan aldığı böylesi çalkantılı
günlerin akşamlarında, yaşadığımız bu ılık havanın fırtına öncesi sessizlik
olup olmadığını düşünür; kafamın içindeki bin bir türlü senaryoyu, boğazımda
yumrular halinde seyreden hafakanları, göğsümün ortasında inip kalkan ayarı
kaçmış tulumbayı yanıma alır, balkona çıkar, bir zamanlar Hundun’a ait olan
minderi altıma alıp otururdum. Orada senin de balkona çıkıp, duş aldıktan sonra
ıslak havlunu ipe asacağın, saksıda yetiştirdiğin domateslerle konuşacağın, ayakta
dikilip aşağıya bakarak sitenin bahçesinde oynayan çocukları sayacağın, ya da
eline bir kitap alıp belin ağrıyana, boyun fıtığın kafanı uyuşturana kadar o
külüstür sandalyeden oturacağın ânı sabırsızlıkla bekler, bana rahat vermeyen
bu olumsuz düşüncelerin lüzumsuz vesveselerden ibaret olduklarına kendimi
inandırır, ideal olmasa da güzel ve verimli bir hayat yaşamış olduğuma kendimi
ikna eder, uzaklardaki gökdelenlerden gelip mor ışıltılar halinde camlarımı
titreten ışık cümbüşlerine bakıp kendi kendime gülümserdim…
[1] 20. Yüzyılın başlarına kadar Çin’de uygulanan bir idam şekli. Halka
açık bir yerde mahkûm vücudundan parçalar kesilerek, acı çektire çektire
öldürülür.