Yukarıdaki satırları okurken neredeydim biliyor
musun? Asla tahmin edemezsin? Balkonumda, Hundun’ın yanında? Hayır! Her zamanki
gibi evimde olsam sana neden tahmin et diyeyim! Yolun altında, senin kapanan
berberinin yerine açılan butik kafede? Hayır! Metroda, Deniz Dünyası’ndaki yeni
açılan Türk Lokantasına giderken? Hayır! Senin okulunda, okul müdürüne senin
bir an önce terfi alıp lise müdürü yapılman için tehditle karışık öneri
verirken? Çok beklersin. Hem o kadar uzun değil elimiz kolumuz. Ne sandın bizi
sen, derin devlet mi? Anlaşılan bilemeyeceksin sen, iyisi mi ben söyleyeyim. Senin
evinde, senin kafesinin içinde, senin tozlu masanın başında, kısacası senin
kendine kurduğun minik krallıkta. Sırbistan’da[1]
yeni bir iş bulup Çin’den ayrılan Güney Afrikalı öğretmen çiftten kelepir
fiyata aldığın sandalyeye kurulmuş, bir yandan senin sırf matraklık olsun diye
yazdığın gerçekdışı diyaloğu okuyor, bir yandan da benden habersiz alıp da kütüphanene
dhil ettiğin kitaplarına göz atıyordum. Bak sen, Eileen Chang de okurmuşsun.
Ben de severim bu hatunu. Şimdilerde onun gibi gözü pek yazarlar pek
bulunmuyor. Hem cesur olacaksın hem de düzyazıdaki şiire halel getirmeyeceksin.
Bi Feiyu, Wang Xiaobo, Can Xue, Yan Lianke! Oha dedim bir ara kendi kendime! İlki
dışındakileri sıradan bir Çinli bile okumaz, ya ağır bulur ya da marjinal!
İkinciyi abazan ve anarşist üniversite öğrencileri dışında okuyan kalmamıştır
diye biliyorum ben. Demek varmış! Sen ikisi de değilsin. Büyük olasılıkla
beğenmemişsindir. Sonuncusu zaten yasak bu topraklarda. İngilizcesini nereden
aldın bakayım! Hong Kong! Nasıl
gözümüzden kaçmış. Ne okuduğun değil, ne yazdığın ilgilendiriyor bizi ama yine
de okuduklarını bilmemiz gerekiyor. En çok sevdiğin Çinli yazar Lu Xun olmasına
rağmen onun tek bir kitabı bile yok burada. Yu Hua’yı da okuduğunu biliyorum. Klişe
bulmana rağmen durduramıyorsun kendini, bir bahaneyle okuyorsun. Bir nevi
Çin’in Orhan Pamuk’u senin için. Okuyunca bu kadar basmakalıp şeylere halk
neden rağbet ediyor diye kızıyorsun, okumayınca da halkın ne okuduğundan
bîhaber kaldığın için üzülüyorsun. İki cami arası beynamaz gibi mekik
dokuyorsun, has edebiyata erişememenin avuntusu, ağza atılıp dakikalarca
çiğnenen kuru ekmek parçası. İyi ama Yu Hua da yok raflarında! Lao She? Mao
Dun? Xu Zhimo? Demek bütün hepsi e-kitap okuyucunda. Seni bedavacı! Buluyorsun
internetten, indiriyorsun cihazına. Ama dur! Günahını aldım boşuna. Öyle yapmış
olsan farkına varırdım ben. Sonuçta bilgisayarına giren çıkan her bir bitten[2]
haberim oluyor benim. Demek kitap satışı yapan sitelerden doğrudan e-kitap
okuyucuna indiriyorsun bunları. Bugüne kadar neden aklımıza gelmedi bu. Teşkilata
haber vereyim de e-kitap okuyucunu da dahil etsinler teknik takibe. Hem böylece
biraz sükse yaparım amirimin gözünde. Aferin der bana, iyi akıl ettin der. Vay
o da ne! Sarı kapaklı, ince bir kitap. Rubaiyat of Omar Khayyam. Hem de
resimli. Güzelmiş. Küf, nem ve kitap tozu kokuyor. Araklasam mı acaba? Ruhun
bile duymaz. Bu kadar kitabın içinden bir tanesi eksilmiş, nereden bileceksin.
Tabii manevi bir değeri yoksa. Yok görünüyor. 1941 basım, sen 2015’te
Kadıköy’deki bir ikinci el kitapçıdan almışsın. Kapağının arkasına eğik
harflerle şöyle yazmış kitabın ilk sahibi:
Rubailerin en güzeli olan kahkahana…
Bütün sevgilerimle!
Oğuz – 30.12.1948.
İçim bir tuhaf oldu bunu okuyunca. Kim bu
Oğuz, şimdi yaşıyorsa 100 yaşına merdiven dayamıştır. Kahkahasına âşık olduğu
kadına ne oldu acaba? Evlendiler mi? Çocukları oldu mu? Torunları? Aşkları ömür
boyu sürdü mü acaba yoksa ilk kıranda boyunlarını büken papatyalar gibi vaz mı
geçtiler birbirlerinden? Oğuz Bey Kore Savaşı’na gidip dönmemiş olabilir, 1960
darbesinde yanlış tarafta durmuş olabilir, eğer bir akademisyendiyse muhtıra
döneminde işinden edilmiş olabilir, hapse de atılmış olabilir tıpkı Sevgi ve
Mümtaz Soysal çifti gibi…80 darbesini gördü mü acaba? Emekli olmuştur herhalde
o vakte kadar. Emekli olup köyüne dönmüştür. Torun tosun bakıyordur 80’li
yıllarda. Neler düşünüyorum ben böyle? Hamile kadınlar gibi her baktığım yerden
hüsnükuruntulu hayaller inşa ediyorum. Kitabı yerine koydum. Bir daha da
dokunmam. Ben buraya senden bir şeyler almaya değil sana bir şeyler eklemeye geldim.
Seni daha yakından tanımaya, kokunu içime doldurmaya, teninin dokunduğu
yüzeylere tenimi değdirmeye… Dokunmak değil arzuladığım, dokunulmak. Fark etmek
değil, fark edilmek. Biz kadınlar zaten istediğimiz zaman istediğimiz erkeğe
dokunabiliriz. Tabii yanlarında karıları veya sevgilileri yoksa. Oysa hepimizin
içinde, arzuladığımız erkek tarafından dokunulmak, fark edilmek, taltif edilmek
isteği vardır. Babalarının yanında şımaran küçük kız çocuğu asla ölmez, sadece
hedef değiştirir. Bu istek makul bir zaman aralığında tatmin edilmezse o istek
ya söner ve yok olur ya da sapkınca taşkınlıklara, yüz kızartacak takıntılara,
bir ömür boyu sürecek acılara dönüşür. Ben şanssız azınlık tarafındayım, içine
düştüğüm bataklığın çözümlemesini yapabilecek kadar zeki ve bilinçli olmam da
cabası! Deli olduğunun farkında olup tımarhaneyi kendi sarayı, oradaki tüm
diğer delileri, doktorları, hemşireleri emrine verilmiş hizmetçiler olarak
gören bir zırdeli, bir kara sevdalı, bir Napolyon’um. Belki de o Napolyon’un hatıra
defteriyim. Canım kırmızı şarap çekti
bir anda, mutfağa gidiyorum, üst rafları ve çekmeceleri didik didik
kurcalıyorum ama zırnık alkol yok. Bira bile yok. Bu kadın seni fazlasıyla
ehlîleştirmiş, Naci Bey. Nedir bu hal? Sen ki akşamları bir şişe soğuk bira
açıp balkonda oturmayı, karşı binaların sinek gözünü andıran yanıp sönen
lambalarına bakarak yazacaklarını düşünmeyi seversin. Bu evde nasıl tek bir
şişe bile bira olmaz. Çember daralıyor demek, tehlike çanları çalıyor! Tıpış
tıpış geri geliyorum kafesine. Oturuyorum kös kös. Sakinleşmeyi bekliyorum.
Unut bunları diyorum kendi kendime, silkin ve dök üzerine serpilen soğuk külleri.
Nefesim normal ritmine kavuşuyor, hırıltılar kesiliyor, dudaklarımdaki kaşıntı
azalıyor. Bana ne ya diyorum içimden. 14 yıldır böyle geldiyse, bir 14 yıl
daha, bilemedin 28 yıl daha gider. Hayat bana güzel! Sandalyende kaykılayım, çocuğunun
takdirnamesine bakan bir anne gibi izleyeyim kitaplarını bir süre, hiç ses
çıkarmadan, elimi hiçbir şeye sürmeden, başka zamanlarda adı afacana çıkmış
uslu bir çocuk gibi, anlamadığı kitaplardan uzak duran tonton bir babaanne gibi…
Bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, kitaplığının
fotoğrafını çekmek için sırt çantamdaki fotoğraf makineme -telefonla olmaz
tabii!- elimi attığımda aklıma Selim ile Çetin geliyor bir anda. Neredeler,
neler yapıyorlar şimdi acaba?
Hatırlar mısın Çin’de geçen öykülerden oluşan ilk
kitabın yayımlanınca Pekin’deki Uluslararası Çin Televizyonu iki gazeteci
göndermişti buraya seninle röportaj yapmaları için? Biri, adı Çetin olan, Ankara
doğumlu, uzun boylu, dalgalı saçlı bir Türk’tü. Diğeri de Selim adını kullanan,
düz kısa saçlı Nanjing doğumlu bir Çinliydi. Selim’i ben Boğaziçi yıllarımdan
tanırım. Benden üç yıl gerideydi. Gurbetteki Çinliler toplantılarında ayak üstü
konuştuğumuzu hatırlıyorum. İçine kapanık, utangaç, konuşmayı beceremeyen bir
çocuktu. Onları seni görmeye aslında bizim teşkilat göndermişti. Malum,
İstihbarat Dairesi olarak çat kapı giremeyeceğimiz için uygun kılıfına uydurmuş,
Uluslararası Çin Televizyonu’nun adını ve şanını kullanmıştık. Nihayetinde
onlar da bizim sayılır. Üç aşağı beş yukarı aynı amaca hizmet ediyoruz. Görünüşte
seninle bir söyleşi yapacaklar, senin yazarlık serüvenin ve Çin’deki yaşamın
hakkında bir yazı yayımlayacaklardı. Okuluna geldiler, öğrencilerinle
konuştular, diğer öğretmenlere ve müdürüne senin anlayamadığın sorular
sordular. Okuldan çıkınca senin bazı günler gidip yazı yazdığın kafede
oturdular. Önce tabii ki kafe sahibiyle Çince konuştular. Sen anlamadın ama
onlar sordular, soruşturdular, işlerini yaptılar. Gerekli bilgiyi topladıktan
sonra kitabı ve Çin’i konuştular seninle, söylediklerini kayda aldılar ama sen orada
anlamıştın ikisinin de kitabı okumamış olduklarını. Tek bir öykü bile
okumamışlardı, tek bir sayfa bile! İlk hayal kırıklığını o anda yaşamıştın. Kime
ne anlatıyordun? Tavşanlara aile planlaması dersi? Edebiyat değildi bu
adamların derdi, güzel metinler okumak, gündelik hayatın sıradan ayrıntılarının
şiirselliği değildi. Senden bekledikleri üç şey vardı. Okulunu görmek, evini
görmek ve senin ağzından Çin’i öven bir yazı yazmak. Hepsini de başardılar. O
kadar ısrar ettiler ki evini görmek için, ileride yazacağın bir günce notunda
bu durum için, “ben bile sevişmek istediğim bir kıza bu kadar ısrarcı
olmamışımdır” diye saydırmıştın. “Bu ne böyle başına Mart ayı vurmuş kediler
gibi…” Şaşırmış, kuşkulanmış, hatta bir nebze sinirlenmiştin ama yine de hayır
diyememiştin. Adamlar onca yol gelmişler, dağları dereleri aşıp misafirin
olmuşlar, bir çay içirmeden bırakamazdın değil mi? Kör olası Türk
misafirperverliği, kör olası hayır diyememe hastalığın! Evine geldikleri
akşamın ayrıntılarını bir öykünde de yazmıştın yıllar sonra. Girer girmez
raflara dizili üç beş kitabın fotoğraflarını ikişer-üçer kere çeken bir
gazeteci. Sadece kitapları değil, DVDleri, duvardaki posterleri, öğrencilerin
verdiği Öğretmenler Günü kartlarını, annenle ve yeğenlerinle çekilmiş
fotoğrafları, okulda kaybolmasın diye evinin duvarına astığın matematik
projeleri… Evde çok kalmamışlardı. Yarım saat durup çıkmışlardı. Çay bile
içmemişti Selim, ne de olsa elleri fotoğraf makinesiyle, zihni doldurması
gereken kotayla meşguldü. İşi çoktu, hesap vereceği makamların talepleri kesin
ve netti. Teşekkür ettiler, elini sıktılar ve gittiler. Sonrasında aylarca
bekledin yazının yayımlanması için. Çok bir umudun yoktu ama iyi bir reklam
olabilirdi bu yazı. Yazdıklarım Türkiye’de okunmuyor olsa da Çin’de ufak da
olsa rağbet görüyor demeye getirecektin güya, hak ettiğin takdiri hak etmediğim
bir yerden elde edecektin, sabırla ve inatla bekleyince bir sanatçının
değerinin eninde sonunda anlaşılacağını tüm dünyaya kanıtlayacaktın… Maalesef Naci
Hocam. Tarih, adları sanları duyulmamış diğerkâm kahramanların omuzları
üzerinde ayak parmaklarının üzerinde dikilen bencil ve gururlu bücürlerin adını
anıyor sadece. Boynu eğik içi buğday dolu başaklara sıra gelmiyor hiçbir zaman!
Anlayın artık. Şans lazım, doğru zamanda doğru yerde doğru kişilerin yanında
olmak lazım, gündemi etkileyebilecek kodamanların sırtlarını sıvazlaman lazım,
biraz da içi boş başaklar gibi dik durman ve boş boş sırıtman lazım. Hayat
böyle, kuralları ne sen koydun ne de ben. Değiştiremeyeceğin kuralın elinden
öpeceksin! En azından onları değiştirebilecek güce ve iradeye erişene kadar. Değil
mi? Evet dediğini, annesinin karşısında başını öne eğerek nasihat dinleyen bir
erkek çocuğu gibi sessizce beni tasdik ettiğini hayal edebiliyor,
hissedebiliyor, hatta görebiliyorum.
Yazı
yayınlanınca artık kesin bir şekilde emin olmuştun Pekin’den buraya onca
zahmete katlanıp gelen gazetecilerin asıl niyetinden. Kocaman puntolarla
sayfanın başına “ÇİN’DE HUZURU BULDUM” yazmışlardı. Ben bile sarsıla sarsıla
gülmüştüm o başlığı görünce. Telefon edip uyarmak, bu yaptığınız ayıp, temsil
ettiğiniz kurumun ciddiyetine yakışmıyor demek istedim ama yapamazdım. Müdahil
olursam hemen çakarlardı sana karşı nesnel bir duruş sergileyemediğimi. Sustum
bu yüzden, susup uzaktan izlemeye devam ettim. O kadar saat Çin edebiyatından,
Türk edebiyatından, yazma eyleminin senin için ifade ettiği anlamdan, sanatın veya
sporun modern insanın kutsal tapınağı olmasından, 21. yüzyılın getireceği
ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerden bahsetmiştin ama yazı sadece senin
Çin’de ne kadar mutlu olduğun ve bunda Çin’in görünen katkısı üzerine
odaklanmıştı. Çin o kadar güzel, o kadar refah, o kadar güvenli ve görkemliydi
ki burada mutsuz olmak imkânsızdı. Gerisi onlar için önemli değildi. Senin
yazdığın öykülerin, insan ruhunun karanlık dehlizlerine inen ifadelerinin,
bulmak için saatlerini harcadığın metaforların, seni uykusuz bırakan hikâye
sonlarının bir anlamı yoktu onlar için. Bir yabancı yazar Çin’de huzuru
bulmuştu. Yazılmaya değer tek entelektüel düşünce buydu Çinli okur için. Gerisi
ıvır zıvırdı, herkesin her yerde söyleyebileceği şeylerdi. Sen yine de içine
sindiremedin. Çetin’e uzun bir mesaj yazdın, bari başlığı değiştirin diye
ricada bulundun. “Çin’de huzuru buldum ne ya? Ben Çin’e gelmeden önce huzursuz
birisi miydim ki buraya gelince huzura ermiş olayım? Ayrıca benim aradığım şeyin
huzur olduğunu nereden çıkardınız? Bilgiyi arıyorum ben, güzelliği arıyorum,
hakikati ve o hakikatin dünya üzerine düşen tezahürlerini. Hem tarih boyunca
gerçek bir yazarın huzurlu olduğu nerede görülmüş? Huzurlu olsam, mutlu olsam, yaşamım
güllük gülistanlık olsa neden yazayım, deli miyim ben?..” Neyse ki müdürüne
kabul ettirebildi Çetin senin ricanı. En sonunda başlık “ÇİN’DE HUZURLU BİR
YAŞAMIM VAR” şeklinde değişti. Sen de sonrasında pek kurcalamadın. Bıraktın
onları kendi hallerine. Oyuna gelmiş, dalgın ânında yakalanmış, birilerinin
reklamına malzeme olmuştun.
Ya işte, Naci Hocam, hayat böyle. Ya çekiç
oluyorsun ya da örs! Kimse bir çıkarı yoksa durduk yere sana el uzatmaz, seni
düştüğün çukurlardan çıkarmaz, duvarın öteki tarafına geçmen için merdivenini ödünç
vermez. Önce, benim kârım ne olacak diye sorar kendisine. Sen de azıcık aklını
kullansan, azıcık çıkarını kollasan, şimdi hem profesyonel hayatında hem de
yazarlık kariyerinde çok daha iyi bir yere gelirdin ama bir insanın karakteri
onun kaderidir. Başkaları o kadere meydan okuyup kendilerine yeni menfezler
açtılar, sen ise sana verilenin dibine dibine vurup çıkan tok sesten edebiyat
metinleri ürettin. Senin gözünde bir kaybın yok. Başkalarının gözünde nerede
olduğunu da çoğu zaman pek takmıyorsun kafaya. Yuvarlanıp gidiyorsun. Bir gün
olurda baş başa bir yemek yersek seninle konuşmak istediğim konu da bu olurdu
sanırım. Azıcık girişken ol, toplumun içine dal, sesini duyur, yüzünü göster,
alem erkek görsün, ay pardon alem yazar görsün… Ha ha ha! Nasıl da sürçtü
dilim. Bak dilimin sürçmesini bile tüm samimiyetimle yazdım buraya, silmedim. Efendim?
Bir daha sorar mısın iyi alamadım sesini? Eve nasıl mı girdim? Durdun durdun
şimdi mi aklına geldi bu soru? Nasıl gireceğim, kapıdan girdim tabii ki. Hem de
hiç zorlanmadan.
Kilidin klasik anahtarlı türden. Üstte altta
ek kilitler yok, tek parça. Şifre yok, elektronik alarm sistemi yok, kamera
yok. Ufak bir maymuncukla, azıcık bir uğraşmayla hemen açıldı. Komşular görür
eder diye bahanemi de hazırlamıştım. Balkonda kuruyayazan çiçekleri
sulayacaktım. Ben karının öğretmen arkadaşıydım, metro durağının arka tarafında
oturuyordum. Benden rica etmişti arada gel, evi kolaçan et, çiçeklere de su ver
diye. Neyse ki ne bir gören oldu ne de benden kuşkulanıp durduran. Öğleden
sonraydı ama akşamın karanlığına çok vardı. Günün belki de en az yoğun olduğu
saatlerdi, herkes işinde gücünde, yaşlılar ikindi uykusunda, kendilerine emanet
edilen bebekler için henüz müsait değil dışarısı. Bekçiler sorun çıkarırlar diyordum
ama site girişinde bekleyenlerin hepsi göstermelik. Süs biberleri gibiler. Yüz
tarayıcı beni binanın girişinde tanımadı ama o sırada binaya giren yaşlı bir
kadının peşi sıra girmeme de kimse ses çıkarmadı. Kadınla konuştum bile, site
yöneticilerinin sitedeki tüm atık kâğıtlara el koyma kararlarına sövüp durdu. Neymiş
efendim, o bu işi yıllardan beri yapıyormuş, çocuk okutmuş atık kâğıtlardan
kazandığı parayla, o çocuk şimdi büyümüş, banka müdürü olmuş, annesine
bakıyormuş. Ama işte can çıkar huy çıkmaz misali, bırakamamış eski
alışkanlığını. Hem beleşe para, neden vazgeçsin? Kazandığı üç beş Yuanla torununa hediyeler
alıyormuş, kendisine romatizma ilaçları... Asansörde 24’e bastım. Sonrasında merdivenleri
kullanıp iki kat indim. Kendi evime giriyormuşum gibi girdim senin evine, kapıyı
arkamdan usulca kapattım, kullandığım maymuncuğu tıpkı senin yaptığın gibi girişin
sağındaki çengele taktım. Bir süre salonda oturdum. Evin içi hamam gibiydi, bir
de vakumla havası çekilmiş gibi boğucu. Hemen klimayı açtım. Sebilde su vardı
ama o da çok ısınmıştı. Kalktım mutfağa gittim. Neyse ki küçük şişelerde su
bırakmışsınız. Geleceğimden haberdar mıydınız yoksa?.. Uygar bir insan gibi suyu
bardağa doldurdum -karın görürse kızar bana-, üzerine sebilden biraz su ekleyip
ılıştırdım ve içtim, şişeyi sebilden tekrar doldurdum, kapağını sıkıca
kapattım, dolaba geri yerleştirdim ve salona geri geldim. Demek burada
oturuyorsun akşamları eve gelip akşam yemeğinin hazırlanmasını beklerken. “Benim
köşem” dediğin köşe de kanepenin balkon kapısına yakın olan ucu olmalı. Senin
köşene kuruldum. Ayaklarımı sehpaya uzattım. Balkonun camının arkasında kalan diğer
binaları izledim, odanın diğer köşelerinde gözümü gezdirdim. Sen nelere
bakıyordun buraya oturunca? Perdelerin uzunluğuna, estirecin ayağının etrafında
biriken toza, ne olduğunu anlayamadığım fırçalara, duvardan sarkan küçük bir
örümceğin belli belirsiz hareketine, sandalyelerin çirkinliğine, leylak desenli
kırlent kılıflarına… Belki de hiçbirisine. Buraya oturup kitap okuyordun sen,
telefonunda Youtube videoları izliyordun. Bilim, matematik, tarih… Ama en çok
da felsefe! Bilmez miyim ben seni. Peki ya sen burada otururken biricik
karıcığın elinde meyve tabağıyla geliyor muydu yanına? Bir elmayı ya da mangoyu
dilimleyip yiyor muydunuz birlikte? Xiao Ma odasındayken fingirdeşiyor muydunuz
kanepenin hol tarafından görünmeyen köşesinde? Belki çocuk da oluyordu odada,
hep birlikte televizyondaki haberlere bakıp, filmlerdeki mutlu mesut aileler
gibi meyve dilimlerinizi atıştırıyordunuz, arada gününüzün nasıl geçtiğinden
bahsediyordunuz, başınıza gelen ilginç bir olaydan söz açıp iş arkadaşlarınızın
ya da patronunuzun dedikodusunu yapıyordunuz. Olmaz mı olur, yapmayan mı var? Bu
köşe iyi güzel de üzerinde iki dakika oturunca kıçını kavrayan dev bir avuca
dönüşüyor. Tevekkeli değil o sandalyeyi satın almışsın. Burada yarım saatten
fazla otursa bir insan altı aya kalmaz bel fıtığı nükseder, birkaç yıl içinde
de ameliyat kaçınılmaz olur. Kalktım tabii ki, köşeni sana bıraktım. Hem yanında
biricik karıcığın oturuyor artık. Aranıza girmiş, sevenleri ayırmış,
birliğinizi dirliğinizi bozmuş olmayayım. Ha ha hay!
Kalktım, salonda biraz dolandıktan sonra yatak
odasına geçeyim dedim ama oraya girmemle çıkmam bir oldu. Sana ait hiçbir şey
yok o odada. Her şey karının zevkine göre düzenlenmiş. Yani zevksizce, ilkelce,
hatta kitch denilebilecek bir banallıkla! Hangi çağda yaşıyor bu kadın! 1960’lardan kalmış üzerine oturmama gerek
kalmadan bakışlarımı hissedince gıcırdamaya başlayan bir yatak, 70’lerden kalma
gül motifli bir komodin, 80’lerden kalma bir makyaj masası -annesinin miydi acaba?-.
Odadaki tek modern şey IKEA’dan aldığınız her kıvrımından belli olan ve odanın
içinde ben gelecekten geldim diye çığlık atan dolaptı. O da boynu bükük
duruyordu sanki. Oliver Twist gibi, Küçük Emrah gibi, çarşıda gezerken
annesinin elini yitirmiş bir çocuk gibi, neredeyse yalvaracak beni bu odadan
kurtar diye. Dayanamadım açtım kapısını, açınca anladım zavallı dolabın asıl derdini.
Gariban dolabın dışındakiler kadar içindekiler de başka bir dünyaya ait. Uzun
kollu kurdeleli elbiseler mi dersin, omuzları çiçekli bluzlar mı, pireli
etekler mi… Çiçekli donlar, bol kotlar, sağı solu sarkan kazaklar, benekli çoraplar…
Dolap bildiğin mide zehirlenmesi yaşıyor. Kapattım hemen kapısını, kusura bakma
Dolap Efendi dedim, ilacın bende yok, elimin üç parmağıyla kenarına dokunup
teselli ettim kendisini ve odadan çıktım. Hemen yanda Xiao Ma’nın odası vardı
ama kapısı kapalıydı. Gireyim mi diye tereddüt ettim, en sonunda hiç
bulaşmamaya karar verdim. Ne olur ne olmaz, oğlunun odasına kamera falan
kurmuştur şimdi o kadın. Durduk yere risk almayalım. Kapının kulpundan elimi
çektim ve senin odana, nam-ı diğer kafesine girdim.
Senin odanda sandalyene oturmadan önce bir
süre ayakta dikildim. Ne yapacağımı bilemiyordum, birden heyecanlandım, elim
ayağım birbirine dolandı. Demek burada yazıyorsun dedim kendi kendime, demek bu
odadan çıkıyor o tuhaf karakterler ve onların başlarına gelen olaylar. İnançlı
bir insanın kutsallık addettiği bir mekâna girdiğinde hissedeceği türden bir
histi bu sanırım. Hacı annelerin zemzem suyu ya da hacer-ül esved karşısında
duydukları türden bir coşku ve hüzün; ağzına kadar dolu bir bardağın taşmak ve
taşmamak arasında yaşadığı tereddüdü… Kapıyı arkama alınca solumda pencere ve
pencere önündeki masa, sağımda ise elbise dolabın kalıyordu. Önce dolabını
açtım, senin kokunu almak, bildiğim belli başlı birkaç gömleğin ve pantolonun
içinde seni görebilmek ümidiyle. Açıkça söylemem gerekirse büyük bir hayal
kırıklığı yaşadığımı söyleyeyim. Dolabın nemden duvarları şişmiş bir bodrum kat
gibi kokuyordu. Bu dolaba beni bıraksan ben de küflenirim bir gün içinde.
Havasız, nemli, kirli ve tozlu… Böyle mi olmalıydı evli ve mutlu bir erkeğin
elbise dolabı? Hani her şey katlanıp konuyordu buraya, hani şortlar ve
eşofmanlar alt rafta, tişörtler ve kolsuzlar yukarı rafta oluyordu, hani
çamaşır sepetine attığın gömlekler bir başkalaşım geçirip 3-4 gün içinde jilet
gibi damatlık halleriyle askıdaki yerini buluyordu. Dayanamayıp alt taraftaki
çekmeceleri de açtım. Çoraplar, iç çamaşırları, mayolar, lastiği kopmuş bir dalgıç
gözlüğü, bisiklet kullanırken koluna taktığın siyah zımbırtı… Dayanamadım, içimdeki
anne -ya da kocasına sadık eş- dirildi, tek kalmış çorapların eşlerini buldum, tişörtleri
güzelce katlayıp sol tarafa yığdım, gömlekleri ütüsüz de olsalar askılıklara
astım, çorapların arasına karışmış donları çıkarıp üst çekmeceye yerleştirdim. Islak
bir şekilde dolaba konduğu için paçaları küfle kaplanmış bir pantolonu -kokunun
müsebbibi- dolaptan çıkarıp kapının arkasına astım. Ütüsüz pantolonlarından
birisinin de fermuarı bozuktu. Onu tamir ettirmek için çantama attım.
Dayanamadım ne yapayım, bozuk fermuarlı pantolonla sokaklarda yürümene izin mi
vereyim? Hem zaten bu noktaya gelene kadar bu eve tekrar gelmeye çoktan karar
vermiştim. En azından sen yaz tatilinden dönene kadar birkaç defa gelecek, küflenmiş
pantolonunun paçalarını silkeleyip temizledikten sonra üzerine sağlam bir ütü
basacaktım. Odandaki estirecin koruyucu kafesini sökecek, fırıldağı banyoda
yıkayacak ve balkonda kuruttuktan sonra yerine takacaktım. Tevekkeli hapşırmıyorsun sen bu estireci her
açtığında. Ceketinin düğmesi de düşmüş. Ona da uygun bir düğme bulmam
gerekecek. Br dahaki seferde dikerim onu, kolay iş. Karın olacak o kadın
Türkiye’nin dertlerine çözüm üreteceğine, önce kocasının sağlığını ve sokaktaki
görünümünü düşünse daha aydınca bir iş yapmış olur bence. Maaşının neredeyse %80’ine
el koymasını biliyorsa sana bakmasını da bilecek. Ayrıca fark etmedim sanma!
Buz dolabının arkasında sebze ve meyve artıklarından kalma iğrenç lekeler gördüm.
Onları da silmem gerekecek. İş çok bu evde. Yeter ki çalışmak isteyen bir
beden, yılmayan bir irade, seven bir kalp olsun. Değil mi Naci Hocam?
Elbise dolabının kapısını kapattıktan sonra
oturdum sandalyene, kitaplarına baktım ve senin bilgisayarına girip
yazdıklarını okudum, hayaller kurdum, kurduğum hayalleri bozdum, yenilerini inş
ettim, kendime kızdım, kendimi sevdim. Hava kararınca tek bir ışığı bile
açmadan, kedi adımlarla balkona geçtim. Karanlıkta oturdum, bir karekodun beyaz
noktalarını andıran görüntü içinden kendi dairemi buldum. Gözlerim Hundun’ı
aradı ama bulamadı. Onun yerine senin çaprazındaki binanın bir dairesinde
buğulu bir camın arkasında duş alan bir adamın silüetini gördüm. Kim
tasarlamışsa bu binaları ayrıntılara pek önem vermemiş galiba. Çok da takmadım
kafaya. Adamın saçlarını yıkamasını, suyu göğsünden aşağı indirirken elleriyle
koltuk altına çarpmasını, apış arasını sabunlayıp özenle durulamasını, arada
bir arkasını dönüp sırtının en el değmemiş noktalarını sabunlayıp yıkamasını biraz
izledim, biraz kurguladım, biraz yaşadım. Aklıma bir anlığına sen geldin ama
hemencecik gittin. Seni bu halde hayal edemezdim, en azından senin evinde,
karının hükümranlığının sürdüğü bir mekânda. O duşunu bitirince masanın
altındaki sürahiye su doldurup gerçekten de kurumalarına ramak kalmış çiçeklere
serin bir duş aldırdım. Şimdi sıra ondaydı. Kurumuş yaprakları toplayıp
balkondan aşağıya attım, gücü azaldığı için toprağa sapladığınız çubuğa
sarmayan ince dalları çubuğun etrafına sardım, saksıdaki ıslak toprağı biraz
deşip havalandırdım. Çıkmadan önce ne
olur ne olmaz deyip etrafı biraz toparladım, bıraktığım izleri sildim, sehpanın
üzerine ayağımı atınca yere düşen kalemi ait olduğu yere geri koydum, odanın
penceresini açıp kafesinin sürgüsünü çektim. Çengeldeki maymuncuğumu alıp, sadece
kendimin duyabileceği bir sesle “Birkaç gün sonra görüşürüz canım. Kendine iyi
bak.” dedim ve kapıyı arkamdan usulca kapattım.