Bu Blogda Ara

08 Mart 2025

Sürgünden Öte (12)


 

Neden böylesin sen Naci Hocam? Neden hep mesnetsiz bir savunma pozisyonunda geçiriyorsun güzelim günlerini, neden hep birileri seni suçlamış da sen bu hayali güruha karşı avukatlığa soyunmak zorundaymışsın gibi hafakanlar içinde debelenip duruyorsun? Kendi kendine konuşuyorsun, argümanlar ve karşı argümanlar üretiyorsun, mahkemede yargıç karşısındaymışsın gibi zihninin tüm guddeleri yapmış olduğun eylemleri haklı gösterecek gerekçeler salgılamakla meşgul? Beynin hep bir dinamo gibi vızır vızır sesler çıkararak çalışıyor, bir değirmen gibi uğultulu ve tozlar içinde, sorgu sırasında gelebilecek her türlü saldırıya karşı her daim tam teçhizat hazırlıklı. Neden ha, neden böylesin?  Nasıl bu hale geldin? Genç bir kızken köyden büyük şehre göçüp hayatı boyunca gece gündüz demeden çalıştığı halde bedenen de ruhen de şehre karışamamış olan annen mi öğretti sana bu huyları? Yoksa, sen çocukken varlığını sadece ve sadece uzağından hissettiren ve sen büyüyünce de yakınındayken bile sana uzaktaymış duygusunu yaşattıran baban mı? Belki de ablandı seni hep küçük bir kardeş olarak görüp büyümene, yani hata yapıp hatalarının sonuçlarıyla yüzleşmene izin vermeyen. Bu yüzden de gençliğinin ilk yıllarında çalışmaya başladı kafanın içindeki o Gerekçe Üretim Merkezi (GÜM)! Nedir dünyayla alıp veremediğin? Ağzına kötü bir tat gelmiş ve sen o kötü tadı o anda vücudundan atmak istemiş olabilirsin, öksürürken boğazından kurtulan bir parça balgam kaldırıma yapışmış olabilir, yemek yerken birkaç tane pirinç tanesi düşmemek için çenendeki sakallara tutunabilir, kâğıt oranı bol olan çöpü farkına varmadan geridönüşümsüzlüğün sonsuz deliğine tıkmış olabilirsin. İnsansın; etten, kemikten ve hatalardan ibaretsin. Tükür gitsin, ne olacak, kim görecek sanki. Bir kere de senin balgamın yapışsın Shenzhen’ın kaldırımlarına. Hadi gördüler diyelim, ne yapacaklar? Kaldırıma tükürmek yasak değil ya! Neden illa birileri beni görecek de beni ayıplayacak diye yaptığın en ufak kuraldışı harekette bu derece pimpirikleniyorsun. Bak millet nasıl tükürüyor. Boğazını bir güzel temizliyor, gargara yapar gibi hazırlıyor kendisini; törenle, şaşaayla, gururla şaaap diye yapıştırıyor kaldırımın ortasına. Erkeğinden kadınına, yaşlısından gencine, yoksulundan varsılına, doğulusundan batılısına herkes yapıyor bunu. Göbeğini kaşıya kaşıya yapanı da var, telefonun öteki ucundaki karısına çemkirirken yapanı da. Sen de yap, alem tükürük görsün, sonra da geç git tıpkı onlar gibi, hep içten içe yukarıdan baktığın ama hikâye yazmak istediğinde içlerine girme arzusuyla yanıt tutuştuğun sıradan insanlar gibi oluver bir kere de.  Ne ardına bak korkuyla ne de önüne doğru büzül mahcubiyetle. Övünçle savur içindeki pisliği dışarıya doğru, bırak başkalarını düşünmeyi, bırak kim ne der diye endişelenmeyi, bırak kendine her daim başkalarının gözüyle bakmayı, yargılamayı, eleştirmeyi, beğenmemeyi, bu son olsun demeyi. Menfaatini düşün, elde edeceğin maddi manevi kârı düşün, sadece ve sadece kendi iyiliğini düşün. Gurur duy bununla. Bugüne kadar başkalarını düşündün de ne oldu? Hani neredeler? İlk fırsatta seni kapı dışarı etmediler mi? Sen onlara merhamet ve sevgi gösterirsin, onlar bunu zayıflık ve beceriksizlik olarak algılarlar. Sen onlara yardım elini uzatırsın, onlar ellerine geçirdikleri ilk sopayla seni kovalarlar. Boş veeer! Bu dünya küstahlara ve bencillere güzel. Neden biliyor musun? Hayatlarında bir kere bile kendilerini küstah ve bencil olarak görmeyecekleri için… Yanılıyor muyum? Hayır efendim, sen yazarsan ben de yaşarım, sen düşünürsen ben o düşünce balonlarının erişemediği karanlık sokak köşelerinin sessiz kâşifiyim. Hayatı ve içindekileri senin gibi uzaktan izleyerek değil, onlarla mücadele ederek ve onlara müdahale ederek öğrendim ben. Neyse, nereden de geldi bunlar şimdi aklıma. Seni geçenlerde bir ağacın yaprağına tükürüp, o yaprağı da atacak bir çöp kutusu bulamayınca yarım saat boyunca elinde taşırken gördüm de ondan. Kabız oldum resmen seni izlerken, içim şişti... Casusun olmasam gelip elinden alacak, senin gözünün önünde sokağın ortasına bırakacaktım o yaprağı. Atmadın, ta ki bir çalılık görene kadar. Eskiden bu hassasiyetin bana çok çekici gelirdi. Ne kadar ince, ne kadar düşünceli bir adam derdim. Şimdilerde yorucu ve ahmakça buluyorum bu kadar detaylı düşünmeyi. Hayat kısa Naci Hocam, carpe diem yani. Sen daha iyi bilirsin bu tumturaklı lafları, in vino veritas, memento mori… Ama benim de bildiğim bir tane var: Acta non verba!  Yardır gitsin; kırdığın, kıracağın, kıramayıp da çatlattığın, kırayazdığın, kırmak isteyip de kıyamadığın kalpleri sayarak tüketme günlerini. Kır geç, dök geç, eze eze geç, özür bile dileme. Mutlu olmak bu kadar kolay işte…     

Çok ileriye gittim evet, farkındayım ama tutamadım kendimi. Nasıl da kolayca, büyük bir arzu ve şevkle sapıyorum asıl konudan, görüyor musun? Kendimden bahsetmemek için yapıyorum bu kaçamakları sanırım. Yangın merdiveninde sigara molası vermek gibi bir şey. Sen benim kapısı her daim açık bırakılan yangın merdivenimsin, unutma rehberim, beni yer çekiminin tasallutundan koparacak Sputnik’im, bulutlardan resimler kurgulayan çocukluğumsun. Kendimden, yani senin o çok sevdiğin tabirle “hey aynı boşluk”tan bahsetmektense sana takıyorum kancayı, Noel Baba’nın geyikleri gibi çekiyorsun beni, buzun mat mavisinden alıp gökyüzünün koyu lacivertine katıyorsun. Ben de ağzımı açıp tek bir kelime şikâyet etmiyorum. Neden edecekmişim! Hem zaten bu metnin konusu sen değil misin? Buraya kadar sabredip birileri okumuşsa eğer seni anlamak için okumuştur, beni değil. Seni çözmek ve seni baştan yaratmak için katlanmıştır bunca sayfaya, seni öğelerine ayırıp daha uygun bir mekânda ve zamanda tekrar diriltmek için sabretmiştir. Ayrıca şunu da teslim etmeden geçmeyeyim. Yıllar geçtikçe aramızdaki farkların fazlasıyla azaldığını düşünüyorum. Tamam, sen erkeksin ben kadın, sen öğretmensin ben casus, sen yazarsın ben yazarımsı, sen yüzünü Avrupa’ya gönmüş bir Batı Asya’lısın ben tarihi ve kültürüyle gurur duyan bir Doğu Asya’lıyım. Tüm bu aşılmaz uçurumlara rağmen öyle hissediyorum ki yazdığım her kelimede senin de parmağın var, kurduğum her cümlede senin nefesin, iraden, inisiyatifin ve zekân var. Bazen öyle hissediyorum ki ben yokum sen varsın sadece, ya da tam tersi, sen yoksun ben varım. Seni ben yarattım ya da beni sen yarattın. Bu döngünün bir sonunun olmaması mutlu ediyor beni. Net bir yanıtın olmaması, yani asla hangimizin vücut hangimizin gölge olduğunu bilemeyecek olmam her iki yanıtın da korkunç sonuçlarından koruyor beni. Sonsuza kadar sürecek bir salınma hali, sarkacın ucuna konmuş bir uğur böceği gibi huzurlu gözlerle dünyayı temaşa etmek... Kimse dokunmasa ölene kadar sürerim bu durumun sefasını. Ölene kadar ya da sarkacın ipi kopup uğur böceğini özgürleştirene kadar.

Gördüğün gibi bende laf çok. Boşandıktan sonra içne düştüğüm sessizliğin intikamını yazarak alıyorum anlaşılan. Daha fazla uzatmadan ufak ufak konuya döneyim bari. Yoksa Allah’ın kendisine bol kepçeden sebat bağışladığı en mülayim okurları bile kaçıracağız. Onların hatırına -senin için yapacak değilim ya!- devam edeyim kaldığım yerden.

 Lai Fengdi Guangzhou’ya döndükten sonra birkaç gün kendime gelemiyorum. Lunaparkta çılgınlar gibi eğlenirken bir anda ışıkların söndürülmesine sinirlenen nazlı bir çocuk gibi küsüyorum hayata. Sanki çarşıya inmişim de tüm satıcılar bana sırtlarını dönmüşler, bana karşı kayıtsız ve ilgisiz her şey. Mutsuz değilim, sonuç olarak yıllardır tepemdeki kara bulutlarla mutlu olmayı öğrenmiş birisiyim ben, kasvetimi içimde taşıyor, onu seviyor, hatta yeri geldiğinde ona tapıyor, onsuz yapamıyorum. Bukalemun gibiyim aslında daha doğru ifade etmek gerekirse, etrafımdaki insanların rengini alıyorum hemencecik. Rengini, kokusunu, huyunu, mizacını, zaaflarını… Lai Fengdi geliyor, avcumda taze bir gonca tutuyorum sürekli. Yavru bir kuş gibi narin, kırılgan, bir o kadar da kıpır kıpır. Sen geliyorsun, kart bir gülden farkın yok, yakamdan aşağıya zorla sokulmuşsun koynuma. Hareket ettikçe dikenlerin batıyor memelerime, tenimi kanatıyorsun ama çıkarıp atamıyorum seni otağ kurduğun kadim yerinden. Korkuyorum, çünkü dikenlerinden birisi kalbimin etine saplanmış. Çıkarsam kalbim de çıkacak yerinden, sudan çıkan balık gibi çırpına çırpına ölecek o yorgun et parçası. O balıklara da ne acırım bilemezsin! Bir canlıyı ağzına kanca takarak avlamak ne kadar gaddarca bir eylem, ne kadar zalimce! Öyle değil mi Naci? Oysa insanlar kahkahalar atarlar balığın o çırpınışını görünce, oltayı tutan elleri tebrik ederler, gurur duyarlar onunla, sabrına ve güçlü kollarına hayran kalırlar. Bazen ben de sorarım kendime; Eyyyy Lai Zi Ran derim, ağzına kanca geçirilip tavana asılmış bir balıktan farkın ne? Oltaysa olta, misinaysa misina, zokaysa zoka! Balıklar en azından çırpınıyorlar, ağızlarını yırtma pahasına… Peki ya sen, neden baştan beri razısın teslimiyete bu kadar? Tabii ki yanıt bulamam bu soruya. Abarttığımı düşünüp dikkatimi dağıtacak başka bir şey ararım etrafımda, bu rahatsız edici düşünce deneylerinin sonuna kadar gidemem hiçbir zaman. Peki ya sen, var mı sende ağzına kanca geçirilmiş bir kadını tek bir darbeyle öldürebilecek cüret? Yıllardır farkına varmadan da olsa oltanın ucunda ölü taklidi yaparak ölümü bekleyen bu zavallı bedene acır da onun canını tek bir hamleyle alabilir misin? Yoksa sen de benim gibi tavuk yürekli misin? Ölene acımayı merhametten sayanlardan. Öylesin değil mi? Bilmez miyim ben yıllardır sevip sayıp zihnimin en mümtaz köşesinde aklayıp paklayıp sakladığım adamı…

Evet, Lai Fengdi gitti, birkaç gün sonra sen geri döndün. Döner dönmez de müdürle kavga ettin, okula rest çektin. Müdür kararın yönetim kurulu tarafından verildiğini ve kendisinin yapabileceği bir şeyin olmadığın söylüyordu. Sen ise kararın geri alınıp senin görevine iade edilebileceğini iddia ediyordun. Zannediyordun ki okul senin peşinden koşacak, sana yalvarıp yakaracak, sakın gitme diyecek, senin gibisini nereden bulacağız diyecek, biz bir eşeklik yaptık ama sen yapma diyecek… Bunların hiçbirisini demediler. Bilakis seni bile şaşırtan bir soğukkanlılıkla “Sen bilirsin” dediler. “Eğer sıradan bir öğretmen olarak okulda çalışmak istiyorsan, başımızın üstünde yerin var, kaldığın yerden devam edebilirsin. Maaşın da değişmez. Yok olmaz, istifa eder giderim diyorsan, o da senin bileceğin iş. Yeter ki yasal sürece saygı gösterelim, öğrencileri mağdur etmeyelim…” Gururun inciniyor, hem de daha önce hiç olmadığı kadar. Yazarlığına laf edilse yine alttan alabilirdin. Nihayetinde hayatını yazarlıktan kazanmıyorsun, kimse seni Yazar Naci diye çağırmıyor sokakta yürürken. Oysa saldırı, varlığının en merkezindeki değerlerine, on yıllardır koynunda besleyip büyüttüğün eğitimci kimliğine yapılınca yavrusunu savunan bir anne ayıya dönüşüyorsun. Feleğin şaşıyor, esrik bir yabaniliğin ortasında buluyorsun kendini. Yazar olmadan önce, koca olmadan önce, üvey baba olmadan önce, Çin’de yaşayan herhangi bir laowai olmadan önce, Naci Hoca’sın sen. Öğrencilerin, öğretmenlerin, hanımının, üvey evladının, hatta yeri geldiğinde komşularının, sağda solda selam verip yoluna devam ettiklerinin gözünde böyle bilindin yıllarca. Bunların da ötesinde her gün üzerinde yürüdüğün likenli kaldırımların, yağmurlu bir günün hatırası olan çatlak omzunu dayayıp soluklandığın dev banyan ağacının, gülümseyerek yanlarından geçtiğin sigara tiryakisi bekçinin ve onun yanından eksik olmayan tıknaz amirinin, her sabah evden çıkınca başını okşamaya alıştığın Dada adlı yaşlı erkek kedinin, akşamları sen okuldan dönerken yol kenarına tezgâh açmış meyve, kek, şeker kamışı suyu, kestane veya pis kokulu tofu satan seyyar satıcıların gözünde de öyleydin. Giydiğin ayakkabıdan, ütü tutmayan pantolonundan, akşama kadar okulun curcunasıyla davul gibi şişen kafanı neredeyse koltuğunun altına alıp taşıyormuş gibi yürüyüşünden, utangaç bir gülümseyişle yol boyunca gördüklerine belli belirsiz selamlar verişlerinden tanıyorlardı seni. Kaçarın, giderin, gizin yoktu kimseden. Her şeyi saklayabilirdin ama öğretmenliğinle hep gurur duydun, her fırsatta her yere yazdın adının yanına mesleğini.  Bu kente verdiğin bunca yıldan sonra, taltif ve takdir hak ettiğini düşünürken tahfif ve tahkirle karşılanıyordun. Yaşlandığı ve artık çişini tutamadığı için yirmi yıllık ev arkadaşı tarafından soğuk bir kış günü sokağa terkedilen köpek olma sırası sendeydi artık. Kendini en azından hayatın bir alanında kanıtlamış olduğunu düşünenlerdendin ama bir anda kanıtının yanlış olduğu söylentiler dikilmişti karşına. O da elinden alınırsa ne yapacaksın, bu yaştan sonra hangi dala tutunacaksın, hangi duvara sırtını dayayıp hayatın güzelliklerini eskiden yaptığın gibi temaşa edeceksin? Sorular büyüyor, sen onların karşısında öğlen güneşinin zulmü altında küçülen gölge gibi kısalıp yok oluyordun.

Ne kadar uğraştıysan da okul attığı adımı geri almadı. Sende de tükürüğünü yalamak için eğilecek bel olmadığı için onurlu bir öğretmen olarak, içinde kaynayan bin bir türlü ikircikliğe rağmen istifanı verdin. Verir vermez de iş aramaya başladın. Ne de olsa Ağustos ayına kadar çok vaktin var, daha Mart ayına yeni girmiştik. Bir yandan Shenzhen’daki okullara iş başvurusunda bulunuyor, bir yandan da yayınevlerinden gelen ret yanıtlarını sinende öğütüp un ufak ediyorsun. Aynı zamanda karınla aran açılıyor, Wang Chenxi fırsatını buldukça başına kakıyor vermiş olduğun kararı. “Kendini düşünmediğin gibi aileni de düşünmüyorsun! Nereden bulacaksın böyle prestijli bir okulu şimdi? Hadi buldun diyelim, maaş verecekler mi?”. Xiao Ma’ya kızıp burnundan soluduğu akşamlarda daha da ileriye giderdi. “Neden yazmıyorsun? Sonunda farkına vardın değil mi yazdıklarının beş para etmediklerini. Herkese yukarıdan bakarsın, kimseyi beğenmezsin ama gördün mü bak, kimse de seni beğenmiyor. Neden beğensinler? Saçma sapan bir bahaneyle yıllarını verdiği güzelim okuldan ayrılan bir öğretmenin kendine, ailesine ne yararı olur ki insanlığa verebileceği bir ders olsun…”

Günler geçiyor, neşen yok, huzurun yok, tutkuyla dikkatini verebileceğin bir uğraşın yok. Boş vakitlerinde, eski bir dostu ziyaret eder gibi sürekli dağlara çıkıyorsun. Wutongshan’ı en tehlikeli patikalardan defalarca fethediyorsun. Tanglangshan’ın bir ucundan girip altı saat sonra diğer ucundan çıkıyorsun. Sırf yorulmak, eve gelince karının dırdırını çekerek değil de sıcak bir duştan sonra odanda yere serdiğin bir battaniyenin üzerinde sızabilmek, okullardan ve yayınevlerinden gelen kurşun gibi delici ret yanıtlarına dayanabilmek için yapıyorsun bunu. Boks yapmayı özlüyorsun, pornoyu özlüyorsun, Kanarya’yı özlüyorsun. Hiçbirisine de dönmüyorsun. Su çekmiş bir sünger parçası gibi ağırlaşarak küçülüyorsun olduğun yerde.  Yok olmayı, hiç var olmamış olmayı, dünyayı es geçen bir meteorun üzerinde birkaç saniyeliğine canlanıp ölüveren bir protein molekülü olmayı arzuluyorsun. Buna rağmen içine nedamet ve gurur karışmış sorular bırakmıyor peşini. Bazı günler istifa kararını vermekle yanlış bir iş yaptığını düşünüyorsun, diğer günlerde heyheylerin üstünde “o küstahlara bir ders vermek gerekiyordu” diyorsun. Futian’daki ve Nanshan’daki okullardan olumlu bir yanıt alamayınca pergelini daha uzak ilçelere doğru açıyorsun. Luohu’ya, Baoan’a, hatta Longhua’ya, Pingshan’a, Yantian’a, Guangming’e doğru çeviriyorsun radarını. Çoğu okul geç kaldığın bahanesiyle başvurunu kayda bile almıyor. Çin dışındaki okulları da denemeye başlıyorsun. Singapur, Tayland, Vietnam, Malezya, Kore… Neyse ki Nisan ayıyla şansın sana gülümsüyor Guangming’de yeni açılmış bir okuldan olumlu yanıt alınca atlıyorsun hemen. Guangming de olsa nihayetinde Shenzhen’ın sınırları içinde kalan bir okul. İşlemleri hızlandırmak, bir an önce sözleşmeyi imzalamak için önerdikleri maaşı hemen kabul ediyorsun. Gerçi sonra pişman olacaksın kendini bu kadar ucuza satmış olmaktan, gereksiz yere acele etmiş olmaktan ama elinde değil. Belirsizlik en sevmediğin şey hayatta, bir sonraki adımını atacağın zeminin varlığından emin olamamak. Sadece yazarken izin var belirsizliğe, yaşarken sağlam beşiklerin adamısın sen. Mayıs ayının başında imzalıyorsun sözleşmeyi. Her gün üç saatin yolda geçecekmiş, öğrenciler paralı velilerin çok da zeki olmayan çocuklarıymış, okul yönetimi okulun sahibinin fevri kararları sayesinde kukladan farksız hale gelmişmiş. Hiçbiri umurunda değil. Yeni bir iş, yeni bir hayat başlıyor senin için. Umutlusun, heyecanlısın, hatta bir nebze sevinçlisin. Ta ki Haziran ayının başında Türkiye’den gelen acı haberle yıkılana kadar… 


Devam edecek...