Bu Blogda Ara

10 Eylül 2017

Aforizmalar: Blog, Alışkanlık, Burma ve Müdür


20170909: Bu Blog Neden Var?: 2006 yılından beri yazıyorum bu bloğa (sayfaya). Pek bir okuyucusu yok. Facebook’a koyduğum ağbağları da olmasa kimsenin haberi olmayacak yazdıklarımdan. Çok da umurumda değil aslında okunmak, okunmamak ya da görmezden gelinmek. Bu sayfanın varlık amaçlarından birisi değil zaten çok okunmak, kitlelere ulaşmak ya da nesilleri etkilemek. Öyle bir amacım olsa ne yapar ne eder çok okuyucusu olan gazetelere, kolay okunan sansasyonel yazılar yazardım. Günümüzde meşhur olmanın yolu dedikodudan, ona buna laf atmadan, fikir üretmeden nara atmaktan geçiyor. Bakınız Ahmet Hakan, üzerinde derinliğiyle düşünülmüş, ciddi anlamda analiz içeren bir tane yazısı var mı? Adam argüman kurmadığı için paragraf bile yapmıyor. Tek cümlelik paragraflar, atıp tutmalar, hesap sormalar, ithamlar, tehditler... Sorsan Türkiye’nin en cesur, en aydın, en nitelikli yazarıdır. Türkiye'de köşe yazarlığı yapanların çoğu böyle şu anda çünkü halk bunları okuyor, bunları paylaşıyor. Düşündürmek zor olduğu için gaza getirmeyi hedefliyorlar. Neyse, dedikoduya daldım istemeden. Silmeyeceğim ama, içimin kurtlarını dökmüş olayım biraz. İki temel amacı var benim sayfamın. Birincisi, yazmış olduğum her şeyi depolama rolünü üstlenen bir arşiv işlevi. Yayımlanmış kitaplarımda yer alan öykülerin ve roman bölümlerinin dışında yazmış olduğum hemen her şeyi buraya koyuyorum. Başka sanal ortamlarda  yayımlanan yazıları da bir süre sonra buraya ekliyorum. Tabii ki dostlarıma yazdığım mektuplar, yarım kalmış hevesler, eskiden yazılmış aşk mektupları ve çok kötü / eksik olduklarını düşündüğüm bazı öyküler burada yoklar. Onun dışında çeviriler, şiirler, güncel konularda yazılmış metinler, kitap ve film eleştirileri, gezi yazıları, günce notları, zaytungvari haberler, İngilizce yazılmış bir takım öyküler ve denemeler… Hepsi burada. Yaklaşık beş yüz giri yapmışım şimdiye kadar. Bunların kimisi beş bin kelimelik kimisi beş yüz. Toplamda herhalde birkaç yüz bin kelimelik metin çıkar bu sayfadan. Ne yazmışsam burada; bir çeşit kişisel tarih, zihinsel yolculuğumun seyir defteri. Belki on yıl öncesinden farklı düşünüyorumdur şimdi. Açıp okusam “Ne kadar da safmışım? Böyle cümle kurulur mu hiç?” diyeceğim metin çoktur burada. İkinci amaç ise daha pragmatik ve günün şartlarını daha yansıtır bir düzeyde. Sayfamda yayınlanan bir yazıyı istediğim zaman düzeltebiliyorum, değiştirebiliyorum, uzatıp kısaltabiliyorum. Yazılardaki fikirleri baş aşağı yenilemek gibi bir derdim yok, olamaz da ama bazen geri dönüp bakarken kötü bir cümle ya da yanlış yazılmış bir kelime görüyorum. Hemen girip düzeltebiliyorum. Başka yerlerde yayımlanan yazılarda böyle bir olanağım olmuyor. Ayrıca, hangi yazıya hangi resmi, nereye ve ne şekilde koyacağıma karar vermek güzel bir şey. Bir gazete / internet haber sitesi benim yazımı yayımlarken çok dikkat etmeyebiliyor böyle şeylere, baştan salma işler çıkarabiliyor. Ayrıca yazıyı istedikleri gibi kırpıyorlar, sansürlüyorlar ya da kendileri için önemsiz olan yerleri tamamen kesip atıyorlar. Ben ise istediğim uzunlukta yazılar kaleme alabiliyorum. İstediğim kadar resim koyabiliyorum. Konuya, uzunluğa ve üsluba ben karar veriyorum. Sansürlenme kaygısı duymadan istediğim gibi yazabiliyorum. Bir çeşit özgürlük platformu benim için. Ben bir gün sesimi yitirsem bile sesim olmaya devam edecek bir enstrüman bu sayfa. Son on bir yılda nasıl sesimi hapsetmişse önümüzdeki on yıllarda da aynı işi yapmaya devam edecektir umarım. Blogspot servisi kapanana kadar da ziyaretçilere açık kalır.

20170910:  Alışkanlıklar: “Ritüeli olmayanın başarısı da olmaz.” yazmışım not defterime. Üzerinde düşünebilmek için ancak vakit bulabildim. Gerçekten de insan disiplini alışkanlık haline getirmedi mi hiçbir işi hakkıyla bitiremiyor. Ya bitiriyor nitelikten ödün veriyor ya da nitelikten ödün vermek istemediği için asla bitiremiyor. Biten işin insana başarı getirip getirmemesi önemli değil ayrıca. Esas olan insanın kendisini tatmin edebiliyor, “Bir şey başardım” diyerek hayatta kendisine bir anlam yaratabiliyor olması. Tabii ki burada bir takım evrensel, handiyse sanatsal / bilimsel kıstaslar konulabilir. Yoksa modern zamanların “Sen değerlisin, her şeyin en iyisini hak ediyorsun. Kendini küçük görme.” gibi bireysel özgürlüğü destekler gibi görünen ama aslında bireysel harcamayı körükleyen kapitalist anlayışına varırız. İnsanları birer tüketim makinesi haline getirmek için üretilmiş dev bir balondur o. Hayır efendim, değerli bir şey üretmedikçe değerli falan değilsin. Ailen ve yakın arkadaşların için önemli olabilirsin ama bu herkes için geçerli bir durumdur. İnsanın toplumsal hayatta gayretinden ve ortaya koyduklarından başka bir şeyi yoktur. Kendi hayatına kattıklarınla değil başkalarının hayatına kattıklarınla ölçmelisin başarını. Disiplini alışkanlık haline getirmemişsen, hiç zorunlu olmadığın halde her gün aynı saatte, aynı yerde, aynı masada, aynı yöne bakıp aynı müziği dinleyip aynı içeceği yudumlayıp uzun zamandır üzerinde çalıştığın projeye odaklanmamışsan; o herkese nasip olan “En iyisini hak ediyorsun” müjdesi senin için değildir. Hiçbir büyük roman, hiçbir muhteşem resim, heykel ya da müzik yapıtı, hiçbir bilimsel buluş bir günde gerçekleşmiyor. Hepsinin arkasında aylarını, yıllarını, hatta on yıllarını o tek işe adamış inatçı ve ısrarcı bir zihin var. Kimse takmasa bile o takıyor, kimse inanmasa bile o inanıyor, insanlar “vaktini boşa harcıyorsun” dese bile o “vaktini boşa harcamaya” devam ediyor. Başkalarının gözünde değer kazanma amacından çok kendi hayatına anlam katma dürtüsü hâkim. Sınırlarını zorluyor, eğlenceye ve kahkahaya bir süreliğine ara verip, sık sık, sonucundan emin olmadığı, asla da olamayacağı projesine dönüyor. Gündelik hayatın yapaylıklarından ve geçici heveslerinden kaçmak için bulunan bir çeşit sakin liman burası, kendisini tekrar ederek anlam üreten bir makine. Tıpkı sütün saatlerce çalkalanıp tereyağına dönüştürülmesi gibi; sabır, niyet, inat ve inanç gerektiriyor. Alışkanlık ise insana bu noktada yardım eden, kol kanat geren ve hatta işleri bir hayli kolaylaştıran sadık bir arkadaş. En başlarda belli bir işlevi yerine getirsin diye yapılan davranışlar, zamanla olmazsa olmaz hale geliyorlar. Yokluklarında boşluklar, hatta insanı içine çekip boğan anaforlar bırakıyorlar. Bu da insanın aslında aklını her daim kullanan bir varlık değil de aslında alışmış olduğu şeyleri yaptıkça mutlu olan bir varlık olduğunu gösteriyor. Günlük hayatımızda yer alan eylemlerimizi şöyle bir sıralasak, bunların büyük bir çoğunluğunun artık nedeninin sorgulamadığımız alışkanlıklar olduğunu fark ederiz. Mesele, alışkanlık sahibi olmak değildir. Onu her halükârda yapıyoruz. Mesele verimli alışkanlıklar geliştirmektir. Spor gibi, sanat gibi, zanaat gibi, bilim gibi, yardıma muhtaçlara yardım etmek gibi… Başlangıçta bir ihtiyacı karşılasın ya da bir boşluğu doldursun diye kendisine yer açılan pek çok alışkanlık, zamanla hayatımızda ne kadar çok boşluk olduğunu bize öğreten dev birer buz dağına dönüşüyorlar, öyle ki bir süre sonra bizler bu buz dağının erimesinden korkar hale geliyoruz. Aslına bakılırsa şu anda bile hayatımızın yüzlerce alışkanlık etrafında döndüğünü görebiliriz. Yapılması gereken şey, bunların hangilerini devam ettirmek istediğimize karar vermektir. Hangilerini çöpe atıp hangi yenilere başlayacağız. Dindar bir müslümanın günde beş kere camiye gitmeyi alışkanlık haline getirmiş olması gibi, nitelikli ürünler vermek isteyen bir sanatçı da dinsel bir ritüelin amansız bir müdavimi gibi olmalı, günün belli bir saatini aynı biçimde eseri için kurban etmelidir. Pop –çöp- sanatın pençelerinden uzaklaşıp derinlikli ve içten sanat sadece bu şekilde yapılır ya da başarının ilk koşulu budur demiyorum. Sanatın koşulu olmaz, sanatçı içinde yaşadığı toplumun çocuğudur. Dolayısıyla sonsuz sayıda etkenin etkileşiminin bir sonucudur. Öyle birkaç etkeni cımbızlayıp sanatçı yaratamayız. Hayatım boyunca da “Yazmanın on kuralı”, “Yazarlığa yeni başlayanlara beş altın tavsiye” gibi şeylere burun kıvırdım ama kim olursa olsun, ister genç bir yazar olsun, ister üniversiteye yeni başlayan bir öğrenci, isterse hayatına yön arayan liseli bir ergen; disiplinli çalışmayı ve disiplini alışkanlık haline getirmeyi hep salık verdim. Kendim çok disiplinli ve çalışkan birisi olduğum için değil, elimden geldiğince öyle olmak istediğim ve olamadığım zamanlarda işin ıstırabını çektiğim, kendimi kötü / eksik / tembel hissettiğim için. (Vaktiniz olursa Charles Duhigg’in “Alışkanlıkların Gücü” (The Power of Habit) adlı kitabına bir göz atın. Benim burada özetlediğim şeyleri uzun uzun, bilimsel kanıtlarıyla anlatmış.)

20170908: Burma’daki Katliam: Unutmamamız gereken en önemli gerçeklerden birisi kurumsallaşmış dinlerin doğaları gereği politik olduğudur. Bireylerin zihnini, bedenini ve küçük büyük tüm toplumsal ilişkileri kontrol eden bir oluşum eninde sonunda siyasi alanda da yerini alıp yaptırım gücünü kullanacak ya da bu gücü birilerine kullandıracaktır. Bu yüzden siyasi İslam ifadesi en az siyasi Budizm ya da siyasi Hristiyanlık kadar totolojiktir, “doğuran memeli” demekten farksızdır. Bu açıdan bakınca, Burma’da yaşanan katliamı “Katil Budistler” diyerek lanetleyen, sosyal medyada örgütlenen ve konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan fotoğrafları paylaşıp mazlumların yanında olma konusunda haklıyken masumları hedef göstererek haksız duruma düşen güruh; benzeri bir zulmü kendi dinlerinden birileri işleyince “Gerçek İslam bu değil.” bahanesinden başka bir yönteme başvuramazlar. Oysa; dinler, özellikle de kurumsallaşmış dinler, en kolay ve en ucuz motivasyon aracıdırlar. Siyasi erk bunu çok iyi bilir. Halkı mobilize etmenin, kısa sürede net sonuç almanın ve nihayetinde iktidarı korumanın yolu bu motivaston aracını amaca uygun bir şekilde kullanmaktan geçer. Bugün Burma’da yaşanan zulmü ve insanlık dışı durumu “Gerçek Budizm bu değil.” gibi günü kurtaran laflarla geçirmek de en az “Yolda gördüğün Budist rahibi evire çevire döv.” demekten farksızdır. Gerçek Budizm de, tıpkı gerçek İslam gibi barışı, itaati, birliği, dayanışmayı ve sadakati teşvik eder. Bütün bu hasletler yeri geldiğinde kendin gibi olmayanlara saldırabilmen için hazır olmanı da sağlar. Dinlerin barışçıllığı kendilerinden olmayanların kendilerine ait kaynaklara göz koymasına kadardır. Birleştiren her şey birleştirdiklerini birleştiremediklerinden ayırmakla maluldür. Bu yüzden sorunu dinler arası diyalog ya da dinlere / dindara saldırarak çözemeyiz çünkü ne saldıranlar Budist kimlikleriyle ne de saldırılanlar Müslüman kimlikleriyle sorunun içine düşmüşlerdir. Olayların arkasında yatan siyasi, ekonomik ve tarihsel gerekçeler ortadan kaldırılmadan ateş sönmez, acılar dinmez, mağduriyetler sonlandırılmaz. Bunu da ancak siyasi iktidar ya da iktidarlar birliği yapabilir. Bireylere düşen ise, konuyu tarihsel süreciyle anlayıp anlatarak kamuoyu oluşturmanın dışında, yangına körükle gitmek yerine insani yardım kampanyalarına elinden geldiğince katılarak çorbaya tuz eklemektir.

20170907: Okul Müdürüm: Bu sabah okula gelirken bizim okulun müdürünü gördüm. Eski bir bisiklete binmişti. Kendisini bildim bileli okula bisikletle geliyor zaten. Üzerinde sıradan bir gömlek ve pantolon vardı. Sokakta görseniz aklınızın ucundan bile geçmez bu adamın üç bin öğrencili prestijli bir okulun müdürü olduğu. Selamlaştık, biraz da utandım halimden. O bisiklete biniyor, ben e-bisiklete. Güler yüzlü bir adam, çalışkan, sürekli hareket halinde, kapısı her daim açık. Ne sekreteri var ne de odasına girme protokolü. Türkiye'deyken çalıştığım okulun müdürünün lüks arabası vardı ve lojmanda kaldığı halde bazı günler üç yüz metrelik mesafeyi gıcır arabasıyla gelirdi. Odasının girişinde kocaman sekreter odası vardı ve randevusuz içeri giremezdiniz. Takım elbisesiz görmedim kendisini. Gerile gerile yürürdü, etrafına korku salmak ya da hak ettiğini düşündüğü saygıyı kazanmak için. Bir keresinde odasında yapılacak toplantıya elimde boş fincanla girdiğim için beni kovmuştu. Haddimi bilmeliymişim, ben kendimi ne sanıyormuşum... İşin bir başka tuhaf yanı da şu: Burada çalıştığım okul kentin en zenginlerinin / etkili ailelerinin çocuklarını gönderdiği bir okul. Türkiye'de çalıştığım yer ise adı gereği mütevazı olması gereken, bağışlardan başka bir gelir kaynağı olmayan köklü bir vakıf okuluydu.

2 yorum: