Bu Blogda Ara

14 Eylül 2017

Kaşgar Notları 10 (Son): Viranşehir, Halk Parkı ve Dönüş





Öğlen vaktinin sakinliğiyle mayışmış meydanı boydan boya geçip hafif bir yokuştan aşağıya doğru yürüyorum. Dükkânlara, reklam panolarına, meyve satan seyyar satıcılara ve en çok da dişçilere bakarak ilerliyorum kaldırımda. Evet, dişçilere! Burada her yerde, kuruyemişçi dükkânı gibi diş muayenehanesi açılmış. Manavla kasabın arasında, kasabın dükkânından biraz daha geniş bir yeri diş muayenehanesi olarak düzenlemişler. Kapının hemen sağında en sadesinden bir hasta kabul yeri, onun yanında birkaç tane bekleme sandalyesi, bu sandalyelerin karşısındaki tam teçhizatlı koltukta, ağzındaki acıdan dolayı krize girmiş müptelalar gibi ayağı bacağı titreyen, diş ağrısından mustarip bir halde uzanmış hasta, hastanın başı ucunda elindeki matkapla lehim yapan televizyon tamircisi gibi başını yukarı aşağı sallayan bir doktor ve onun yanıbaşında işi öğrensin diye verilmiş çaylak öğrenci… O kadar çok gördüm ki böyle yerler artık tuhafıma gitmiyorlar. Merak ettiğim şey diş muayenesi için mi yoksa daha önce Türkmenlerde ve Kırgızlarda gördüğüm altın diş taktırma geleneği için mi sayıca bu kadar çoklar. Burada da bolca var altın dişli teyzelerden. Gülünce ağzının içinde güneşler açıyor, hazine bulmuşsun gibi seviniyorsun. Türkiye’deyken böyle insanların mezarlarının mezar soyguncuları tarafından açılıp, mevtanın ağzındaki dişlerin söküldüğünü duymuştum. Ne kadar doğrudur bilinmez ama gayet mantıklı. O kadar altınla gömülürsen, sen görmesen bile o altınların yakın bir zamanda tekrar gün ışığı göreceğini hesaba katmalısın.


 Viranşehir, yani eski Kaşgar, üzerinden arabaların geçtiği bir köprüden sonra. Gepgeniş bir parkın öteki yakasında. Oralarda tuvalet bulamam diye parka girmeden önce yol kenarındaki bir umumi tuvalete giriyorum. Kaşgar’da beni şaşırtan ikinci olayla burada karşılaşıyorum. Tuvalet paralı. 1 Yuan istiyor girişteki kadın. Cami tuvaletlerinde almamışlardı para, belki de müslüman olduğumu düşündükleri içindi. Demek Çinlilerden hep alıyorlar ya da müslüman gibi görünmeyenlerden. Neyse, böylece Çin’de geçirdiğim dört yıl boyunca ilk defa umumi tuvalete para veriyorum. 1 Yuan yaklaşık yarım TL eder. Şanghay – İstanbul arası yolun yarısını gelmiş olduğumun başka bir kanıtı gibi. Buraya kadar fiyat yarım TL arttı, buradan sonra yarım TL daha artacak ve İstanbul’a vardığımda tuvalete 1 TL vereceğim. Yalnız, tuvallete ilginç olan tek şey paralı olması değil. Büyük abdest bozma yerlerinin kapıları da yok. Bir tane pisuar var, dört tane de kabin. Kabinler alçak beton duvarlarla birbirlerinden ayrılmışlar ama kapıları yok, hiç olmamış. Daha önce Tiannenmen Meydanı’ndaki tuvaletlerde de benzerini görmüştüm ama oradaki kapıların güvenlik nedeniyle sadece Ulusal Hafta (1-7 Ekim) için söküldüğü mesajı asılmıştı duvarlara. Yani kapılar varmış ve sökülmüş, burada kapı hiç olmamış. Neyse ki işim küçük, çabucak halledip çıkıyorum. Bu arada çaktırmadan iki tane de fotoğraf çekiyorum. Aslında çok şaşılacak bir durum değil bu. Çalıştığım okulun yakınlarında da benzeri bir umumi tuvalet var. Bir keresinde ortaokullu bir çocuğu çömelmiş halde, bir yandan işini görüp bir yandan da elindeki telefondaki oyunu oynarken görmüştüm. Kazayla gözüm çarpmıştı ama malum, böyle şeyler bir ömür boyu kazınıyor insanın zihnine. Çinliler için sıradan bir şey belki ama Kaşgar gibi Müslümanların çoğunluk olduğu bir yerde böyle bir şeye rastlamak… Gerçi, biraz düşününce tek bir mantıklı anlamı olabiliyor bu durumun. Bu umumi tuvaleti Müslümanlar kullanmıyorlar. Onlar camilerin tuvaletlerini, hem de para ödemeden kullanıyorlar. Para verip bu tuvaleti kullanan Çinli ya da yabancı turistlerin de durumdan bir şikâyeti yok. Alternatif bir açıklama da güvenlik yönünden yapılabilir. Bir terörist tuvalete girip, kapıyı üzerine kapatıp, yakınlardaki bir bomba düzeneğini elindeki telefonla buradan harekete geçirmesin diye örneğin…  



Tuvaletten çıkıp yoldan karşıya geçiyorum. Köprüden hemen sonra da parka dalıyorum. Ağaçların altında insanların şekerleme yaptığı, genç sevgililerin gözlerden ırak kuytuluklar aradığı, suyun kenarında geniş şapkalı amcaların balık tuttuğu, her ne kadar Çin mimarisine uydurulmaya çalışılsa da bana daha önce Çin’de görmüş olduğum parkların hiçbirisini andırmayan bir yer burası. Okuldan kaçıp sevgilisiyle buluşan liseli gençler de var, bulduğu bir ağaç gölgeliğinde ders çalışan yeni mezun işsizler de. Hatta bunlardan birisinin yanına yanaşıyorum. Kimya çalışıyormuş. Adı Ahmet. Gözleri açık kahverengi, teni güneşe rağmen beyaz, yüzü insana güven veren türden. Kazak mısın diyorum, “Hayır, buralıyım. Uygurum.” diyor. Üniversiteyi yeni bitirmiş, Kimya okumuş; Sincian’ın dışında, Çin’in başka bir yerinde çalışmak istiyormuş. Bu yüzden de bir sınavı geçmesi gerekiyormuş. Bir süre muhabbet ettik; ona öğretmen olduğumu, Çanco’da yaşadığımı, Gaokao sınavı dolayısıyla dört günlük tatilim olduğunu söyledim. Gaokao’nun ne kadar zor bir sınav olduğundan söz etti bana. Sonra kalktık,  birlikte gidip seyyar bir satıcıdan su aldık. Ardından “hoş” deyip ayrıldık. Ben parkın ötesinde, okyanusun dalgalı yüzeyinden yükselen minik bir ada gibi şehrin bağrında unutulmuş metruk kente yöneldim, o da kaldığı yerden kimya kitaplarına.





Viranşehir adını buraya ben verdim. Gerçekten de modern binaların, yolların, köprülerin arasında asla iyileşmeyen bir yara gibi kalmış. Sanki kendisine bir suç isnat edilmiş de o inadına masumiyetini iddia ediyor. Ya da yaramazlık yaptığı için sınıfın arkasında tek ayağı üstünde durma cezasına çarptırılmış mahzun bir öğrenci gibi bakıyor şehrin kalanına. İltihap kapan, ha bire kanayan, kabuk bağlayan, içi irinle dolan ve sonrasında irinini boşaltıp tekrar iltihap kapan bir yara gibi adeta. Etrafını kıytırık bir aliminyum setle çevirmişler. Geçici inşaat alanlarının bile duvarlarla örüldüğü Çin’de bu mavi set komik kaçmış. Sanki “Biz etrafını çevirdik ama siz içeriye girmek isterseniz, aralardan girebilirsiniz.” demek istemişler. Gerçi, mavi set çok da uzun değil, viranşehrin tamamını çevrelemiyor. Dolayısıyla biraz yürüdükten sonra açık yerler bulmak mümkün. Zaten içeride hâlâ yaşayan insanlar, dükkân işleten tüccarlar var. Nasıl kapatsınlar?




Parkın kıyısına oturmuş, viranşehrin son yıllarının resmini çizen ressamların yaptıkları işlere gözucuyla şöyle bir bakıyorum ve yolun karşısına geçiyorum. Az ileride gördüğüm bir merdiveni tırmanıp yıkık dökük şehrin içine dalıyorum. Türkiye’deki köyümü ve köyün gözden ve gönülden ırak köşelerinde kendi haline bırakılmış evleri hatırlatıyor baktığım her yer. Güneşin kavurduğu çöplerin üzerinde vızıldayan sineklerin yanından, toprağın sarısıyla dökülen tuğlaların kırmızısının karışımından ortaya çıkan ve yer yer flamingoların gagalarını andıran bir pembeye, başka zamanlarda da olgunlaşmamış portakal gibi eksik bir neftiye çalan sokakların tozlu zemininde, sıcaktan iyice yumuşayıp genişleyen elektrik tellerinin gölgelerinin üzerinde, yanımdan geçen motosikletlerin arkada bıraktıkları ince toz bulutunun içinde ve en çok da evlerin gölgeliklerinde oturup cuma namazı vaktini bekleyen dünyanın en sessiz dedelerinin gözlerinin önünde yürüyorum. Ön cephesinin yarısı çökmüş ama kapısı ve kapının üzerindeki mavi numarası düşmemiş evler içimi acıttı kimi zaman. Kıvrılarak giden araba genişliğindeki sokakların birkaç metre ileride karanlığa yenik düşüp bana, bilinmeyene karşı duyulan korkulara benzer korkular yaşatmasına aldırmadım. Yaşadığı yerin sefaletini umursamaksızın kapısının önüne önce su serpen, sonra da süpürgeyle süpüren genç kadını görünce insanın her koşulda kendi asgari yaşam bilincini oluşturduğunu fark ettim. Göğün mavisiyle, kirli çatıların soluk kırmızısının birleştiği yerlere konup göçen büyük kuşları görünce umutlandım, kemerli yeşil kapının arkasında kalan caminin girişinin kilitli olduğunu anlayınca üzüldüm, yanımdan geçerken kahkahalar atarak bir şeyler söyleyen çocuklara gülümsedim, pembe kapılı bir evin avlusunda sandalye tamir eden adama selam verdim ve viran şehri terk etmeden önce bir çömlekçi dükkânına daldım.






İçerisi karanlıktı ama tavandan gelen bir ışık huzmesi görmem gereken kadarını bana göstermeye yetiyordu. Dükkân aslında evin odalarından birisi ama odaların arasından geçen geniş bir koridor evle dükkân arasında doğal bir ayrıma neden olmuş gibi. Ev olan kısımda bir yığın çamaşır var. Yaşlı bir kadın, merdaneli bir çamaşır makinesinin yanında çamaşır yıkıyor. Makine çalışmıyor sanırım. Balkondan ziyade teras olarak adlandırılabilecek bir yer burası. Kenara yanaşıp, aşağıyı izliyorum. Az önce içinde geçtiğim park ve ötesindeki Kaşgar şehri gözlerimin önünde. Güzel bir manzarası olduğu iddia edilebilir aslında. Paraları olsa belki de buraya bir kafe açarlar. İnsanlar –özellikle de turistler- eski Kaşgar’dan yeni Kaşgar’ı izlemek için gelirler buraya. Bir yandan çay kahve içerler bir yandan da çanak çömleklere bakarlar, satın alırlar. Tabii bu çamaşırların, etrafa saçılmış türlü eşyanın, yıkıntıların ortadan kaldırılması şart.



Beni terasın kenarında karşıya bakarken gören kırmızı başörtülü genç bir kız yanıma geliyor ve dükkânın arkada olduğunu hatırlatıyor. “Biliyorum” anlamında başımı sallıyorum ve arka tarafa geçiyorum. Az önceki karanlık gitmiş çünkü ışığı açmışlar. Etraf Kaşgar usulü boyanmış kahve fincanları, kül tablaları, tabaklar, tencereler, irili ufaklı vazolar ve Aladdin’in Sihirli Lambası’nı andıran çaydanlıklarla dolu. İçeride bir genç kız daha var –mavi başörtülü- ama o elindeki telefondan kaldırmıyor başını. İçeride dolanıyorum bir süre. Kırmızılı kız nereli olduğumu soruyor. “İstanbul” deyince o kadar şaşırıyor ki mavili kız bile telefondan başını kaldırıyor, gülümsüyor. Denizi soruyorlar bana. Topkapı Sarayı’nı ve Sultan Süleyman’ı… Dilim döndüğümce anlatıyorum. Vakit bulunca da duvarlardaki fotoğrafları soruyorum. Çömlekleri yapan ustanın gençliğinden ve çocukluğundan kalma fotoğraflarmış. Ustalardan öğrenmiş bu işi, elli yıldır da bu işi yapıyormuş. Ufak bir kahve fincanı –dışı parlak bir yeşile boyanmış, kulpu turuncu- alıyorum. Kız kâğıda sarıyor fincanı ve beni kapıya kadar uğurluyor. Onlara el sallarken aslında benim için Kaşgar’ın bitmiş olduğunu bilmiyorum o anda. Geldiğim dar sokaklardan, toprağın havaya karışıp eridiği ve nihayetinde havanın rengini değiştirdiği meydanlardan, içine girince gözlerin alışmasının uzun sürdüğü gölgeliklerden geçiyorum yine. Merdivenlerden aşağıya inince viranşehrin etrafında tam bir tur yapmak gibi bir istek doğuyor içimde. Dışarıya bakan evlerde doluluk oranı daha fazla. Sefalet ve yoksulluk daha az denilemez ama en azından evlerinin önünden araba geçebilecek genişlikte yolları var bu insanların. Kimisi üçtekerini, kimisi eski arabasını park etmiş. Yaşlı bir amcayla cuma namazının vakti hakkında kısacık bir konuşmamız oluyor. İçerideki camide namaz kılınıyormuş ama çok gelen olmuyormuş. İnsanlar çalıştığı için merkezi semtlerdeki büyük camilere gidip işlerine dönüyorlarmış. Amcaya vedalaşıp turumu tamamlıyorum. Ardından da Halk Parkı’na doğru yürüyorum.




Halk Parkı Kaşgar’ın en önemli eğlence ve dinlence yeri. Kaşgar’daki ilk günümün akşamı da gelmiştim ama vakit geç olduğu için çok kalamamıştım. Dev Mao heykelinin –Çin’deki en büyük Mao heykeli olduğuna dair bir söylenti duymuştum ama doğru olmadığını düşünüyorum. Yalnız, Çin’in en batısındaki yarı özerk eyaletin en batısındaki şehre hükümetin neden bu kadar büyük bir heykel diktiğini anlamak için siyaset uzmanı olmak gerekmez.- önünden geçip parka giriyorum. Mao’nun eli parkı işaret ediyor. Buyrun der gibi, bir çeşit mihmandar. “Bu şehir benim, siz de miafirsiniz. Gelin, bir de parkımızı görün.” diyor ziyaretçilere.  İnternette başka bir kaynakta da bu heykelin halk tarafından “Güvercin Besleyicisi” olarak anıldığını okumuştum. Etrafta pek güvercin göremiyorum ama sıcaktan dolayı güvercinler parkın içindeki gölgeliklere çekilmiş olabilirler. Akşamüzeri ya da sabahları gelmek lazım güvercinleri görmeye.




Mao heykelinin birkaç fotoğrafını çekip parkın ön cephesine doğru yürüyorum. Girişte güvenlik kontrolü var. Tıpkı müzeye ya da uçağa giriyormuşuz gibi metal tarayıcıdan geçiyoruz. Bir kere girdin mi de etrafta polis falan gözükmüyor. Çok geniş bir park, bizim Çanco’daki Halk Parkı’ndan belki on kat, belki yirmi kat daha geniş. İçinde binlerce ağaç var. Yapay bir göl, spor araç gereçleri, Uygur kültürüne göre inşa edilmiş bir mini saray ve çocuklar için eğlence merkezi var. Sıcaktan mayışmış insanları ağaç diplerinde ya uyurken ya da masalarda kâğıt oyunları oynarken görüyorum. Hayat bir anda yavaşlıyor parkın içine girince. Korna sesleri, şehrin uğultusu ve geçim derdi uzaklardan gelen ve duyulmak istenmeyen nahoş seslere dönüşüyor. Burada zaman donmuş gibi, balıkların asla çıkamayacakları kavak ağaçlarının rüzgârın vurmasıyla çıkardıkları hışırtılar var, çocukların bitmeyen tükenmeyen çığlıkları var, yapay gölün kenarında uzanmış ve belki de sonsuza kadar bu halde kalmak isteyen genç sevgililer var, hamaklara rahimdeki cenin gibi kıvrılmış ve sandıklarından bile daha derin bir uykuya dalmış yaşlı amcalar var. Şehrin ortasında, şehirden uzak bir yer burası. Uzun uzun yürüyorum. Bir gün sonra bu saatte Çanco’da derste olacağım için tadını çıkarmaya çalışıyorum kavak ağaçlarının salınımlarının. Öyle güzel, öyle aheste, öyle zarif bir halleri var ki göğe doğru yükselen gövdelerine sarılmak, kabuklarından çıkan toprak rayihasını içime çekmemek için zor tutuyorum kendimi. İnsan böyle bir varlık işte, nerede görse çocukluğunu sarılmak istiyor. Hele ki benimkisi gibi arkadaşlarla, oyunlarla ve sokakların bitmeyen maceralarıyla geçirilmiş bir çocukluksa.






Akşama kadar parkın sağında solunda pinekliyorum. Bir ağacın altında kitap okuyorum, bir başka ağacın altında uyuyorum, bir başkasının yanı başında hiçbir şey yapmadan boş boş oturuyor ve etrafı gözlemliyorum. Hava biraz serinleyince yürüyerek kervansarayıma dönüyorum. Güneş battıktan sonra dışarı çıkıp bir şeyler atıştırıyorum, avluda oturup diğer gezginlerle muhabbet ediyorum, bira içip birikmiş hikâyelerimi anlatıyorum, onların hikâyelerini dinliyorum. Sabah uyanınca da bir taksiye atlayıp havaalanına gidiyorum. Kaşgar’dan ayrılırken içim huzurlu. Üç günümü dolu dolu geçirdim, çok şey öğrendim. Ne kimilerinin dediği gibi buranın insanının Çin zulmü altında inim inim inlediğini gözlemledim ne de diğerlerinin dediği gibi her şeyin pir-ü pak sorunsuz olduğunu. Artık dönebilirim, dönüp gördüklerimi başkalarına anlatabilirim…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder