Bu Blogda Ara

06 Eylül 2017

Kaşgar Notları 8: Pazar ve Yenilenmiş Eski Şehir

Çölden çıkınca bir gölgelik bulup uzanıyorum. Gözlerimi kapatıp çeşit çeşit imgelerin bana gelmesini bekliyorum nereden estiğini bilmediğim rüzgârın tadını çıkararak. Bir şeyler aklıma geldikçe kalkıp defterime notlar alıyorum, çöl ve göl hakkında. Ben beş-on dakika bekleriz, sonra da gideriz diyordum ama genç çift bir türlü dönmüyor çıktıkları göl gezisinden. Belki de benden intikam alıyorlar bu şekilde. “Biz o yabancıyı iki saat bekledik, şimdi de o beklesin bizi!” diyorlar. Olan tabii yaşlı amcalara oluyor. Onların kimseden intikam almak gibi bir dertleri yok. Bu dünya böyle, başkaları hakkında hain planlar yapmayanlar haksızlığa maruz kalmaya mahkûm. Gerçi bu genç çiftin intikam gibi bir amaçları olduğunu hiç sanmıyorum. Gölden sonra belki onlar da çöle girmişlerdir. İleride, gölün öteki uzunda, gelin gibi süslenmiş develer var çünkü, bu güzel hayvanlar göl turu yapmıyorlardır herhalde.


Bir ara sızıyorum uzandığım sert zeminin üzerinde. Uyandığımda yaşlı amcaların gençleri beklemeyip yemeğe gitmek istediklerini öğreniyorum. Hep birlikte yürüyerek geniş bir Uygur lokantasına gidiyoruz. Atların dinledikleri yere çok da uzak değil burası. Parkın içinde bir çeşit dinlenme yeri, çölün ortasında bir vaha. İçeride bildiğimiz yüksek masalar var ama lokantanın yola bakan yan kısımları, ortasında alçak sofralar barındıran renkli minderlerle döşenmiş. Sanırım bu tarz yerlere “Şark Sofrası” deniyor bizde. Ben bu minderlere oturmak istiyorum ama amcalar alışık olmadıklarından olsa gerek normal masayı tercih ediyorlar. Onlara uyuyorum. Tavanlardan sarkan kavunvari kuru meyvelerin altında bir şeyler atıştırıp –dışarıdaki fiyatın 2-3 katı fiyat var ve seçenek çok az- karnı tok bir kedi gibi minderlere uzanıyorum. İçimden de kızıyorum bizim şoföre, “Madem böyle bir yer vardı, neden beni yatırdınız pürtüklü tahtanın üzerine?” Şoför yanıt veriyor, dudağını bile kımıldatmadan, “Sert yer daha iyi senin belin için. Böyle yumuşak yerlerde yata yata fıtık olacaksın.”


Genç çift de geri gelip bir şeyler atıştırdıktan sonra yola çıkıyoruz. Vakit çok geç sayılmaz. Polis engeline takılmazsak gün batımına 3-4 saat kala varırız şehre. Yol boyunca cam kenarından köylere, köyle ana caddeyi ayıran yüksek duvara, o duvardaki resimlere ve resimlerde tasvir edilen hayata odaklanıyorum. Bir ara duruyoruz tuvalet molası için, fotoğraf çekme şansım da oluyor. İki ana kategoriye ayrılabilecek bu resimlerde birinci kategori buradaki halkın geleneksel yaşamı, ikinci kategori ise halkın ÇHC yasalarına –ya da ÇHC hükümetine- bağlı kalarak nasıl mutlu olabilecekleri. Tasvir edilen tüm resimlerde insanlar geleneksel kıyafetler giymişler. Kadınların başı kapalı ama saçları kısmen görünüyor. Burka yok, çarşaf yok, yüzlerini kapatan bir şey yok. Erkekler ise takkeli ve bol entarili, sakalsız ve bıyıksızlar. Takke müslüman erkeğin müslüman olduğunun göstergesi. Çin’in genelinde bu durum böyle ama arada merak etmiyor da değilim, örneğin okuyup mühendis / doktor / öğretmen olmuş bir müslüman çalıştığı yerde takmaya devam ediyor mu takkesini? Bu soru o anda kafamdan şimşek gibi geçiyor, yanıtın “hayır” olduğunu tahmin ettiğim için durmuyorum üzerinde. Erkeklerle birlikte dans eden kadınları tasvir eden resim radikal İslam’a karşı seküler yaşamı teşvik edici nitelikte. “Bakın işte böyle olun.” diyor adeta. “Eğlenmenize bakın. Hayatın tadını çıkarın. Geleneklerinizi devam ettirin. Burka yok geleneklerinizde, çarşaf da yok. Sakal bırakmak da yok!”


Bu propagandalar bir işe yarıyor mu ya da ters tepiyor mu bilmiyorum ama bana kalırsa doğru olana niyetleniyor Çin. Çünkü doğa gibi insanların zihinleri de boşluk kabul etmez. Eğer devlet görevini yapıp insanların –özellikle gençlerin- vakitlerini eğitimle, sanatla, sporla, bilimle ve ölçülü eğlenceyle dolduramazsa insanlar çok kolay bir şekilde kanıyorlar dışarıdan gelebilecek iştah açıcı tekliflere. Daha önce de yazdım, Çin şimdiye kadar yaşadığım ülkeler içerisinde en güvenli ve en rahat olanı. Tabii ki bu rahatlığın bir fiyatı olacak ve ödenen bu fiyat dışarıdaki rakipler tarafından inatla eleştirilecek. Hele ki ABD gibi ülkelerin Çin’in istikrarla ve inatla büyümesi karşısında takındığı kıskanç tavır, bir şekilde bölücü ve fitneci politikalarla kendisini gösterecek. Her fırsatta kaşıyor Sincian eyaletini; her fırsatta insan hakları ihlallerinden, din ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığından, insanların zulüm altında yaşadıklarından bahsediyor; sanki kendi insanlık karneleri Çin’inkinden on kat, belki de yüz kat daha kirli değilmiş gibi.


Radikalizm sadece Uygur bölgesi için değil, tüm dünya için büyük bir tehlikelidir ve bunun acısını en çok çekenlerden birisi de biz Türkiyelileriz. Az kurban vermedik memleketimizde patlayan IŞİD bombalarına, eğlence yerlerini basan otomatik silahlı canilere. İşte Çin kendisine de aynısının olmasını istemiyor, bu yüzden işi sıkı tutuyor. Bireysel anlamda belki bazı kısıtlamalar vardır ama uzun erimde tüm toplumun yararına olacak işler yapılıyor. Tabii ki arada tedbirlerin ayarı kaçıp gereksiz yere acılar yaşatılmıştır ama bunun sistematik olduğunu ve sadece Uygur Türklerine yönelik olduğunu sanmıyorum. Çin, ulusal güvenliğini tehdit eden veya gelecekte edecek her türlü oluşuma karşı en sert tedbirleri almaktan çekinmiyor. Tarih boyunca böyle yapmış, o binlerce kilometre uzunluğundaki set (The Great Wall of China) neden yapıldıysa bugünkü internet sansürü de (The Great Firewall of China) aynı nedenle yapılıyor. Konuyu daha fazla uzatıp, yazıyı siyasi bir manifestoya dönüştürmeye niyetim yok ama Çin hakkında düşünen, fikir üreten insanlara, batı medyasının yalanlarından biraz uzaklaşıp olaylara tarafsızca bakmalarını tavsiye ederim. İşler hiç de öyle göründüğü gibi kolay değil. Günümüz dünyası eksen değiştiren bir dönemden geçiyor. Dünyanın ekseni Avrupa’dan Asya’ya, ya da en iyi olasılıkla Avrasya’ya kayıyor. Çin’in yerinde hangi ülke olursa olsun, eğer yakaladığı ekonomik istikrarı sürdürmek istiyorsa benzeri politikalar sürdürmek zorunda kalacaktır. Hele ki süper güç olma yolunda kendisini aday olarak görüyor, dünyaya farklı bir vizyon önermeyi planlıyorsa.


 Kaşgar’ın merkezine vardığımızda Pekin saatiyle saat altı buçuk. Yerel –halkın kullandığı ama hiçbir resmiyeti olmayan- saat ise henüz dört buçuk. Akşama daha çok var. Odamda biraz dinlendikten sonra akşam serinliğinde çıkıyorum dışarı. Önce pazara gidip karnımı doyurmak istiyorum. Yoğun bir şekilde koyun ve tavuk ızgarası kokuyor pazarın girişi. Bizim mahalle pazarlarına çok benziyor buradaki pazar; satıcıların “Gel beş kuay, gel beş kuay” diye bağırmaları bana çocukken annemle gittiğimiz pazarları anımsatıyor. Sanırım en büyük fark pazarın girişine ve çıkışına metal tarayıcının konmuş olması. Bu tarayıcıdan geçmeden içeriye almıyorlar.

İlerledikçe et kokusu yerini meyve ve sebzelerin kokusuna bırakıyor. Sağdaki ekmekçiden ekmek, soldaki narcıdan taze sıkılmış nar suyu alıyorum ama kesmiyor ekmek açlığımı. İnsanların oturup yemek yedikleri kısımda etsiz bir şeyler arıyorum uzun süre ve tam vazgeçecekken nohutlu bir yemek buluyorum yiyebileceğim. Yanında da ayran içiyorum. Buranın yoğurdu biraz ekşi, ayrıca ayrana tuz katmıyorlar. Zaten ayran değil de hafiften sulandırılmış yoğurt gibi daha çok. Sanırım ayran haline gelmesi için içine konan buzun erimesini beklemek gerekiyor. Ben beklemiyorum tabii ki… Nohut zaten bol acılı, üzerinde uzun ince şekilde rendelenmiş salatalık ve fasulye filizi var. Yanında da haşlanmış yumurta. Bu yemekle ilgili bir başka ilginçlik de yemeğin servis ediliş şekli. Yemek kirlenmesin diye tabağa konur ya, burada tabak kirlenmesin diye etrafına plastik poşet geçirilmiş. Dolayısıyla plastik poşete geçirilmiş porselen bir tabaktan yemek yemiş oluyorum.   

Karnımı iyice doyurduktan sonra özgür hissediyorum kendimi. Artık fettan kokuların peşinde sürüklenmeyeceğim, sağa sola savrulmayacağım. Haşlanmış koyun kafalarının, şişlere geçirilmiş tavuk kanatlarının, fokur dokur kaynayan suyun içinde eriyip liflerine ayrılan sığır etlerinin yanlarından geçiyorum. Burada oturup yemek yiyen Çinli turist sayıca çok. Sanırım pek çoğu Kaşgar’ın farklı havasını en çok bu pazarda hissediyordur. Çin’in diğer kesimlerinde böyle bir pazar görmedim ben. Bizim evin yakınlarında taze sebze ve meyvelerin satıldığı iki katlı bir yer var. Pazardan çok dev bir manavı andırıyor. Tofudan karidese, domatesten muza her şey var burada ama açık havada değil ve geçici değil. Her gün açık ve içerisi iyi temizlenmediğinden olsa gerek genelde küf / nem kokuyor. Zaten bu kadar sebzenin ve meyvenin içeride uzun süre tutulmasından sonra duvarlar ister istemez nemlenecektir. Koku da kaçınılmaz olacaktır. Açık alanda nem olmuyor, kokular sadece meyvelerin, sebzelerin ve pişen etlerin kokusu oluyor.

Pazardan çıkınca eski Kaşgar’a dönüyorum. Bu arada meydandan geçerken İskender’in yanına uğramak geliyor aklıma. Bugün başıma gelenlerden sonra yarınki Karakul gezisini iptal etmek istdeğimi söyleyeceğim kendisine. Hiç mecalim yok açıkçası. Tekrar aynı polis tacizini çekesim yok daha doğrusu. Üst üste iki gün olmaz en azından. Tamam, Karakul (Kara Göl) Çin’in en batısındaki köyü olarak biliniyor. Çok güzel manzaraları varmış, yolları dağları delip yapmışlar, göl ayna gibi yansıtıyormuş uzaklardaki yamaçları ve tepeleri karlı dağları… İyi de yolda içi turist dolu minibüsü durdurup, benim yüzümden iki saat bekleteceklerse istemiyorum işte. O mahcubiyet duygusu tüm geziyi daha başlamadan bir işkenceye dönüştürüyor benim için. İskender’i bulamıyorum. Arayıp telefonda söylüyorum. “Paranı geri ödeyemeyiz.” diyor. Zaten öyle bir beklentim olmadığı için sesimi çıkarmıyorum. Kaşgar’daki son günümü şehrin içinde dolanarak geçirmeye karar veriyorum.

Meydandan çıkıp, kaldığım kervansarayın arkasındaki geniş sokaklara dalıyorum. Her ne kadar eski hali kalmamış olsa da yine de insana farklı bir dünyaya girmiş olduğunu hissettiriyor burası. Tamam, orijinal yapılar yıkılmış ve yerine “sahte” oldukları her hallerinden belli evler, duvarlar, kemerli kapılar, süslü pencereler, sağlam kaldırımlar yapılmış. Bir çeşit soylulaştırma (gentrification) projesi aslında yapılan. Kocaman bir alanı yıkıyorsun, bu alanın bir kısmını eski haline benzer şekilde yeniden inşa ediyorsun. Arta kalan alanı da ranta açıp hem kâr ediyorsun hem de harcanan masrafı karşılıyorsun. Ayrıca tursitlerin rahatlıkla girebilecekleri bir mekân yaratmış oluyorsun. Eleştirilebilecek yanları çok ama güzel yanları da yok değil. Daha önce de yazmıştım. Holywood filmlerindeki, Avrupalıların zamanında hayalini kurduğu zengin Arap kasabalarını andırıyor. Köşeden Ömer Hayyam çıkıp bir rubai okuyacak ya da Bağdad emirinin askerlerinden kaşan Sinbad koşarak yanımdan geçip ilerideki kalabalığa karışacak gibime geliyor.

Derinlere girdikçe, dar ve gölgelik sokaklara daldıkça daha çok buluyor gibi oluyorum aradığımı. Yenilenmiş, törpülenmiş, çirkin görüntüleri ortadan kaldırılmış, cilalanıp kullanıma hazırlanmış bir Anadolu kasabası var karşımda, her ne kadar bir turistin aradığı / arayacağı bu olmasa da! Sokaklarda top oynayan çocuklar, bir masanın etrafında oturmuş birbirlerinin kartlarını yutan ilkokul öğrencileri –okul önlükleri hâlâ üzerlerinde bazılarının-, kardeşinin bebek arabasını gezintiye çıkarmış ablalar, evlerinin önündeki saksıları sulayan yaşlı amcalar, kapı önlerinde oturmuş yaşlı kadınlar… Bildiğim bir coğrafyadaymışım hissi uyanıyor bende; yüzler tanıdık, sokaklar tanıdık, sokaklarda dolanan insanların halleri ve tavırları tanıdık. Belki de bir ben varım yabancı. Çocuklar benim yabancı olduğumu anlayınca pek de yanaşmıyorlar. Belki anne babalarından aldıkları tembih böyle, belki de benim geçici bir heves için –fotoğraf çekmek gibi- onları kullanacağımı seziyorlar. Şikâyetçi olmadan, sesimi çıkarmadan dolanıyorum. Konuşabildiklerimle konuşuyorum, ürküp kaçanların arkasından seslenmiyorum. Yaşlı bir amca bir akrabasının İstanbul’da çalıştığını söylüyor. Bir kadın çocuğuyla birlikte fotoğrafını çekmeme müsaade ediyor. Hatta poz veriyor fotoğraf için.

Hava kararmaya başlayınca odama geri dönüyorum. Kaşgar’daki ikinci günüm de ilk günüm kadar iyi olmasa da verimli geçti denilebilir. Geriye bir gün kaldı. Karakul’a gitmeyeceğim için, tüm günümü tembellikle, viran şehri gezmekle ve halk parkında oturmakla geçirebilirim. Öyle de yapacağım…

Buzlu yoğurt satan pazarcı.

Acılı nohut

Acılı nohutu hazırlayan kadın pazarcı

Şişlere geçirilmiş etler

Koyun kafaları / bacakları

Pazarın tadını çıkaran Çinli turistler


Bal ve benzeri ürünler



Buradan ekmek aldım. Soğanlı olan ilk birkaç ısırışta iyi geliyor ama bir süre sonra rahatsızlık veriyor. En azından bana öyle oldu. 


Akrabası İstanbul'da çalışan amca buydu. 






Yollarda gördüğüm sayısız dişçiden birisi...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder