Bu Blogda Ara

21 Eylül 2017

Kurgu ve Gerçek: Özçözümleme


“Sadece kurgu yazarken kendim olabiliyorum.” Bu cümlenin üzerinde düşünmek beni ürkütmüştür hep. Yalan bir hayatı yaşamak değil beni rahatsız eden, onu zaten yapıyoruz istesek de istemesek de. Sadece yazarken gerçek olduğuma inanıp diğer zamanlardaki hayatı ve bu hayatı mümkün kılan insanları ihmal etmek beni asıl endişelendiren. Sanatçı bencilliğinde, züppeliğinde ya da ukalalığında yuvarlanırken sanatı da sanatçıyı da var eden insanı unutmak. Oysa sanatın kaynağı olan düşünceler de onun serpilip yeşereceği yayın ve dağıtım organları da insanların emeğiyle var olur. Hiçbir insan bir diğerinden daha gereksiz, daha değersiz ya da daha anlamsız bir hayatı yaşamıyordur. Bakılması bilindiğinde her hayat bir romandır. Hatta şu bile söylenebilir. Rasyonaliteden uzaklaştıkça edebiyat değeri artar. Öyle değil mi? İnsan bütünüyle rasyonel bir valık olabilseydi edebiyat var olabilir miydi? Asıl konuma geri döneyim.

“Sadece kurgu yazarken kendim olabiliyorum.”  Kim söylemiş bilmiyorum. Bir filmde tiyatro oyuncusu rolündeki adam diyordu bir benzerini: Sadece sahnedeyken kendim olabiliyorum. Sanırım ben oradan arakladım, kendime göre yonttum. Nedir bu sanatçıların kendi olamamaları durumu? Ya da sanatı kendin olmak / özgürleşmek olarak görmekteki ısrarları? Tamam, toplumun kutsal saydığı kurumların baskısıyla hiçbirimiz yaşamak istediğimiz gibi yaşayamıyoruz. Her türlü bir araya gelme belli özgürlüklerden feragat etmeyi gerektirir. Hem pencere kenarında oturayım hem tuvalete rahat gideyim* diye bir şey yok! Olmadığı için de sanata sığınıyoruz, orada kendimize alt-benler yaratıp, bir yerden bastırınca başka yerden pırtlayan dikişleri eskimiş çantalar gibi varlık savaşına devam ediyoruz. Yarattığımız her karakterde söküklerden fırlayan bir yanımız yaşıyor; kıskançlıklarımız, utançlarımız, kapanmayan yaralarımız, dik duramayışlarımız, satılmışlığımız, kararsızlığımız, kısacası yaşayamamışlığımız sızıyor kelimelere. O kadar sızıyor ki bu sızıntıyı engellemenin tek bir yolu var. Yazmamak. Onu da yapamadığımız için devam ediyoruz ifşa etmeye yırtıklarımızın altından görünen yaralı bereli tenimizi.

Kendimden bir örnek vereyim. Hem böylece hayatımda ilk defa kendi yazmış olduğum bir öyküyü, sadece bana ya da beni çok iyi tanıyanlara nasip olacak bir yakınlıkla çözümlemiş olacağım. “Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam” öyküsünü 2014 yılının eylül ekim aylarında yazmış ve bloğa koymuştum. Yazarken aklımda ne vardı -yarışmadan haberim bile yoktu öyküyü yazarken- çok anımsamıyorum ama derdim en çok Çanco’nun sonbahar aylarını esir alan yağmurlarıydı. O aralar Çin’in güneyinde ve diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde bol bol sel felaketleri yaşanıyordu. İkisini birleştirip bir Çanco masalı yaratmaktı amacım ve sonuç da bildiğim kadarıyla çok fena olmadı. Tamam, bu öykü birkaç ayrı düzlemde okunabilir. Eve dönememek, bitmeyen gurbet ya da özlem, kötü şehirleşme, celladına âşık olan mahkûm vb izlekler istenirse bu öyküde bulunabilir, geliştirilebilir, üzerinde konuşulabilir. Benim ilgimi çeken nokta ise öyküyü yazmamdan, öykünün ödül almasından ve hatta kitap olarak yayımlanmasından bile yıllarca sonra geldi.

Kendimi yazmıştım işte, bunu geç de olsa fark ettim. Güneşli bir sabah evinden çıkan delikanlı bir daha evine dönemiyor ve geçici olarak yanlarında kaldığı akraba evinin temelli misafiri oluveriyor. Ehhh, ben de 2000 yılının mart ayında evimden çıkmış ve birkaç yıllığına yurt dışına gitmiştim. Gidiş, o gidiş. Hep seneye geri dönerim, biraz daha kalayım dönerim, ülke biraz düzelsin dönerim, ekonomi azıcık rayına otursun dönerim diye diye on iki yıl geçti. Sonra denedim, cesaretimi topladım ve döndüm. Bir yıl bile dayanamadım, kaçtım Çin’e sığındım. Her şeyi anlamanın, herkesin içinde olmanın, etrafımın fazlasıyla farkında olup ayaklarımdan prangalanmış gibi bir yerlere çekilmenin bana göre olmadığını fark ettim. Dört yıldır da Çin’deyim. Eve dönme planlarını hâlâ yapıyorum ama biliyorum bu planların bir anlamının olmadığını. Bir çeşit vakit öldürmece bu planlar, uzaklarda bir hayatının olduğunu unutmamak için yapılan faydasız çırpınmalar.

Gelelim öyküye. Oradaki ana karakter de evinden çıkıyor ve yarın dönerim, yağmur durunca dönerim, sel çekilince dönerim diye diye ayları geçiriyor misafir kaldığı evde. Geride bıraktığı hayat yavaş yavaş belleğinden silinirken, ara ara kafasında şimşek gibi çakan anılar başka bir hayata aitmiş izlenimi vermeye başlıyorlar. Unutmaya çalışılan bir eski sevgiliye dönüşüyor geride bırakılan hayat ve öyle ki unutmak başarmak anlamına geliyor öykünün kahramanı için. Bu yüzden şu sözler geçiyor yapıtın ilgili kısmında: Unutmuştu genç adam kentin diğer köşesinde bir evi olduğu gerçeğini. Öyle ki kimi zaman iki üç gün boyunca bir kere bile aklına gelmiyordu evi, odası, arkada bıraktığı çalışma masası. Böyle günlerden sonra odası aklına gelir, içini durduk yere bir özlem kaplarsa; kaç gündür bu olayın gerçekleşmemiş olduğunu hesaplamaya çalışırdı. Geride bıraktığı hayatı aklına bile getirmediği günlerden dolayı yetişkince bir gurur duyardı içinde, bir şeyleri geride bırakabiliyor olmanın getirdiği haklı bir özgüven belirirdi göğsünün ortasında.

Geçen yıl kadim dostlarımdan birisine yazdığım mektupta da Türkiye özlemini benzer bir metaforla işlediğimi anımsıyorum. O mektupta da Türkiye’yi eski bir sevgiliye benzetmiştim. Uzun süre ayrı kalınca neden birlikte olamadığınızı unutuyorsun. Bir daha deneyelim diyorsun. Cesaretini toplayıp buluşuyorsun, ona varıyorsun. Fakat çok sürmüyor heyecanın mutluluk olarak algılandığı zaman diliminin sonlanması. Bir araya gelince hemencecik kavrıyorsun daha önce neden ayrılmış olduğunuzu ve neden birleşme işinin ham hayalcilik olduğunu. Tekrar ayrılıyorsun, bir sonraki birleşme arzusunun dayanılmaz hale geleceği âna kadar aklına getirmiyorsun onu.

Geride bırakılan evin artık aynı ev olmayacağına dair sözler de var öyküde. Geri döndüğünde aynı odayı, aynı masayı, aynı kitapları, aynı arkadaşları, aynı yolları ve yordamları bulamama endişesi hem öyküde hem de gerçek hayatta var. Bunun yanında öyküdeki karakterin misafir kaldığı evin kızıyla evlenmesi çok ilginç bir paralellik. Bir de evin küçük çocuğunun ölmesi var. O çocuğu öykünün kurgusunun tamamlanması için ölmesi şarttı çünkü ana karakterin doldurması gereken bir boşluk gerekiyordu. Peki ya ölen çocuğun benim hayatımdaki yansıması ne? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Belki henüz vermediğim bir kurban bu çocuk belki de tam tersine, yıllar önce kaybedilmiş ama yokluğuna alıştığım için eksikliğini bana hissettirmeyen bir değer. Şimdi düşünüyorum da öyküdeki çocuk ölmese de olurdu. Bir şekilde kıvırırdık durumu. Demek ki bilinç dışı bir tercihle verdim onu öldürme kararını. Öyleyse eğer, yani ortada Freudçu bir çözümleme gerektirecek derinlikte bir “saklı niyet” varsa, bu durum, yazdıklarımın altında yatan gerçek dinamikleri asla bilemeyeceğim anlamına geliyor. Bu bilmeme durumu beni rahatsız etmiyor aslında. Hatta Nabokov’un romanlar ve öyküler için söylediği bir lafı anımsattığı için keyiflendiriyor beni: Her edebi yapıtta yazarına bile karanlık gelen noktalar vardır. Ben de ekleyeyim haddimi aşarak. Olmalıdır da zaten. Bütün soruları yanıtlamış bir yazar, öykü / roman / şiir değil, bilimsel makale yazmalıdır.

--- --- --- 

* Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde, Arap adındaki polis karakteri, taşrada görev yapan doktor karakterine söylüyor buna benzer bir cümleyi.  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder