Bu Blogda Ara

16 Haziran 2017

Kaşgar Notları 2: Kervansaray

Kaşgar'da çektiğim ilk fotoğraf buydu sanırım. 
Kaldığım yere otel denilemez. En iyi olasılıkla yurt, konukevi ya da pansiyon. Şimdilik konukevi diyelim, yazının sonunda gerekçeli bir kararla değiştiririz bu adı. Zaten İngilizce adı “Kasghar Old Town Youth Hostel”. Merkeze çok yakın olduğu için ve tabii ki ucuz olduğu için seçmiştim burayı. Havaalanında bindiğim minibüs beni bir sokağın başında bırakıp “Aradığın cadde burası.” deyince inmiş ve kalacağım konukevini aramaya başlamıştım. Karşımda Anadolu’nun herhangi bir yerinde karşılaşacağım türden küçük bir kasaba ya da o kasabanın meydanının arkasında kalmış, iç içe geçmiş labirentvari sokaklardan birisi vardı. Sağlı sollu dizilmiş dükkânlar, kaldırımlardan taşan tezgâhlarda yaş ve kuru türlü yemişler satan yaşlı amcalar, metal kalaylıyan eli yüzü kararmış işçiler, bir gözüyle sokakta oynayan çocuğunu gözetleyen diğer gözüyle sebze ayıklayan anneler, şişe geçirdikleri koyun etlerini mangalda pişiren yeni yetme çıraklar, berber dükkânının önüne attıkları sandalyelere birazdan kalkacakmış gibi oturmuş ve oturduklarıyla kalmış gençler... Evet, Anadolu’nun küçük bir kasabasına benziyordu. Tek kusuru abartı noktasına getirilmiş kemerli pencereleri ve yeni oldukları her hallerinden belli olan süslü evleriydi.

Bu da ikinci olsa gerek. Hâlâ konukevini arıyorum. Sağdaki koyu kahverengi kemerli levhada Kutadgu Bilig'den bir cümle alıntılanmış, Çince ve İngilizce çevirileriyle birlikte verilmiş.
Buranın adı “Old town” ama aslında “New old town” adı verilmeli. Çünkü orjinal değil, 2000’li yılların başlarında eskisi yıkılıp, yenisi yapılmış. Turistler gelsin, eski Kaşgar’ın nasıl göründüğünü sokaklarında yürüyerek deneyimlesin, yerli halkın yaşam tarzını fotoğraflasın  niyetiyle eskisi yıkılıp yenisi yapılmış. Çin usulü “yenilenip kendi haline bırakılmış” bir sokaklar, kaldırımlar ve insanlar kümesi olarak niteleyebiliriz. Şehrin orjinalinden (old old town) az bir şey kalmış, buraya biraz uzak. O kısmı daha sonra göreceğim. Şimdilik bu yapay / yeni görüntüden bahsedeyim. Öncelikle iyi para harcandığı belli, özenle döşenmiş yerlere kaldırım taşları, özenle tasarlanmış her bir pencere, kapı ve ev, eminim insanlar da özenle seçilmiştir ya da davranışları özenle belirlenmiştir. Vakti zamanında burada yaşayan insanların evlerinin bu derece süslü ve şatafatlı olduklarını hiç sanmıyorum. Yıllar önce izlediğim Holywood yapımı Bin Bir Gece Masalları filmindeki stüdyo sahnelerini andırıyor sokak. Ya da Ömer Hayyam filmindeki tertemiz, pırıl pırıl caddeleri. Neyse ki erkekler abartı bir sarıkla, kadınlar renkli pelerinle ya da başlarına geçirdikleri tiara benzeri taçlarla gezinmiyorlar ortalıkta. Yapay olan sadece evler ve sokaklar, kalanının aslını cebren yitirmemiş bir halk olduğunu söyleyebiliriz. Turistler gelsin, eski Kaşgar’ı görsün diye yapmışlar bu sokakları ama benim pek halim yok etrafımdaki renklere odaklanmaya. Bir an önce sırtımdaki ağır çantadan kurtulmalıyım, bir an önce kalacağım yeri bulup rahatlamalıyım.
 
Yeni yapılmış olduğu her yerinden belli olan bir bina.
Sokak dar, kaldırımlar ise yürümeye izin vermeyecek derecede kalabalık. Bu yüzden kaldırımdan değil de yolun kenarından, sağımdan ve solumdan sessizce geçen e-bisikletlere dikkat ederek yürüyorum uzun süre. Çömlekçilerin önünde kavun satan adamın “Gel beş kuay” diye bağırdığını duyduğumda kendi kendime gülüyorum. Ya bu adam gerçekten de “Gel beş kuay” demiyordu ya da benzeri bir şey diyordu da benim Türkçe duymaya koşullanmış zihnim artık her algıladığını arzuladığı ifadelere çevirme konusunda boyut atlamıştı. Adama yanaşıp, “Kağun kaç paha?” diyesim vardı ama son anda vaz geçtim. Almayacaktım ne de olsa, ne gerek vardı?

Kavun, karpuz, şeftali, erik...
 Yürümeye devam ettim. Kime sorsam başka bir yön, başka bir yol ağzı gösteriyordu. Kavşaklarda sokakların adları yazıyordu ama bir kere sokağa girdim mi evlerin numarasını göremiyordum. On – on beş dakika kadar kafası kesik tavuk gibi dolandıktan sonra köşe başlarını tutmuş polislere sormaya karar verdim. Neyse ki çok haşin bakmıyorlardı. Çoğu elindeki telefonla oynuyordu ya da halktan insanlarla şakalaşıyorlardı. Kimisi de –eğer yanlış algılamadıysam- tanıdıkları kızlara kur yapmakla meşguldü. Yan yana duran üç polise yaklaştım. Adresi gösterdim, polis önce yüzüme, sonra da kafamdaki siyah beysbol kepine ve onun üzerindeki güneş gözlüğüne baktı. Gülümsedi. “Yolunu kaybetmiş tüm şapşal turistler de beni buluyor.” gülümsemesiydi bu. Önünde durduğu karakolun kapısına doğru seslendi. Açık olan kapıdan çıkan bir başka polis benim yanıma geldi, adrese baktı. O sırada kısa boylu, hafif tombul bir kadın polis de belirdi yanımızda. Kısık yeşil gözlerini dikmiş bir bana bir de kâğıttaki adrese bakıyordu. Kadının gözlerindeki yeşil pırıltıyı görünce biraz afalladım. “Buralarda yeşil gözlü insanlar da mı var?” diye içimden geçirirken az önce karakoldan çıkan polis “Benimle gel” işareti yapıp yürümeye başladı. Sadece yeşili değil, tüm renkleri geride bırakıp peşine takıldım bu polisin. O önde ben arkada yol boyunca yürüdük. O durunca ben de durdum. Önüne demir barikatlar ve dikenli teller konmuş bir okulun karşısında, bir binanın gölgeliğinde dikildik kısa bir süre. Bana kahverengi bir kapıyı gösterdi. “İşte aradığın yer burası!” diyen gözlerle tekrar gülümsedi.
Kaldığım konukevinin tam karşısındaki ilkokul.
Meğer aradığım konukevinin önünden defalarca geçmişim son on beş dakikada. Kapıya baktım, ne bir ad var üzerinde ne de bir işaret. Sadece bir A4 kâğıdına yazılmış iki üç satırlık İngilizce ve Çince bir uyarı vardı. “Lütfen kapıya vurun ve bekleyin. Kapı içeriden açılacak.” gibi bir şeyler yazmışlar. Polis kapıya vurdu, “bızzzt” sesini duyduk ve kapı açıldı. Ben herhalde yardımsever polis bey buradan geri dönecek diye düşünüyordum ki adam benden önce içeriye girdi. Metal tarayıcının içinden geçerken alarmın çıkardığı sinir bozucu sese ne o dikkat etti ne de ben. Resepsiyon karanlık ve dardı. Duvarlarda turistlerin bıraktığı notlar, burada daha önce kalmış olanların bıraktıkları kitaplar (Sofi’nin Dünyası vardı mesela. Bir de Murakami’den “After the Dark” çarptı gözüme.), buzdolabının ve mutfağın kullanılma kuralları, taksi paylaşarak bir yerlere birlikte gitmek isteyenlerin ilanları... Ben meraklı gözlerle etrafı gözlemliyordum ki polis bey masanın öteki tarafındaki genç çocuğa Çince bir şeyler söyledi, resepsiyoncu polise teşekkür etti. Polis ayrılırken ben de teşekkür ettim kendisine. İşi gücü bıraktı, beni kalacağım yere kadar getirdi. O olmasa sittin sene bulamazdım ben burayı. Ne kapıda mekânın adı yazıyor ne de doğru dürüst bir numaralandırma yapılmış kapılarda. Gözlüklerinin arkasından kuşkulu gözlerle beni izleyen genç resepsiyoncu bana “hoş geldiniz!” demişti ama ben kararlıydım, çemkirir gibi hafiften söylendim. “Neden dışarıya bir levha falan koymuyorsunuz? Nasıl bulacağım ben bu adresi? Kimse de bilmiyor!” Genç çocuk bana baktı, benim sesimi yükseltmemden etkilenmemiş gibi görünüyordu. “Polisler bu yüzden varlar. Yabancı konuklarımızın hemen hepsini polisler getirir. Onlar da alıştılar.” dedi. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim! Meğer yasakmış kapıya konukevinin adını içeren bir yazı asmak. Güvenlik gerekçesiyle mi yoksa Eski Kaşgar’ın estetik yapısına halel getirmemek için mi sormadım. Pasaportumu verdim, biraz bekledikten sonra anahtarımı aldım ve odama geçtim.

Uzun yoldan gelmiş motosikletler ve bisikletler dinleniyorlar.

Ben tek kişilik oda seçmiştim ama konukevindeki odaların çoğu iki, dört ya da altı kişilik. Yazının başında “yurt” kelimesini kullanmamın nedeni buydu. İnsanlar buraya genelde arkadaşlarıyla geliyorlar. Gruplar halinde. Yalnız gelenler de isterlerse bu odalarda kalıp, yeni arkadaşlar edinebiliyorlar. Çok arkadaş canlısı birisi olmadığım için ya da yabancıların yanında pek rahat davranamadığım için tekli odayı seçtim. Çok pahalı değildi zaten. Hem tek kişilik oda diyorum ama öyle ahım şahım lüks bir oda değil. Bir yatak var, bir estireç, bir de sehpa. Hepsi bu. Elbise dolabı yerine duvarda iki tane çivi ve çivilere takılmış askılıklar var. Tuvalet bile yok. Banyo ve lavabo ihtiyaçlarımı dışarıdaki ortak tuvaletlerden gidermek zorundayım. Bunun yanında konukevinin ortak yaşam alanı denilebilecek çok geniş bir avlusu var. Zaten sihir de burada, benim ve pek çok genç turistin burayı seçmesinin nedeni. Avlunun köşesinde, temiz bırakmak koşuluyla herkesin kullandığı bir mutfak var. Duvar kenarlarına ve bisiklet / motosiklet park edilmiş yerin karşısında kalan kısma konulmuş masalar da yemek yemek, günün yorgunluğunu atmak ve sohbet etmek için. Bir de patileri beyaz, kalanı siyah cana yakın bir kedi var. Adını Kara koydum, sabahları kahvaltı yaparken yoğurda batırıp önüne koyduğum ekmek parçasını küçük diliyle yalamasını izlemek burada yaşadığım küçük zevklerden birisi olacaktı. Hatta ikinci günün sonunda Kara bana o kadar alışmıştı ki karnını doyurduktan sonra kucağıma atlayıp mışıl mışıl uykuya dalmıştı.

Konukevinin geniş avlusu.
 Benim buraya otel ya da konukevi demekten çekinmemin nedeni de bu avlu. İlerleyen günlerde burada tanıştığım yerli ve yabancı turistler buranın –ya da bu civarda benzerleri bulunabilecek olan diğerlerinin- sıradan bir yer olmadığı konusunda ikna etti beni. Öncelikle buraya kalmaya gelen ziyaretçileri iki gruba ayırmak lazım: turistler ve gezginler. Paul Bowles’un meşhur romanında (The Sheltering Sky) ana karakterlerden Port’a yaptırttığı bir ayrımdır bu. Turistler dönüş bileti cebinde olanlardır, gezginler ise dönüş bileti olmayanlar. Gerçi, bizim durumumuzda herkes turist konumunda ama farkı nitelikte değil de nicelikte (harcanan zaman ve yaşanılan deneyim) ararsak resmi biraz daha net görebiliriz. Turistler, benim gibi, birkaç gün geçirmek için Çin’in uzak bir şehrinden uçakla gelmiş ve gezmeyi tamamladıktan sonra yine uçakla geldiği şehre dönecek olan, zamanı kısıtlı ziyaeretçiler. Gezginler ise, her ne kadar yola uçakla başlamış ve yolu yine uçakla bitirecek olsalar da zamanları bol olduğu için aradaki zamanı maceraperestlikle, fiziksel ve manevi birikimlerini zorluyarak geçiren ziyaretçiler.

Mutfakta kendime hazırladığım sabah kahvaltısı. Malzemeleri civardaki dükkânlardan ve manavdan aldım.

Örneğin yaşları ellinin üzerinde olan bir çift vardı. Yeni Zelandalılar. Uçakla Almaata’ya inmişler ve Almaata’dan Kaşgar’a bisiklet sürerek gelmişler. Hedef Xian üzerinden Şanghay. Şanghay’dan da evlerine gideceklermiş. Benim yaşlarımda bir İngiliz ise Tahran’dan çıkmış yola. Bisikletle buraya kadar gelmiş. Hedefi Bangkok. Daha önce de Londra’dan Türkiye üzerinden Tahran’a gitmişmiş. Bu örnekler bir değil, iki değil. Konukevinin yarısını bu tür bisiklet delisi insanlar oluşturuyor. Büyük motosikletlerle (en az 500 cc) çiftler halinde Çin turu yapan Çinlilerle de tanıştım ama onların ki fiziksel bir zorluk içermediği için çok da ilgimi çekmedi. Ben asıl bisikletle bu kadar uzun yolu kat edenlere hayran kalmıştım. Sıcak demeden, yağmur demeden, kum fırtınası demeden binlerce kilometreyi nasıl gider bir insan? Hem de tek başına? Nasıl korkmaz, nasıl yorulmaz, nasıl bıkıp geri dönmek istemez ya da vaz geçip vardığı ilk şehirden uçağa binmez? Tamam ben de severim bisiklet sürmeyi ama günlerce değil. Konuşmalarımız sırasında bu gezginlerin günde en fazla 100 km yol aldıklarını öğrendim. Havanın sıcak olduğu günlerde, sabahın köründe yola çıkıp öğlene kadar gidebildikleri yere kadar gidiyorlarmış. Hava iyice ısınıp pedallar ağırlaşınca buldukları bir ağaç gölgesine sığınıp dinleniyorlar, akşam üzeri biraz daha yol alıp günlük yolculuğu tamamlıyorlarmış. Sadece hayran kalmadım, özendim hatta kıskandım bu insanları. Fiziksel ya da zihinsel anlamda böyle bir yolculuğa çıkmama engel olan bir şey yok. Başta zorlanırım ama kısa sürede alışırım pedallara. Beni en çok kaygılandıran şey herhalde vize işlemleri olurdu. Bir İngiliz ya da Avustralya pasaportumuz yok ki sınırdan sınıra hoplaya zıplaya geçelim. Eskiden bile daha itibarlıydı TC pasaportu. Ne Tayland’a ne de Singapur’a girerken tek kelime sorarlardı. Şimdi her yerde sorgu sual, nerede kalacaksın, neden geldin, ne zaman geri döneceksin... Yine de bu ülkeler Türkleri alıyorlar. Çin ve Vietnam gibi ülkeler kapıları neredeyse tamamen kapatmış durumdalar Türkiye pasaportuyla gelen turistlere. Bir yığın formalite var vize işlemleri için, bir o kadar da para harcamak gerekiyor. Avrupa ülkeleri zaten ezelden beri sorunlu. AB bölgesine gireceğin ve çıkacağın tarihe göre veriyor vizeyi. Bisikletle yolculuğa çıkan bir insan için böyle bir uygulamanın pek de anlamlı olmayacağını izah etmeye gerek yok sanırım.

Kim bilir ne rüyalar görüyor? 
 Biraz konudan saptım ama olsun, içimi döktüm. Artık yazının başlığının neden “Kervansaray” olduğunu anlamışsınızdır. Kaşgar zaten konumu itibarıyla yüzyıllardır İpek Yolu’nu kullanan tüccarlar için bir dinlenme ve uğrak yeri olmuştur. Bizans’tan, Osmanlı’dan, Mezopotamya topraklarından, hatta Avrupa’dan yola çıkan kervanlar Kaşgar’a uğramadan Çin’in içlerine gitmezmiş. Yolculuğun aksi yönü için de geçerli aynı şey. Şimdilerde İpek Yolu yeniden diriltilmeye çalışılıyor. Bu yeniden doğum çabasının Kaşgar’a bir yararı olur mu bilmiyorum ama zaten görünüşte –en azından mikro düzeyde ve eğlence / kültürel amaçlı- Kaşgar, kervansaray kenti olma özelliğini pek yitirmemiş gibi. Eskiden develer gelir, eşiklerinden geçemedikleri kapıların ağzında dinlenirlermiş. Şimdi bisikletler eşikleri aşıp, avlunun güneş vuran kısmında dinleniyorlar, tamir ediliyorlar, yağlanıyolar. Kaşgar, simgesel olsa da, bir kervansaray kenti olma özelliğini maceraperest gezginlerin zihinlerinde korumaya devam ediyor.

3. Üç Mezar (Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip ve Apak Hoca)  

Aşağıda birkaç resim daha var. 









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder