Bu Blogda Ara

19 Haziran 2017

Kaşgar Notları 1: Sincian'da Zaman


“Muhterem hanımlar ve efendiler” diye söze giriş yapan uçak içi anonsuyla başladı Kaşgar* maceram. “Boldu”yu, “makûl”u, “yahşi”yi ve “çüşhanmadım”ı çalışmıştım ama aşina olduğum bunca kelimeyi bir arada beklememiştim açıkçası. Yabancı yüzlerin arasından gelen tanıdık seslerin, birbiri ardına sıralanma olasılıksızlığının istatistiksel anlamlılığı artırdı hevesimi. Daha çok çalışmalıydım Kaşgar’ın dilini, oraya varana kadar birkaç cümle kurabilecek kadar kavramalıydım. Sınava hazırlanan bir öğrenci gibi kelime tekrar ettim yol boyunca, kendi kendime konuştum, cümleleri günümüz Türkçesinin harfleriyle yazdım, kelimeleri değiştirip yeni cümleler ürettim. Ve yolculuk çabucak geçti, Şanghay’daki ufak tefek aksaklıklara rağmen.

Urumçi’ye inişin tersine Kaşgar’a iniş sarsıntısızdı. Havaalanı oldukça küçük, alt yüz bin nüfuslu bir yerleşim merkezine fazla bile olabilir. Taksiler taksimetreyi açmayı reddedince çıkış kapısının karşısında bekleyen minibüse atladım. Kapının karşısındaki ikili koltuğa kuruldum. Gideceğim yeri harita üzerinde gösterdim şoföre. “Boldu” dedi büyük bir ciddiyetle, sesi ağzından çıkan sigara dumanı gibi bulutluydu. Araba daha dolmamıştı ki kontağı çevirdi.

Havaalanından çıkınca yol kenarları boyunca omuz omuza vermiş uzun kavak ağaçlarını görünce hayret etmedim desem yalan olur. En son bir buçuk yıl önce, Türkiye’deki köyümde görmüştüm kavakları. Bana çocukluğumun ıssız öğleden sonralarını anımsatırlar hep, herkesin bir köşeye çekilip sokakları yaprakların hışırtısına bıraktığı yaz ikindilerini… Kavak ağaçlarının seyrekleştiği yerlerde tarlaları görebiliyordum. Hasat vakti gelmiş buğdayı, adam boyunu geçmiş mısırları, uzaktan bakınca göze çok da ihtişamlı görünmeyen üzüm bağlarını seçebildim tek tek. Biçerdöverler işbaşındaydı buğday tarlalarında, köylüler e-bisikletle gidip geliyorlardı ana yolun kenarındaki dar ve tozlu patikada. Kavaklar daha bitmemişti ki resmi üniformalı, omuzlarında otomatik silahlarıyla bekleyen, çelik yelek giymiş polisler belirmeye başladılar. Her iki yüz – üç yüz metrede konuşlanmış polis kontrol noktaları ürküttü beni biraz. Şehre yaklaştıkça artıyordu barikatların, dikenli tellerin ve metal tarayıcıların sıklığı. Polis kontrol noktalarının olmadığı yerlerde de yürüyen, sırt sırta vermiş bir duruşla bekleyen, yoldan geçenlere kimlik soran polisler vardı. İkili, üçlü, nadiren de dörtlü halde hareket eden siyah üniformalı, kırmızı kolçaklı iri yarı polislerin standardize edilmiş giyim kuşamına inat ellerinde taşıdıkları sopaların farklı renklerde ve boyutlarda olması ister istemez çekti dikkatimi. Kimisi yeşil, kimisi kırmızı, kimisi beysbol sopası gibi tombul, kimisi oklava gibi uzun… Polisler her yerdeydi evet, öyle ki herhangi bir sokağın herhangi bir yerinde dursam ve olduğum yerde 360 derece dönsem, en az iki polisi yürürken ya da beni izliyorken görebilirdim. Sadece var olmayı değil, aynı zamanda varlıklarının hissedilmesini de istiyorlardı. Ne kadar uğraştıysam da, "benim güvenliğim için buradalar" düşüncesine sahip çıkmaya çalıştıysam da, alışamadım varlıklarına bir türlü, onların yakınlarda bir yerde olduklarını bildiğim zamanlarda içimde acı bir huzursuzluk hissettim. Gerekçesini zamanla ortaya çıkaracak haklı bir huzursuzluktu bu, estetik kaygılardan uzak net bir rahatsızlık.

Şehre girince insanların ve arabaların sayısı gibi tozun yoğunluğu da arttı. Açık alanda kendisini belli etmeyen toz, binaların arasına sıkıştıkça, yeni esir edilmiş vahşi bir hayvanın olduğu yerde tepinmesi gibi dolanıp durmaya başlamıştı. Kalacağım konukevine varıp, çantamı yatağın üzerine atar atmaz kendimi sokaklara saldım. Bir an önce görmek, bir an önce deneyimlemek istiyordum Çin’in en batısında yaşayan ve aradan geçen yüzyıllara rağmen beş bin kilometre uzakta konaklamış akrabalarıyla aynı dili, aynı dini ve benzer bir kültürü paylaşan bu insanların yaşamlarını. Gaokao tatilim beş gün ama iki gün uçak yolculuklarıyla geçeceği için toplamda üç tam günüm var. Bu üç günü iyi değerlendirmeli, bir yandan keyfini çıkarırken bir yandan da mümkün olduğunca çok şey öğrenmeliydim. Vakit geç olmuştu ama hava kararmamıştı henüz. Ne İdkah Camisi’nin ışıkları yakılmıştı, ne de caminin altındaki kitapçılar kepenklerini indirmişlerdi. İftar vaktini yaşlarına yakışan bir sabırla bekleyen ihtiyar amcalar, bir yandan gümüş renkli gözleriyle yoldan geçenleri izlerken bir yandan da aralarında mırıldanmaya devam ediyorlardı.

Bir süre cami etrafında oyalandım, içeriye girmeye çalıştım ama ziyaret saati olmadığı için metal tarayıcıya bile yanaştırmadılar. “Türkiye’denim” dedim, dinlemediler. Kitapçılara girip çıktım, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’sunu bu kitapçıların birisinde gördüm. Kitapçıyla konuştuk biraz. “Muallim” olduğumu söyledim ona, el sıkıştık. Sonra çıktım, meydanda amaçsızca gezindim. Hediyelik eşya satan dükkânlarda hemen hemen hep aynı şeyler satılıyordu. Renkli takkeler, incik boncuk, Avrupai şapkalar, süs eşyaları ve yeşim benzeri taşlardan tasarlanmış takılar. Deve heykelleri önünde fotoğraf çekilen yerel halktan gençler, Türk pop müziği eşliğinde arabalı dönme dolaba binen çocuklar, heyecanlı gözlerle bu çocukların neşesini izleyen ebeveynler, beyaz güvercinlere yem atan çocuklar, büfelerin önlerine konmuş parasolların altında soğuk meşrubatlarını içen gençler... Bir iki fotoğraf çektikten ve çocuklarla şakalaştıktan sonra meydanın öteki köşesine geçtim. Burada da sadece turistik eşyalar ve giyecekler satılıyordu. Alışverişten haz alan bir insan olmadığım için ve alışveriş hakkımı son günün akşamına sakladığım için hiçbir şey almadan ayrıldım İdkah Meydanından. Önce caddeye çıktım ve ilginç bir şeyler bulurum niyetiyle –aklımda Halk Parkı’nın arkasında kalan Mao heykeli vardı nedense- yokuş aşağıya indim. “İçinde kaybolamıyorsan o şehri sevememişsin demektir.” gibisinden beylik bir laf peydahlandı dilimde. Güldüm geçtim ve izlemeye koyuldum önümde akan canlı resimleri:

Topuz yapılmış saçlarının üzerine parıltılı tokalar takmış kadınlar gördüm ilkin, tokaların ve saçın geri kalanını tül gibi ince, benekli bir başörtüsüyle örtmüşlerdi. Saçları yanlardan taştığı gibi tülün altından da görünüyordu. Dinsel bir vecibeden çok yöresel bir gelenek izlenimi veriyordu ilk bakışta. Ellerini nereye koyacağını bilmediğinden olsa gerek belinin arkasından birbirine kavuşturan kahverengi ceketli, gri pantolonlu, kalın bıyıklı, siyah kasketli amcalar gördüm. “Köstek saatleri de var mıdır acaba?” sorusu geçti aklımdan birkaç kere, gidip soramadım tabii ki. Başparmağıyla işaret parmağı arasına sıkıştırdığı sigarasını diğer üç parmağının arkasında saklayan ve yorgun gözleriyle sokakları süzen orta yaşlı erkekler gördüm. Kısacık kesilmiş saçlarıyla kızdan çok oğlana benzeyen ilkokul öğrencilerinin hoplaya zıplaya eve gidişlerini, kıvırcık hale getirilip kabartılmış saçlarıyla emekliliğine az kalmış memur gibi yürüyen kadınların kaldırımı yararak ilerleyişlerini, sevdiceğinin omzuna yaralı bir uğur böceğine dokunuyormuş gibi dokunan ergen erkeklerin yüzlerine yayılan heyecanı gördüm. Kaşları burunlarının üzerinde birleşen genç kızlar, altın dişleri ağızlarından birazdan fırlayacakmış gibi duran tombul kadınlar; ince bıyıklı, zayıf ve yürüyüşleriyle “bugün de çok yoruldum” diyen delikanlılar, beton bir masada kâğıt oynayarak başka bir Çin’i buraya getirmeye çalışan orta yaşlı adamlar, kırmızı yanaklı neşeli çocuklar, nefti gözleriyle insana nerede olduğunu sorgulatan seyyar satıcılar ve buldukları gölgelere yaralı ve yenik bir asker gibi sığınmış gençler gördüm. Yaşıtı erkeklerle konuşurken çekindiğinden ya da çekindiğini belli etmek istemediğinden, bedeninin ağırlığını sağ ayağının üzerine verip belinin arkasından dolandırdığı sol elinin başparmağıyla sağ kolunun dirseğine dokunan ergen kızlar gördüm. İçi koyun eti ve soğanla doldurulmuş ekmekleri pişirip, piramit yapar gibi  tezgâhın üzerine dizen ve eseriyle haklı bir şekilde övünen fırıncı amcalar gördüm.

Fırsatını bulduğumdan mı yoksa karnım aç –bir hayli de yol yorgunu- olduğumdan mı bilmiyorum, bu fırıncı amcaya iftar vaktini sordum. Amacım iftarı da görüp, odama çekilmekti. “Sekizi yirmi geçe” dedi kolumdaki saati işaret ederek. Saatime baktım, havaya baktım… Saat sekizi on geçiyordu ama güneşin batması pek de yakın görünmüyordu. Yine de bekledim, bekledim, bekledim. Ne güneş battı ne de bir hareketlilik oldu turuncuya dönmüş güneşin bir ucunu tuttuğu sokaklarda. Mecburen saat dokuza doğru biraz ekmek, meyve ve sebze alıp odama çekildim. Karnımı doyurduktan sonra da telefonda bir şeyler okurken sızdım. Ertesi sabah öğrenebildim Kaşgar hakkında bilgi veren hiçbir sitenin bahsetmediği Sincian zamanını; buranın insanlarının yerel saat ve Pekin saati diye iki ayrı zamanı yaşadıklarını ve günlük hayatta Pekin’den iki saat geride olan yerel saati kullandıklarını.


* Sincian, Çin'in kuzey batısındaki sınır eyaletidir. Başkenti Urumçi'dir. Kaşgar ise İpek Yolu üzerinde önemli bir tarihi duraktır. Bu yerleşim merkezlerinin Pinyin'de yazılış biçimleri Xinjiang, Urumqi ve Kashi'dir. 

 - - - - - - - 

Kaşgar Notları 2: Kervansaray 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder