Bu Blogda Ara

20 Haziran 2017

Kaşgar Notları 3: İd Kah Camisi

İd Kah Meydanı'ndan İd Kah Camisi'nin görünüşü.
Nedir Müslümanların kabirler konusunda gösterdiği bu aşırı hassasiyetin nedeni? Yıllar önce sevgili Ulaş’la Hindistan’ı gezerken de aklıma gelmişti bu soru. İmparatorluklara liderlik yapmış olanları az çok anlayabiliyorum. Siyasi gerekçeleri vardır, tarihsel bir kimlik oluşturma çabasıdır ya da bir çeşit güç gösterisidir. Peki ya diğerleri? Batıda bilime, dine ya da sanata katkıda bulunmuş insanların mezarları herhangi bir kilisenin arka bahçesinde, belki diğerlerine nazaran biraz daha özenli ama asla aşırıya kaçmayan, alelalede bir görünüme sahiptirler. Bir Newton’ın, Euler’in, Goethe’nin, Balzac’ın ya da Tolstoy’un mezarlarının saraylar ve o sarayları çevreleyen dev bahçeler içinde korunduğunu hiç sanmıyorum. Bu insanların yapıtlarını okurlar, ya da yapıtlarının yorumlarını okurlar, bu yorumlardan yola çıkarak medeniyetlerini inşa ederler. Oysa iş Müslümanlara gelince, ölümü ve ölüyü yüceltmeyi abartmakta sınır tanımadıklarını gözlemliyoruz. Hindistan için şöyle demiştim vakti zamanında: Bu ülkede huzuru bulmak için ölmek gerekiyor. Manevi huzuru değil, maddi huzuru. Tac Mahal’i örnek vereyim. Agra, hayatınızda görüp göreceğiniz en kirli şehirlerden birisidir. Gerçekten de sefalet ve kirlilik sıvı hale gelmiş sokaklardan akıyor Agra’nın sokaklarında. İnsanların hayatlarından memnun olmadıklarını anlamak için sosyopsikolojik araştırmalar yapmaya gerek yok, kaldırımlarda yürümek yeterli. Bir de Tac Mahal’e girin bu manzaralardan sonra. Bahçesinde ceylanlar koşuşturuyor, sincaplar ağaçların tepesinde daldan dala atlıyorlar, kuşlar gökyüzüne çiçekli taçlar örmekle meşguller gün boyu. Vıcık vıcık bir istiridye içinde güzelliğini yüzyıllardır koruyabilmiş bir inci tanesidir Tac Mahal! Yani saray kendisini böyle hissettirir. Zannedersiniz ki cennet bahçesine girdiniz, bundan sonrası yok; acılar, zorluklar, felaketler geride kaldı. Oysa altı üstü bir mezardır burası. Her şey tertemiz, yerli yerinde, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Zaten kocaman bir arazinin ortasında yer alır Tac Mahal. Agra kentiyle Tac Mahal arasındaki farkı görmek isterseniz google’da “Tac Mahal” yazıp çıkan fotoğraflara bakın. Sonra da “Agra şehri” yazın ve fotoğraflara bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ölülere saygıda kusur etmeyelim, tamam da hayatta olanlar sefalet içinde yaşıyorken geçmişte yaşamış bir kraliçeye bu derece teveccüh bana başka bir sorunun, çok daha derinlerde yer alan çarpık bir anlayışın habercisi gibi geliyorlar. Maalesef konumuz ne Hindistan ne de İslam’da ölüm / ölüm sonrası kavramı. Bu yüzden lafı daha fazla dolandırmadan kaldığım yerden devam edeyim ben.
 
China Travel Guide'ın Kaşgar'daki gezip görülecek yerleri listelediği web sayfası. 

Kaldığım kervansaraydaki diğer konuklarla sabah kahvaltısı sırasında kısa sohbetler yapma fırsatım oluyor. Kaşgar’da nereleri gezeceklerini soruyorum tanıştığım birkaç turiste. Hani belki “birileri benim gideceğim yerlere gidecek olur da birlikte gideriz” gibisinden artçı bir niyetim var. Hemen herkes biliyor Apak Hoca’yı, ya gitmişler ya da yakında gidecekler. Yusuf Has Hacip’i ve Kaşgarlı Mahmut’u soruyorum; başka bir dünyadan söz ediyormuşum gibi ablak ablak yüzüme bakıyorlar.  Singapurlu bir genç “Haaa, duymuştum.” diyor Kaşgarlı Mahmut için ama gerisini getiremiyor. Zaten gitmeye niyeti yokmuş. Yanında oturan çengel küpeli gözlüklü kız, dersine iyi çalışmamış mahçup bir öğrenci gibi telefonuna başvuruyor hemen. “Bu sayfada ikisinden de hiç bahsedilmemiş.” diyor, şaşkınlığını bana da bulaştırarak. Nasıl olmaz? Tripadvisor’da, Lonely Planet’ta ve hatta Wikipedia’da bile bahsediliyor bu türbelerden. Nereye bakıyor bu kız? Kahvaltıdan sonra ben de inceliyorum onun sözünü ettiği web sayfasını. Gerçekten de China Travel Guide’da hiçbir bilgi yok bu iki Uygur Türk âlimi hakkında. Kaşgar’daki gezmelik yerler listesinde Apak Hoca’nın Türbesi var, İd Kah Camisi var, Karakul (Kara Göl) var, Eski Kaşgar var, Budist tapınaklar var ama Kaşgar’ı, Türkçe’ye ya da Türkçe’nin en çok konuşulduğu ülke olan Türkiye’ye bağlayan en önemli iki tarihi dimağın adları yok. “Acaba” diyorum içimden “sayfayı hazırlayanlar Çin devletinden bir baskı mı gördü ya da bir çeşit otosansüre mi başvurdular bu listeyi hazırlarken?” Web sayfasının tepesindeki telefon numaraları ABD, Avustralya ve İngiltere kaynaklı ama şirketin kayıtlı olduğu şehir Xian. Fotoğraflara bakılırsa bu web sayfası yurt dışından Çin’e irili ufaklı turlar getiriyor, yabancıları gezdiriyor. Sadece Kaşgar değil tabii ki, Çin’in her yerinde hizmet veriyorlar. Peki, neden yok Kaşgar’ın iki önemli çekim merkezi bu sayfada. Aklıma gelen ilk yanıt şu:  Ya Çin devletine doğrudan bağlılar ya da en iyi ihtimalle Çin devletinin izin verdiği sınırların dışına çıkmamaları için ciddi gerekçeleri var. Gerçi, Çin’de çalışan her şirketin belli bir takım sansür politikalarını içselleştirmeden burada tutunabilecekleri bana pek mümkün görünmüyor. Bu tutum Çin’e has değil. Dünyanın hemen her ülkesinde düzeyi çeşitlilik gösterse de sansür ya da otosansür uygulanmakta. Her halükârda yakaladığım nokta ilginç. Demek ki Kutadgu Bilig gibi bir siyasetnameyi, 11. Yüzyılda, o zamanın Türkçesiyle kaleme almış bir filozof şairin bugünkü Çin topraklarında yaşamış olduğu bilgisi ya da bu bilginin yayılması pek de memnun etmiyor Çinli yetkilileri. Aynı şey Divan-ı Lügat-ıt Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut için de geçerli. O da yaklaşık olarak aynı zamanda yaşamış ve Türkçe’nin bilinen ilk sözlüğünü yazmış. Çin devleti bu isimlerin ister istemez Türkiye’yle ilişkilendirileceğinin farkında olmalı. Büyük bir olasılıkla da yerli ve yabancı turistlerin gözünde bu bağı görünmez kılma çabası içerisinde. Halkın tepkisini çekeceği için bu türbeleri yıkamıyor da! Hatta tam tersine, düzenliyor, bakımını yapıyor, güvenliğini sağlıyor. Aynı zamanda, yeğenini Pekin’deki imparatora cariye olarak göndermiş olan Apak Hoca’nın sayfa da olması da bu görüşü destekliyor. Çünkü Apak Hoca, Çinli yönetimle iyi ilişkiler kurmuş, onların hükümranlığını kabul etmiş ve yeğeninin Pekin’e göndererek büyük bir olasılıkla Kaşgar’daki konumunu güçlendirmiştir. Bir çeşit “Birlikte yaşama, Çin’in gücünü kabul etme ve parayı / gücü özgürlüğe tercih etme” göstergesi Apak Hoca onlar için. Sincian topraklarının ezelden beridir Çin’e ait olduğunun apaçık bir kanıtı.  

Girişteki yürüme yolu. İki yanda kavak ağaçları.  
Yalnız, tüm bu düşündüklerimin basit bir hipotezden ibaret olduğunu belirteyim. Bu hipotezi doğrulamak ya da yanlışlamak için ne vaktim var ne de yetkinliğim. Belki de basit bir ihmal ya da cehalettir bu noksanlığın nedeni. Yani web sayfasını hazırlayan kişinin aklına gelmemiştir bu yerler ya da sayfa hazırlanırken hata oluşmuştur. Hem sözünü ettiğim bu iki yer biz Türkiyeliler için çok önemliler ama elin Amerikalısı ya da İngilizi için bir şey ifade etmeyebilir. Yani talep azlığından dolayı, ekonomik getirinin kayda değer bir düzeye ulaşamaması sonucunda listeye girmemiş de olabilirler.


Ana binanın girişi. 
Bu düşüncelerle hazırlanıyorum. Kaldığım yerde benimle birlikte gezecek birisini bulamayacağımı anlamam çok uzun sürmüyor zaten. Resepsiyondaki çocuk bile şaşırıyor benim Kaşgarlı Mahmut’un türbesini ziyaret etmek istememe. Ona da buralara neden gitmek istediğimi izah etmeye çalışmıyorum tekrar. Atıyorum kendimi dışarıya. Demir kapıyı arkamdan kapattığımda saat sabah 10’a yaklaşıyor. Benim saatim 10’a yaklaşıyor ama buranın insanı için saat sabahın sekizi. Kol saatlerine yansımayan, duvarlarda kendisini belli etmeyen ama insanların içlerine işlemiş bir akrep ve yelkovan çiftiyle akıyor burada hayat. Çocuklar sırtlarında çantaları, elele tutuşmuşlar sokakları arşınlıyorlar. İvedi adımlarla dış kapısının üstü dikenli tellerle süslenmiş, kalın demir bir barikatın arkasında küçülüp kalmış okullarına gidiyorlar. Okulun köşesinde bekleyen polisler yoldan geçen gençlerin kimliklerini kontrol ediyor. Kimliklerini geri almak için bacaklarını çapraz yapıp bekleyenlerin yüzlerindeki bıkkınlık, “neden ben?” sorusunun alınlarından çenelerine doğru bir damar halinde akan sızıntıları, sıradanlaşmasına alışılamamış bir hayatın tortuları, tatsız bir anı gibi kazınıyor zihnime. Dün gece kahve ve Albeni aldığım bakkalın sahibi kapının ağzına koyduğu sandalyeye kurulmuş, su şişelerinin ve karton kutuların arasından caddeyi izliyor. Karakol önünde bekleşen polislerin yanından, onlarla göz göze gelmemeye özen göstererek –neden?- geçiyorum. Kutadgu Bilig’dan alıntılanıp üç ayrı dilde (Uygurca, Çince ve İngilizce) duvara işlenmiş, birlikte huzur içinde yaşamayı salık veren bir cümleyi hızlıca okuyup devam ediyorum yola. Amacım İd Kah Camisi’nin yakınındaki turist merkezine gidip, beni istediğim yerlere götürecek bir tur ayarlamak.      


Meydana varınca turistler için danışmanlık hizmeti veren bir işletme bulmam çok zor olmuyor. Kadriye adında genç bir kız bakıyor dükkâna. “Biraz bekle patron gelecek.” diyor. Masaların birisine oturup bekliyorum, bir yandan da bir şeyler karalıyorum defterime. Kadriye dayanamayıp oturuyor karşıma. Bir sürü soru soruyor İstanbul, Türkiye ve benim hakkımda. Sıkılmadan yanıtlıyorum hepsini. Bana çay getiriyor, kendisine de koyuyor. Tadını pek alamasam da içiyorum sarı çayı. Bu sırada patronu İskender geliyor. O da masaya oturuyor. Gitmek istediğim üç yeri söyleyince bana bir fiyat çıkarıyor. Sonra ben Kaşgar’da geçireceğim diğer iki günü de ekliyorum listeye. Hepsi için tek bir fiyat talep ediyorum. Biraz da indirim istiyorum tabii ki. İskender birkaç yeri arıyor, fiyatta anlaşıyoruz. İlk gün beni istediğim üç türbeye götürecek. İkinci gün Deva Gölü’ne ve Taklamakan Çölü’ne. Üçüncü gün ise Kara Göl’e. Hepsine 80 dolar gibi bir şey ödüyorum ve ödemeyi telefonumdaki wechat’le yapıyorum. İnanması zor olsa da hâlâ Çin’deyim ve Çin’in sunduğu teknolojik imkânlar hayatımı kolaylaştırmaya devam ediyor.


Mihrap
İskender canayakın birisi. İngilizcesi de çok iyi. Sorunsuz anlaşıyoruz. Matematik öğretmeni olduğumu öğrenince “hisap ustası” adını takıyor bana. Beni alıp bir gün içinde üç ayrı türbeye götürecek olan taksi şoförü saat 12’de geleceği için yaklaşık bir saatlik vaktim var. “İd Kah Camisi’ne gitsem alırlar mı içeriye?” diye soruyorum İskender’e. Makinenin filtresine koyduğu kahveyi preslerken yüzüme bakmadan yanıt veriyor, “Şimdi turist zamanı. Git bence. Şoför erken gelirse bekletirim ben. Merak etme!”

Minber
İd Kah Camisi’ne turist girişi 45 Yuan ama pasaportumdan Türkiyeli olduğumu anlayınca görevli polis parayı geri veriyor. Metal tarayıcıdan geçiyorum. Bir de üst araması yapıyorlar. Kollarımı iki yana açıyorum, bip bip bip bip. Geçebilirsiniz! Dört beş tane polis var girişte. Onları arkada bırakınca karşıma kavak ağaçlarının yapraklarıyla gölgelenmiş, uzun ince bir yürüme yolu çıkıyor. Ağaçların arkasında, büyük olasılıkla cuma günleri dolan iki meydan var, her iki meydanın ortasında da yandan merdivenli birer minber çarpıyor gözüme. Neden iki tane minber var diyorum kendi kendime ama yanıtı bulamayacağım için soru da çabucak kayboluyor zihnimden. Yolun başında caminin tarihi hakkında bilgi var. İçeride Çinli ve batılı pek çok turist, namaz saati olmadığı için rahat gezebiliyorlar her yeri. Yaprakların arasından sızıp zemine ulaşan ışık, bol yıldızlı bir gökyüzünü andırıyor. Işık parçalarına basarak, bastığım her yerde tozlu ayakkabılarımın ışıldamasına şahit olarak ilerliyorum camiye doğru. Üstü kapalı olan kısım çok da geniş değil. Girişte iki genç rehber var. İkisinin de İngilizcesi çok iyi. Adı Yasin olan yanımda yürüyor, caminin tarihini ve İslam’daki önemini anlatıyor. Ben Türkiye’denim deyince sohbetimiz koyulaşıyor, Kaşgar’da İngilizce Tercümanlık okuduğunu, bitirince Urumçi’ye gideceğini, şimdilik bu yarı-zamanlı işi yaparak deneyim kazanmaya çalıştığını söylüyor. Duvardaki İran halısını gösteriyor parmağıyla işaret ederek, halının camiye geliş tarihini ve hikâyesini anlatıyor. Sonra da birlikte çıkıyoruz camiden.


Duvardaki İran halısı
Yasin’e ve arkadaşına “hoş” dedikten sonra caminin bahçesinde biraz daha dolanıyorum. Kavak yapraklarının sonsuzluktan gelip sonsuzluğa giden hışırtısı, ortama kattığı eşsiz melankolik hava, arada ağaçların gövdelerinin danslarına karışan kuş sesleri, Çinli turistlerin bir alçalıp bir konuşmaları, annelerinden uzaklaştıkça daha çok şeye çarparak koşuşturan çocuklar, elindeki kalın hortumla beton zemini yıkayan sakallı bir amca… Kendimi İstanbul’daki herhangi bir tarihi camiye gelmişim gibi hissediyorum bir anlığına. Süleymaniye’nin avlusundayım ve birazdan çıkıp Haliç’e doğru yokuş aşağı ineceğim. Ya da Beyazıt’tayım. Dışarıda güvercinler de hazır. Bir tamvay eksik. Ayaklarım beni İskender’in dükkânına götürürken bölünerek çoğalıyor zihnimdeki İstanbul fotoğrafları. Taksi şoförünün gelip beni Apak Hoca’nın türbesine götüreceği âna kadar meydanda; fotoğraf çekilen turistlerin, güvercinlerin ve bu güvercinleri kovalayan yürümeyi yeni öğrenmiş çocukların arasında sessizce dolanıyorum.

---

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder