Bu Blogda Ara

24 Haziran 2017

Kaşgar Notları 4: Üç Türbenin İlki

Gül bahçesinin içindeki Apak Hoca Türbesi
Şoförün adı Ahmet. İkide bir telefonu çalan yirmili yaşlarda bir genç. İngilizce tek kelime bile bilmediği için Uygurca'yla olan yakınlığımın hiç de sandığım kadar iç açıcı olmadığını kanıtlıyor bana. Çarşıda ya da sokaklarda belli bir takım kelimelerden oluşan diyaloglarım arabanın içinde bana pek bir yarar sağlamıyor. Daha da ilginci, o âna kadar içimde kıpraşan “Ben bu insanların dilini az çok anlıyorum.” iyimserliğinin yerini, daha gerçekçi bir tanı alıyor. Hayır, ben onların dilini konuştuğum için değil, onlar hem kendi dillerine hem de Türkiye Türkçesi’ne aşina oldukları için anlayabiliyorlar beni. Arabanın radyosunda –önce teyp sanmıştım ama araya giren reklamları fark edince radyo olduğunu anladım- arada Türkçe şarkılar çalıyor mesela. “Esmerim”i söylüyor yanık sesli bir türkücü. Ahmet, Türkçe parçalar çıkınca sesi yükseltiyor. Kaşgar sokaklarında dolanırken kulaklarımda “Esmer bugün ağlamış / Ciğerimi dağlamış…” sözleri yankılanıyor. Daha sonra Tarkan’ın meşhur “Şıkıdım”ı çalıyor. Bir ara da kimin söylediğini bilmediğim “Sevgilim, senin için haram bu sevda…” gibisinden klişe sözler geliyor kulaklarıma. Uygurluların Türkiye Türkçesine aşina olmalarının tek nedeni müzik değil. İki gün sonra gideceğim eski Kaşgar’da, girdiğim bir çömlekçi dükkânındaki satıcı kız benim İstanbul’dan geldiğimi öğrenince hemen “Sultan Süleyman”, “Hürrem Sultan” gibi adları sıralıyor büyük bir heyecanla. Demek ki izliyorlar Türkiye’de yayımlanan dizileri. Televizyondan izlemeseler bile internetten takip ediyorlardır. Biz Türkiyeliler, Uygur Türkleri’ne pek uzak olsak da onlar bize yakınlar. Bu yakınlığın bugünlerde pop kültüre indirgenmiş olması ise biraz da Türkiye’nin kültür elçilerinin görevlerini iyi yapamıyor oluşlarının neticesidir.
Türbeye giriş kapısı
 Apak[1] Hoca’nın türbesine varmamız çok uzun sürmüyor. Şehir merkezinin beş kilometre kadar kuzeydoğusunda, sessiz sakin bir köşede türbe. Ahmet arabayı büyük bir ağacın gölgesine park ediyor ve kontağı kapatır kapatmaz koltuğunu yatırıp uyku pozisyonuna geçiyor. Yarım saatte gezer çıkarım diyorum ve içeriye geçiyorum. Bilet 30 RMB. Mavi çinilerle süslenmiş, yüksek ve kemerli bir kapıdan girmeden önce metal tarayıcının içinden geçiyorum. Kemerli kapının iki yanında simgesel denilebilecek kadar küçük minareler eklenmiş. Bahçe serin ve sessiz. Yine kavak ağaçları var sağlı sollu. Arkalarda başka ağaçlar, elmaya benziyorlar ama meyveleri olmadığı için çıkaramıyorum. Bazılarında gördüğüm meyveler, erik olmadıklarına emin olduktan sonra, bana Çin hurması da denilen hünnapları (jujube) hatırlatıyor. Burası; içinde caminin, türbenin ve bahçelerin olduğu geniş bir külliyeye benziyor daha çok. Kavaklı yolun sonunda adının Cuma olduğunu öğrendiğim bir cami karşılıyor beni. Girişteki bilgiye göre 1873 yılında inşa edilmiş olan bu cami cuma günleri dolup taşıyormuş. Yerdeki halılar da, kolonlar da kırmızı. Klasik İslami mimari kadar Çin (ya da ondan etkilenmiş olan Uygur) mimarisinin özelliklerini de taşıyor bu cami. Caminin içine girmiyorum. Geldiğim yoldan geriye dönüp, türbenin olduğu kısma geçiyorum. Türbe geniş bir gül bahçesinin içinde, çölde karşıma çıkan yemyeşil bir vaha gibi bakıyor bana. Çinilerin[2] hemen hepsi yeşil, arada mavi olanlar da var ama mavi soluk kaçtığı için kolay kolay seçilmiyor. Yeşil çiniler el büyüklüğünde ve desensiz. Mavi olanlar İznik çinilerini anımsatan geometrik şekillerle süslenmişler. Öğlen vaktinin kızgın güneşinin altında kırık ayna parçaları gibi göz kırpıyorlar bakanlara. Kare şeklindeki büyük yapının köşelerinde birer minare var. Görünen o ki bu kubbeli yapı 1640 yılında inşa edilen yapının ta kendisi ve çinileri de orijinal. Kubbeli yapının içine giriyorum, sadece Apak Hoca’nın ve yeğeni Güzel Kokulu Cariye’nin türbeleri değil, devrin büyüklerinin ve sonradan vefat etmiş önemli isimlerin türbeleri de var. Örneğin bazı isimlerin sonundaki “Paşa” unvanı dikkatimi çekiyor. Demek orduda görev almış bazı yüksek rütbeli askerlerin mezarı da buraya konmuş. Ben içerideyken Çinli turistler giriyorlar içeriye. Maalesef bağıra bağıra konuşuyorlar. Mezarların yanındayken sessiz olunması konusunda uyaran bir tabela var ama kimse takmıyor. Çocuklar koşuşturuyor, yüksek kubbenin altında pat pat ayak sesleri yankılanarak çoğalıyor. Rahatsızlık duysam da sesimi çıkarmıyorum.

İçerinin mimarisine ve mezarlara odaklanıyorum bir süre. Aklıma ara ara dönemin imparatoruna gönderilen, güzelliği dillere destan olmuş İparhan geliyor. Onun mezarı kubbeli yapının içinde değil, dışarıda. Nedenini merak ediyorum ama soracak kimse olmadığı için kalıyor. Apak Hoca ve Pekin’deki Yasak Kent’e imparatorun cariyesi olarak gönderilen yeğeni (Wikipedia torunu diyor!) hakkında daha fazla bilgi internetten ve başka kaynaklardan edinilebilir. Ben hikâyeyi ilk defa Emre Demir’in “Göğün Altında Bir Dünya: Çin’de Beş Yıl, On Kent” adlı kitabında okumuştum. Dileyenler kitaba başvurabilir. Hikâyenin Çinli versiyonuyla Uygur versiyonu arasında ciddi farklar var. Ayrıca, ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu bilmek de olanaksız. Hemen hemen tüm tarihi figürlerde olduğu gibi.

Kavaklı Yol

Cuma Camisi
Türbeden çıkıp etrafındaki gül bahçesini dolanıyorum. Fotoğraf çekiyorum bol bol. Çin sınırları içinde gördüğüm kubbeli ve eski olan ilk tarihi yapı bu. Duvar kenarına yazılmış tarihi bilgileri okuyorum ve türbenin bahçesinden çıkıyorum. Ağaçların gölgelerinde ağır adımlarla yürüyüp dışarıya, Ahmet’i aramaya gidiyorum. Beni görünce söndürüyor sigarasını, tek kelime etmeden çalıştırıyor arabayı. Bir sonraki hedefimiz Yusuf Has Hacip’in türbesi. O da şehrin merkezine pek uzak değil. Kaşgar’ın sokaklarında, belki de hayatımda ilk ve son defa arabayla gezinirken, sessizce izliyorum insanları. Ahmet konuşmama konusundaki inadını bozuyor bir ara, “Gözal mı?” diyor. Sorusunu anlamakta zorlanıyorum ilkin ama çabucak düşüyor jetonum. “Evet, çok güzeldi.” diyorum.   

[1] Uygurca’daki p harfi, tıpkı Osmanlıca’da olduğu gibi Farsça’dan ödünç alınmış. İşin tuhafı, Apak’ın Farsça yazılımında p harfi değil de f harfi var. Yani İranlılar Apak Hoca değil de Afak Hoca diyorlar. Hoca zaten Farsça bir kelime. 

[2] Çini kelimesi Türkçe'ye Farsça'dan geçmiş ve anlamı "Çin işi" demekmiş. (Kaynak: Nişanyan Etimoloji Sözlüğü)

---  Kalan resimleri aşağıya ekliyorum. 

Minarelerden birisi

Mavi çiniler



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder