Bu Blogda Ara

03 Haziran 2017

Din, Bilim ve Tanrı: Din Felsefesi Üzerine Denemeler

Kitap için acemice hazırladığım kapak. 

,Daha önce çeşitli vesilerle yazmış olduğum ve bu sayfada yayımlanmış olan yazıları ve mektupları derledim, tek bir dosya haline getirdim ve e-kitap satışı yapan bir siteye koydum.

Kitaba aşağıdaki ağbağından ulaşabilirsiniz. Ücret ödemeniz ya da kayıt olmanız gerekmiyor.

https://www.publitory.com/e_books/778-din-bilim-vetanri-din-felsefesi-uzerine

Önsözü aşağıdan okuyabilirsiniz.

AA

---

Din Felsefesi ya da genel olarak felsefenin tamamı, hayatım boyunca ilgi alanıma girmiş, arada dönüp yıllar öncesinde okunmuş kitapların tozlu sayfalarını karıştırmama vesile olmuş ender disiplinlerden birisidir. Edebiyatla az çok işli dışlı olmamın, matematik / istatistik öğretmeni olmamın ve ders sonlarında öğrencilerle girdiğim uzun diyalogların; felsefi sorularla meşgul olmamda rolü büyüktür. Çünkü ister beğenelim ister beğenmeyelim, matematiksel önermelerin doğruluğunun kaynağı da dâhil olmak üzere pek çok matematiksel kavramın altında derin felsefi sorular yatmaktadır. Kendimi iyi bir felsefe ya da bilim okuyucusu olarak görmesem de asıl ilgi alanım olan edebiyatta tüm yolların insanın doğasına çıkıyor olması, beni ister istemez felsefenin kadim sorularıyla sık sık baş başa bırakıyor. Buna rağmen kendimi asla konunun uzmanı ya da konu hakkında orijinal fikirler üretebilecek birisi olarak görmedim. Bu kitapçıkta okuyacaklarınız, okuduklarımdan, gözlemlediklerimden ve izlediklerimden yola çıkarak derlediğim, kendimce örneklerle süslemeye çalıştığım bir hasbihalden başka bir şey değildir.

Kitapçığın ortaya çıkışının gerekçesi “Din felsefesi üzerine yazılar yazayım da insanlar aydınlansın.” değildir. Zaten milyarlarca insanın tarih boyunca kafasını kurcalamış sorular bu kadar kısa bir kitapçıkla ikna edici bir çözüme ulaştırılamaz, böyle bir iddia sadece yanlış değil aynı zamanda gülünç olur.

Yıllar önce bir haber sitesi için yazdığım sekiz kısa makaleyle başladı her şey. O site kapandı ama yazılar kaybolmadı. Kitapçığın ikinci ve üçüncü bölümleri bu sekiz yazıdan alınıp düzeltilmiştir. Diğer altı makale sonraki bölümlerle tekrara yol açacağı için kitapçığa alınmadı. 2012'de Türkiye'de öğretmenlik yaparken derslerine girdiğim öğrencilerle ders sonlarında bilimin doğası, Tanrı'nın varlığı, bilginin kaynağı gibi konularda uzun uzun tartışırdık. Ben Çin'e taşınınca bu öğrencilerden birisi bana gönderdiği e-postalarda daha önce tartıştığımız konularda sorular sormaya devam etti. Ben de hem ona yanıt vermiş olmak için hem de blog sayfamda yayımlayabilmek için yarı-sistematik denilebilecek yazılar kaleme aldım. “T.B.'ye Mektuplar” bölümü şimdilerde mühendislik fakültesinde okuyan bu meraklı öğrenciye yazılmış yanıtlardan oluşuyor. Her ne kadar kitapçığın ilk bölümü olsa da “Bilememenin Dayanılmaz Hafifliği” başlıklı kısım en son yazılandır. Bir pazar sabahı okuduğum bilimsel bir makalenin altına yazılmış yorumlara yanıt olarak kaleme almıştım bu metni.

Bölümler ayrı zamanlarda, birbirinden bağımsız motivasyonların sonucunda yazıldıkları için okuyucular yer yer tekrarlarla karşılaşacaklardır. Bu tekrarların nedeni başta da dediğim gibi “Yazayım da kitap olsun.” gibi bir niyetle işe başlamamış olmamdır. Aynı şeyi birkaç defa okumanın sizlere yaşatacağı sıkıntıdan dolayı şimdiden özür dilerim.

Son olarak da okuyucuya ufak bir tavsiyede bulunayım. Her ne kadar okumak ve anlamak zihnimizle yaptığımız, aklımızı kullanmayı gerektiren eylemler olsa da insanın salt akıldan ibaret olmadığını asla unutmayın. Akıl da tıpkı kollarımız ve bacaklarımız gibi hayatta kalmamız için evrimsel süreçte gelişmiş bir yetenek, hatta daha güzel bir deyimle “araç”tır. Dolayısıyla okumak, okuduğunu anlamak ve anladıklarınla kendini değiştirmek salt akılla olacak bir iş değildir. Değişmek, bir şeyleri geride bırakmak ve bize dayatılan hikâyelere elveda demek kitap okuyan bir zihinle değil, gerçeklerle korkusuzca yüzleşebilen bir yürekle olur. Evrenin bir köşesinde, kimsenin umurunda olmadığı bir taş parçasının üzerinde yaşayan minnacık bir canlı olduğunu kabul edebilecek misin? Hiçlikten gelip hiçliğe gideceğini, yaşadığın hayattan başka elinde bir kazancının olmadığını ve bedenin gibi bilincinin de sonlu olduğunu kendine itiraf edebilecek misin? Bunları yapman için zekâ değil, cesaret gerekir.

Ayrıca şunu da unutmamak gerekir. Dinler ya da Tanrı'nın varlığı salt doğru oldukları için değil, gerek bireyin gerekse toplumun hayatında belli bir takım işlevleri yerine getirdiği için savunulan argümanlardır. Öyle ki, bilim insanları bir gün çıkıp “Tanrı'nın varlığını kanıtladık.” ya da “Cennetin gerçek olduğunu laboratuvar çalışmalarıyla iki kere iki dört eder kesinliğinde ortaya koyduk.” derlerse, (Güzel bir öykü, hatta bir roman çıkabilir bu fikirden.) bu durumdan en çok rahatsızlık duyacak olanlar yine inanmış kitle olacaktır. Çünkü inanan kişi zaten kanıta gerek duymaksızın inanmaktadır ve bilimsel bir kanıtın varlığı onun inanarak elde ettiği avantajlı pozisyonu sıfıra indirmekten başka bir işe yaramaz. Cennetin varlığının kanıtlanması zaten cennetin varlığının gerekçesiyle çelişen bir durumdur. Neden? Çünkü cennet Tanrı'ya inanmış olanlar için vardır. Eğer Tanrı'nın varlığı kanıtlanırsa böyle bir inanışın –bilmenin- mükâfatlandırılması anlamsızlaşacaktır. Nasıl ki masanın üzerinde fincan olduğunu biliyor olmam beni diğerlerinden üstün yapmamaktadır, varlığı bilimsel olarak kanıtlanmış bir Tanrı'nın varlığını kabul etmek de beni üstün yapmamalıdır. Hem böylesi bir kanıt; ekonomiden eğitime, sanattan hukuka, hayatın hemen her alanında devrim niteliğinde değişimlere neden olacaktır. Hayal etmesi bile alabildiğine zor olan bu sahneyi, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, ileride yazılacak bir öyküye bırakayım.

Bireyin hayatında olduğu gibi toplumsal düzende de dinin çok önemli rolleri vardır. Öncelikle dindar insanlar daha kolay yönetilirler, gerçekle değil de güçle (Tanrı'nın yeryüzündeki simgesi olan şahısla) ilgilenirler, savaşa gitmeye daha kolay ikna edilirler, daha az şey talep ederler ya da daha çabuk tatmin olurlar. Görünürde daha huzurludurlar çünkü sorgulayan insanın sorduğu yanıtsız soruları yanıtlamış gibi bir yaşam sürerler. Gündelik hayatına bu soruların yanıtsızlığının getireceği hafakanları sokmaz, para kazanmaya ve ailesini geçindirmeye odaklanırlar. Kendilerine verilen hakları lütuf olarak görme eğilimi gösterirler. Öyle ki resmi olarak ateist bir partinin idare ettiği Çin'de bile devlet halkın dindar –Konfüçyüsçü- olmasını istemektedir. Çünkü Konfüçyüsçülük, tıpkı İbrahimi dinler gibi; otoriteye itaati tavsiye eder. İtaat kültürüyle yetişen insanlar da hükümetler için daha az baş ağrısına neden olur. Bu yüzden bir halkın dindar olması, yani varlığı bilimsel olarak kanıtlanamayan şeylere inanıyor olması ya da atalardan miras kalan geleneklere sıkı sıkıya bağlı olması, hükümetler için arzu edilen bir durumdur. Zaten zayıf olanın emeğinin sömürüsüne dayalı kapitalist –ya da benzeri- sistemlerle dinin ve dinsel otoritenin arasında güçlü bir bağ olduğu sosyologlar tarafından sıklıkla söz edilir. Kitaplara yazılan uzun önsözleri ne okumayı ne de yazmayı severim. Buyurunuz, kitapçık ekranınızda. Okuyunuz ve kararı siz veriniz. Umarım birkaç zihne girip, birkaç genç dimağı yaşadıkları hayatın anlamını düşünmeye sevk edebilirim. Bir kişi bile benim yazdıklarımdan yola çıkıp, daha derinlikli kitaplara yönelir ve soruları çoğaltırsa hedefime ulaşmışım demektir. Amacım yanıt vermek değil, daha güzel sorular sorabilmektir. Eğer kitapçığı bitirdikten sonra sizin de sorularınız olursa aşağıdaki e-posta adresine yazabilirsiniz. Elimden geldiğince ya yanıtlarım ya da yanıtı bulabileceğiniz kitaplar öneririm. Son olarak da şunu ekleyeyim. Bu kitapçığı ben yazdım. Herhangi bir redaktörün ya da editörün elinde geçmediği için yer yer yazım yanlışlarıyla ya da anlatım bozukluklarıyla karşılaşabilirsiniz. Gördüğünüz hataları bana bildirirseniz, birkaç ay sonra düzeltileri yapar, kitabı sisteme yeniden yüklerim.

Herkese keyifli okumalar,

Ali Rıza Arıcan – 13 Mayıs 2017 – Changzhou


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder