Bu Blogda Ara

06 Şubat 2014

İsan Köylerinde Akşam

Kabuk bağlamış bir yaradır köyde sabah. Umut verir, heyecan verir, bir keser ağzı gibi keskindir. Kaşımazsan geçecektir kendiliğinden sanki, dokunmazsan iyileşecektir bir başına, ağır ağır kendisini bulacak, etrafındaki derinin rengine kavuşacaktır.

Kat kat tabakalara bürünmüş, yorgun bir bakıştır günün ağrıyan ışıkları burada. Horozlar kesik kesik gelen sesleriyle gün ışığından iki saat önce başlarlar sabahı müjdelemeye. Onları köpekler takip ederler, mahalle dedikoduları gibi yayılır havlamalar. Serçelerin ve cırcır böceklerinin şarkıları eklenir senfoniye. Bitmez tükenmez bir enerjinin habercisidir bu sesler, bitmez tükenmez bir hayatın.

Köyde hayat erken başlar; gözler erken açılır sabaha, duyular erkenden uyanır kokulara ve seslere. İşleri şansa bırakma lüksü yoktur köylünün hayatında. Hayat basittir. Çalış ve kazan. Doğrusal bir denklem gibidir her şey. Çözmek için dahi olmak gerekmez. Çalışırsan kazanırsın, çalışmazsan sürünürsün. Ne borsadaki kumarbazlardan haberdardır köylü ne de emlak piyasasının çalkantılarından. Elinin emeği, gözünün nuru, nefesinin ruhu bulaşır dokunduğu her şeye. İçinde emeğin olmadığı şeye tamah etmez köylü; burun kıvırır, görmezden gelir. Ya da…

Ya da bir yolunu bulur kendince. Köylü muaf değildir hayatın kendisine sunacağı adiliklerin getireceği rahatlıklardan. Ne Kampoon Boontawee’nin “Kuzeydoğu Çocuğu”romanında anlattığı gibi yüzde yüz masumdur İsan köylüsü ne de Yakup Kadri’nin Yaban romanında tasvir ettiği gibi yüzde yüz yavşak, çıkarcı ve cahildir. İşini bilir o da, tıpkı kentliler gibi. Rahatına düşkündür, özellikle tarlası toprağı varsa daha bir özgürdür gün boyu yatıp uzanmada. Ame her köyde böyle insan bir yada iki tane vardır. Çünkü çok toprak gerekir dört kişilik bir aileyi bile geçindirmek için. Bu yüzden beklentiler azdır buralarda. Yağmurun azlığı, suyun çok değerli oluşu dayanışmayı ve birlikteliği zorunlu kılar. Başka türlü ayakta kalmak imkânsızdır. Çalışmak şarttır, sabahtan akşama kadar aralıksız çalışmak, toprağı sıkıp içinden çıkan cevheri hayata dönüştürmek tek tutunma yöntemidir. Bunun için erkenden kalkmak gerekir, gün ışımadan, hava serinliğinden hiçbir şey kaybetmeden.

Sızlayan bir diştir yatakta sabahı beklemek. Temiz havada uyuyamıyorum fazla. Az uyku da yetiyor demek ki! Kentlerde bizi saatlerce uyutup, yataktan yorgun kaldırtan o iğrençliğe lanet etmemek elde mi köydeki som mavi gökyüzünü görünce? Hava biraz ışıyınca fark ediyorum yandaki boş araziye yeni yapılmış pembe duvarlı evi. Herkes uyanınca sordum bizimkilere kim bunlar diye. Hikâyesi uzunmuş, umut ve hayal kırıklığı doluymuş, buradaki her insanın hikâyesi gibi. İsan köylerinde böyle hikâyeler çoktur. Daha önce üç çocuk babası bir köylünün nasıl olup da travesti olmaya karar verdiğini –ya da kadın olduğunun farkına vardığını- ve Pattaya’ya gidip barlarda çalışmaya başladığını yazmıştım.  Yanı başımızdaki pembe duvarlı pembe çatılı pembe kapılı evin hikâyesi onunki kadar ilginç olmasa da yazmaya değer bir hikâye.

İşimiz kolay olsun diye adama Edward, kıza da Lek diyelim. Edward 60 yaşında, emekli bir İsveçli. Emekli maaşının yarısıyla bile Tayland’da krallar gibi yaşayabilecek birisi. Oğulları kızları var ülkesinde. Boşanmış ya karısından, aklı fikri kendisini yeniden genç hissettirecek bir eş bulmakta. İsveç’de bulamıyor tabii; parası olan, kariyeri olan, eğitimli İsveçli kız neden baksın altmış yaşındaki adama? Geliyor İsan’a; umudun kokuşmuş bir bataklık gibi her daim sürüncemede olduğu çorak topraklara. Buluyor fakir bir aile. Diyor ki onlara “Siz bana kızınızı verin, ben de size ev yapayım.” Dedim ya, buranın halkı doğrusal düşünür. Para gururun da kaynağıdır çoğu zaman. Ya paran olacak ya toprağın. Bu ikisinden birisi yoksa bir hiçsindir. Bulmuşlar altın yumurtlayan tavuğu, kaçırırlar mı? “He” diyorlar zengin yaşlıya. Adam kendisinden kırk yaş genç kızı kendine eş yapıyor. Ev yapmak için de bizim evin yanındaki arsayı satın alıyor ve evi inşa ediyor. Kız yirmi yaşında. Evin pembeliğinden belli çocuk olduğu, yaşını anmaya ne gerek var?  

Bu arada kız, bir oğlan bebek doğuruyor Edward’dan. Çocuk doğunca işler biraz karışıyor. Edward’ın İsveç’deki evlatları başından beri itiraz ettikleri evliliğe artık dayanamaz oluyorlar. Babalarının mirasına ortak olacak bir bebek gelmiş dünyaya, bir de kendi çocukları yaşlarında bir yeni gelin. Babayı İsveç’e dönmeye ikna ediyorlar. Lek de gidiyor onunla birlikte. Pembe duvarlı, pembe çatılı ev Lek’in ailesine kalıyor. Lek’in annesi babası kardeşleri buraya yerleşiyor. Bahçede salatalık, domates, biber, kabak, soğan yetiştirmeye başlıyorlar.

İsveç’de ise işler daha da kötüye gidiyor. Edward’ın aklı başına geliyor ya da bir şekilde farkına varıyor miras konusunda ortaya çıkan huzursuzluğun. “Ben o arsayı ve evi yatırım için yapmıştım. Satacaktım.” demeye başlıyor. Bu noktada araya girip bir yorum yapayım izin verirseniz. “Bir Avrupalının İsan bölgesine gelip, yatırım amaçlı arsa alması kadar ahmakça bir şey olamaz. Yatırım yapacaksan git Hua Hin’e, git Pattaya’ya, git Bangkok çevresine… Buradan arsa alıp satarak edeceğin kâr, satıştan doğacak vergi yükümlülüğünü bile karşılamaz, zarar edersin.”

Neyse, Edward akıllanıyor ama iş işten geçti bir kere. Arsa ve ev Lek’in üzerine. Boşanmaya karar veriyorlar.  Lek çocuğun velayetini Edward’a veriyor, kendisine de Iraklı göçmen bir sevgili ediniyor. Bir de iş buluyor İsveç’de. Lokantalarda, otellerde temizlik yapıyor. Şu aralar kazandığı paranın bir kısmını Edward’a veriyormuş evin ücretini ödemek için. Ara sıra da çocuğunu görmeye gidiyormuş. Kazandığı paranın kalanını da ailesine gönderiyormuş. Yaşı genç olduğu için gocunmuyordur yaşadıklarına herhalde. Ne yaptıysa ailesi için yapmıştır, ne yaptıysa annesi babası ve çocuğu için.

İşte böyle bir hikâye yatıyor bizim evin yanında. Yaşam mücadelesi, daha iyi koşullara kavuşmak için feda edilen bir evlat, kırık dökük hayaller, doğar doğmaz annesinden koparılan bir oğul… Lek, gençliğine ve deneyimsizliğine rağmen tüm aileyi sırtlamış götürüyor. Edward eski yalnızlığında. Birkaç yıllık maceradan geriye bir bebek kalıyor sadece. Bir de o bebeğe hırsız gözüyle bakan, bebekten belki 30-35 yaş büyük üvey ablalar ve abiler.

Bizim evin öteki yanındaki ev eski bir İsan evi. Ahşap bir yapı, sellerde zarar görmesin diye odalar yükseltilmiş. Evin arkasında pirinç makineleri var. Burada pirinci kabuğundan ayırıyorlar. Makine çalışınca gürültü dayanılmaz oluyor benim için. Onlar makineyi çalıştırınca ben kısa mesafe koşmaya çıkıyorum. Bu şekilde anlaşabiliyoruz ancak. Diğer köylüler de pirincini buraya getiriyor. Sanırım cüz’i bir ücret karşılığında komşuların işlerini yapıyorlar.  Bir de domuz ve tavuk yetiştiriyorlar bahçelerinin öteki tarafında. Sabahları yediğimiz yumurtalar ya bu komşudan geliyor ya da kayınpederin okulundaki tavuklardan. Aynı şekilde günlük öğünlerde yediğimiz muz, domates, biber, fesleğen yaprağı, nane, mango, papaya, limon, guava, patlıcan, kabak, soğan gibi meyve ve sebzeler de ya bizim bahçeden ya da komşuların bahçelerinden tedarik ediliyor.

Tavuklar ara sıra bizim bahçeye giriyor. Eskiden Tokcay tavuk falan sokmazdı bahçeye, gördüğünü kovalar, tavukları pert edene kadar koştururdu. Şimdilerde artık karışmıyor. Yaşlılık böyle bir şey olsa gerek. Gözlerinin önündeki hayat yenilenip, her gün baştan başlarken sen sadece seyrediyorsun, müdahale etmeye gerek duymuyorsun. Artık sadece seyirci olmak zevk veriyor sana, sadece izlemek ve hatıraların muallak ışığında geçmişi özlemek…

Sabahları evin önünden çocuklar geçiyor gruplar halinde. Hepsinin altında eski püskü bisikletler. Hepsi de şen şakrak, okula gidiyorlar şakalaşarak. Arada sırada şeker kamışı taşıyan kamyonların sesleri geliyor ana yoldan. Derin, hırıltılı bir ses; pencereleri zonklatan bir titreme. Yağmurdan ümidi kesen köylü pirinci bırakıp şeker kamışına yönelmiş son yıllarda. Daha çok para var şeker kamışında. Koca koca kamyonlar kasa yüksekliklerinin iki katı mal alıp yola çıkıyorlar. Kimisi devriliyor eğimli yollarda, kimisi varıyor ilçenin çıkışındaki kantara. Umut taşıyorlar ağır ağır, köylü şeker kamışını satacak da hükümet para verecek. Tarla sahibi bu parayı alacak çoluğunun çocuğunun karnını doyurabilecek, tarlasında çalıştırdığı ırgatlara ücretlerini ödeyebilecek.

Köydeki bir başka ilginç olay da hiçbir şeyin atılmıyor oluşu. Tabaka tabaka birikiyor hayat burada. Yıllar öncesine ait ufak tefek ayrıntılar tüm çıplaklığıyla korunuyor. Yıllar üzerinden geçerken en altta kalanlara bir şey olmuyor. Belki gözden uzaklaşıyorlar ama kaybolmuyorlar. Soğan gibi halka halka büyüyor hayat, büyüdükçe koruyor altta kalan tabakaları, büyüdükçe sarıp sarmalıyor geçmişi. Biri birinin üzerine inşa ediliyor, biri birini yıkmadan, yok etmeden.

Örneğin, bizim mutfak evin arkasındaki avludadır. Hoş, Tayland’daki evlerin hemen hepsinde mutfak dışarıdadır çünkü yemek yaparken kızartılan sarımsak ve acı biber çok ağır kokular çıkarır, evi yaşanmaz hale getirir. Hem zaten biz yemekleri de dışarıda yeriz. Yıllardır buraya gelir giderim, bir kere bile evin içinde yemek yediğimizi anımsamıyorum. Kayınvalide mutfağı genişleteyim, bulaşık yıkamayı kolaylaştırayım diye yeni lavabolar yaptırtmış. Modern mutfağa benzeyen türden bir mutfak duvarı dikmiş bahçe duvarı ile avlu arasına. Bu duvara tencereyi tavayı asıyor. Yalnız bunu yaparken eski mutfağa dokunmamış. Eski mekân olduğu gibi duruyor. Bozulan buzdolabını atacaklarına, üzerini muşambayla kaplamışlar. İçine sıklıkla gerekmeyecek eski belgeleri koymuşlar. Yeni buzdolabını da dışarıya koymuşlar. Eski ev pirinç deposu olmuş, eski bisiklet sırf çürümesin diye ayda bir sürülüyor evin önünde. Ev inşaat halindeyken kullanılmak üzere yapılan tuvalet halen duruyor. Kayınpeder bazen bahçedeki bu tuvalete gidiyor. Sırf nostalji olsun diye mi yoksa tuvalet işlerliğini yitirmesin diye mi bilmiyorum. Evde zaten iki tane tuvalet var. Bahçedekini neden yıkmıyoruz? Yıkmıyoruz çünkü yıkmaya gerek yok. Yıkmıyoruz çünkü yeniden yapması yıkmaktan çok daha zor. Yıkmıyoruz çünkü “Ya bir gün lazım olursa?” sorusuna kesin bir “Hayır, asla lazım olmaz.” yanıtı veremiyoruz. Yıkmamak bir seçenekten çok bir lüks aslında. Arazi bolsa neden yıkasın ki! Kentlerde yeniyi koymak için yer açman gerekir ve bu yüzden eskiyi atmak şarttır. Burada bahçe geniş, at bir kenara dursun. Belki bir gün lazım olur.

Geldiğimin ikinci günü bahçeye domates ve salatalık ekmiştim. Toprağa dokunmak iyi geliyor bana. Avuçlarıma alıp ufalıyorum sertleşmiş toprağı. O kuru toprak ufalandıkça içindeki canlar çıkıyor ortaya. Börtü-böcek, bilumum otlar ve artıklar… Milyonlarca yıllık oluşumun ve devinimin sonucu taşlar, çakıllar. Tırnaklarımın altı toprak oluyor ama gocunmuyorum hiç. Elektriğimi alır, evrene pozitif enerji gönderir falan demiyorum. Sadece fiziksel emek harcadığım için iyi gelir diyorum. Toprak bu, hepimizi eşitleyen sıfır noktası değil mi? Topraktan geldik ne de olsa, toprağa döneceğiz. (Kur’andaki ayette “Inna lillah ve inna ileyhi raciun” der. Toprak kelimesi geçmez.) Kentlerde yaşayan bizler toprağı çok az görüyoruz. Evden çıkıp işe varana kadar ayağım bir kere bile toprağa değmiyor. Asfaltların ve betonların üzerinde geçiriyoruz günlerimizi ve gecelerimizi.  Oysa toprak içerik olarak bize en yakın parçası dünyanın. Kırılgan bedenimizde ne varsa toprakta da var. Kırılgan ruhumuzdaki çarpıntıların kaynağı da (ya da çözümü) belki topraktır, kim bilir! Bana göre kent insanının kendisine ve doğaya yabancılaşmasında büyük bir rolü var topraktan uzakta olmanın. Kendisini var eden kaynağa yüz çeviren ve hatta onu gözden ırak tutmak için elinden geleni yapan bir tür oluverdik son birkaç yüzyılda. Kentlerin ortasına konuşlandırdığımız sembolik parklar dışında toprakla bir bağımız kalmadı. Onu bile çok görüyorlar kimi kentlerde, halkın şehitler vermesi gerekiyor üç beş karış toprak ve o toprak üzerinde yaşayan ağaçlar için.

Yediğimiz domateslerde toprağın kokusu yok (Burada yediklerim nasıl da güzel kokuyor. Tek tek burnuma götürüyorum domatesleri ısırmadan önce. Emilia filmindeki manavcı çocuk gibi.), ne ekmek ekmek gibi kokuyor kentlerde ne de salatalığın kendine has bir rayihası var. Artan dünya nüfusunu beslemek için üretilen çözümlerin en kötüsü genetiğiyle oynanmış besinlerdir. Durum o kadar kötü ki artık orijinalleri kaybetmek üzereyiz. Yani gerçek mısırı bir daha asla göremeyebiliriz, gerçek domatesi de…  Varsa yoksa aslı gibi görünen, üzerinde tek bir böcek gezinmemiş, uzun süre çürümeksizin kalabilen, dayanıklı, kaya gibi sert, fabrika ürünü gibi standardize edilmiş, olması gerekenden daha iri, ama aynı zamanda tatsız, kokusuz, içi sudan farksız kırmızı bir meyve…

Ektiğim tohumlar filizlenmişler. Yalnız çok sık ekmişiz, birkaç gün sonra o filizleri yerlerinden söküp, aralarına mesafe koyup tekrar ekeceğim. Deneyimsiz olunca böyle oluyor. Olsun! Toprak, emeğin karşılığını veren en adil tarafıdır dünyanın. Sen ona bakarsan o da sana bakıyor. Sen onu dinlersen o da seni dinliyor. Sen ona yamuk yaparsan o da sana yamuk yapıyor. Bizim ektiğimiz domateslerin ve salatalıkların hemen yanında kayınvalidenin ektiği naneler ve biberler var. Eski evin –şimdiki pirinç deposu- arkasındaki geniş alanda dragon meyvesi denilen meyveden ekmiş kayınpeder ama henüz ortada meyve yok. Birkaç yıla meyve verir diyor. Daha arkalarda uzun muz ağaçları var.

Burada muz en kolay yetişen meyvedir. Yağmur mevsiminde muz dalını sok toprağa, altı ay sonra sana on kilo muz verir. Bir de boy atar ki şaşar kalırsın, nereden geliyor bu kadar enerji diye. Sanasın toprağın altında bir muz ağacı vardı, sen dalı sokunca o ağaç uyandı ve gün yüzüne çıktı. Senin toprağa soktuğun dal kalınlaşmış, bacağın kadar olmuştur. Onun sağından solundan fışkıran ince dallarda onlarca muz yetişir. Nasıl taşır o kadar muzu bu ağaç, nasıl besler bu dallar bal gibi tatlı muz meyvesini… İş sadece muzla da bitmiyor. Aynı toprak diline dokunduğunda yedi düveline sövdürten biberleri de veriyor. Evin önündeki kelebek ağacındaki çonko çiçeklerine ne demeli peki? Geldiğimden beri her sabah yanlarına gidip, hayran hayran bakıyorum bu kırmızı-pembe çiçeklere.  Böyle manyak bir şey işte toprakla uğraşmak. Ayna gibi adeta, sen ona bakınca o da sana bakıyor. Sen ona sırtını dönünce o da sana sırtını dönüyor.

Bahçeyle ilgilenmediğim zamanlarda ya uyuyorum ya da okuyorum. Son on üç yıldır satın aldığım kitapların hemen hepsi burada. Beş yüzden fazla kitap var. Sadece bu köyün değil, belki Ban Ten ilçesinin en zengin kütüphanesi bizim evde. Büyük bir hevesle masama yığdığım kitapların iki tanesini bitirdim bile. Birkaç tanesini Çin’e götüreceğim. Vietnam’da çalışıyorken, Sienney, Hong Kong’dan getirmişti Lao She kitaplarını. Unutmuştum bu kitaplara sahip olduğumu. İyi oldu. Şanhay’da bulamamıştım Lao She’yi. Okuyup üzerine yazılacak kitapları var Lao She’nin. Özellikle “Camel Xiangzi” romanı ve “Teahouse” oyunu 20. Yüzyıl Çince edebiyatta önemli mihenk taşları olarak kabul ediliyorlar.   

Okuma ve yazmanın dışında pek de bir şey yapmıyorum burada. Bir haftadır zaten köyde değildik. Güneye indik. Bangkok’da üç gün geçirdik J’nin TC vatandaşlığına başvurusu için gereken resmi belgeleri tamamlamak için. Sonra Hua Hin tarafına indik. Üç günü deniz kenarında geçirdik. İyi oldu. “Denizi Özleyen Adam” olarak suya bedenimi sokup çıkarmam, bir yılın yorgunluğunu aldı. Dün geri geldik köye. Araba kullandığım için normalden daha fazla yoruluyorum yolculuklarda. Yattım uzandım tüm öğleden sonra. Hem zaten tatildeyim, dinlenmeyip ne yapacağım. Çin’de yaşamak bile yoruyor insanı, bari Tayland’da yaşamayayım. Benim için tatilde olmak demek kahvaltıda iki fincan kahve içtikten sonra, uykum geldi deyip yatıp uyumak demek. Böyle hiçbir şeyle ilgilenmemek, hiçbir şey yapmamak zoruma gitmiyor artık. Eskiden daha hafakanlıydım. Vaktimi boşa geçirdim mi suçluluk duygusu çökerdi içime, utanç dolu nehirler geçerdi damarlarımdan. Şimdilerde şunun farkına vardım. Yaşamazsan yazamazsın da! Öyle sabahtan akşama göt büyüttüğün yerde kitap okuyarak hayatı öğrenemiyor insan. Yaşaman, ellerini hayatın kirine sokman gerekiyor. Kirlenmeden, dışarıdan kirlenenleri izleyerek olmuyor. Bunu anlamam da yıllarımı aldı.

Akşam olunca çocukları evlerine dönerken görüyorum. Köylüler dört tekerli motosikletleriyle geçiyorlar. Tarladan eve dönüyorlar belli ki! Tüm gün çalışılmış; güneşin altında şeker kamışlarıyla, mısırlarla, pirinç saplarıyla mücadele edilmiş. Şimdi eve gitme ve yarın için hesap yapma vakti. Öyle ki bu topraklarda hiçbir hesabın tutmayacağını bilse de yapar hesabını köylü. Hükümet söz verdiği pirinç ödemesini dört aydır yapmamış, ne yapacak İsan’ın çiftçisi? İsyan edip Bangkok’u ele geçiremeyeceğine göre, sabredip bekleyecek. Hoş denediler bir kere. Pencerelerden sarkan keskin nişancılar tarafından vuruldular birer birer. Kızıl bir ırmak varacaktı Bangkok’a ama engellediler, işin içine haksız mücadeleyi soktular, siyasi çıkarlara alet oldular.

İsyan edemeyince bekleyecek köylü. Yağmurun daha fazla yağıp bir yılda birden fazla hasat yapabileceği günleri bekleyecek. Şeker kamışının, mısırın, patatesin hükümet tarafından peşin parayla alınacağı günleri bekleyecek. Erkek çocuklarının büyüyüp tarlada iş tutacağı, kız çocuklarının büyüyüp bir an önce uygun –mümkünse elini cebine soktuğunda çükünü değil de parayı tutan- birisiyle evleneceği günleri bekleyecek.

Akşamın karanlığı bastırıp, hüzün bir çıyan gibi kapıların pencerelerin altlarından evlere girince, İsan köylüsü köşesine çekilip dinlenecek. Tapınaktan gelen duaları dinleyecek, yapışkan pilavına katık ettiği biberli patlıcan ezmesini yerken, karanlıkta el yordamıyla bulduğu yarasına dokunacak. İşte o anda anlayacak evinin önünden geçen yolu ışıklandıran çocukların cıvıltılarını, o anda kavrayacak tarlada tüm gün çalışıp da hayatında neden bir iyileşmenin gerçekleşmediğini.

Bir döngü vardır hayatta ve bu döngü köyde en canlı, en hızlı, en acımasız olandır. Her sabah kaşınmaması gereken bir yarayla başlar. Gün boyunca kaşımamak için tutar kendisini, işe verir bedenini, kollarına ve ayaklarına verir kaslarındaki tüm gücü. Oysa gün ağarınca artık dayanılmaz olur kaşıma isteği. Uzaklardan bir kamyonun ağır hırıltısı gelir. Ölüm döşeğindeki hasta gibidir kimi mücadeleler. Hayat herkese adil değildir, toprak en çok kendisine bakana değil, kendisine sahip olana verir vereceğini. Bilir bunu köylü, bilir ve sabreder. Çünkü çok zamandır anlamıştır o, köydeki her akşamın kanayan bir yara olduğunu.


3 yorum:

  1. Bunca kitap okumanın insanı daha mutlu yapmayacağını bildiği halde insan neden daha fazla kitap okur ki?

    YanıtlaSil
  2. Adınızı bağışlarsanız kapsamlı bir yanıt yazabilirim sorunuza.

    Ali

    YanıtlaSil
  3. Adsız3:37 ÖS

    Erkan Engin
    Teşekkürler.

    YanıtlaSil