Bu Blogda Ara

28 Ocak 2014

Uzun Zaman Aradan Sonra Tayland ve Tokcay

Dong Muan havaalanının bende özel bir hatırası vardır. İlk defa yurt dışına çıktığımda bu havaalanına inmiştim. Yani Yeşilköy’den sonra gördüğüm ilk havaalanıydı Dong Muan. Mart ayının ortasıydı. Uçaktan iner inmez şiddetli bir sıcak dalgası çarpmıştı yüzüme. Uzun süre eroin almış bağımlılar gibi gezmiştim mart ayının sıcağından dolayı. Sonra sıcağa alışmıştım, bu sefer soğuk ağır gelmeye başlamıştı. Hiçbir şeyi beğenmeyen insan!

Havaalanına girince hemen para bozdurmak istiyorum. Üzerimde bir tek Tayland Bahtı bile yok. Yalnız oran çok düşük geliyor. 1 RMBye 4.97 Baht veriyor para değiştirme kulübeleri. Ben de acil ihtiyaçlarımı karşılayabilecek kadar bozduruyorum. (İki gün sonra bizim köyün olduğu ilçede 1 RMByi 5.13 Bahta bozduracağım.) Elime geçen bozuk paralarla telefon kulübesine gidip J’ye vardığımı söylüyorum. Akşam 7:30 gibi beni Khon Kaen havaalanından alacaklar.

Dong Muang havaalanı sandığımdan pahalı. En ucuz yemek 200 Baht civarında. Suvarnaphum havaalanında her zaman gittiğim yemek salonunun aynısından burada da var mı diye bakıyorum ama bulamıyorum. Olsaydı 50 Bahta karnımı doyururdum. Sorun aslında para harcamak değil, sorun kendimin aptal yerine konmuş olduğunu hissetmek. Dışarıda taş çatlasa 40 Bahta yiyeceğim kamongay ya da pattay gun soğt için burada 200 Baht vermek rahatsız ediyor beni. Bir ara gözüme Çangmay’da geçirdiğim bir yılda severek yediğim Kao soy çarpıyor ama fiyatı görünce vaz geçiyorum. OTOP ürünlerinin satıldığı bir dükkâna girip çerez ve buzlu çay alıyorum. KK uçağı kalkana kadar midemi avutuyorum.

Akşam KK’e varınca J, kayınvalide ve kayınpeder karşılıyorlar beni. Doğruca yemek yemeye gidiyoruz. Ufak bir göletin etrafına konuşlanmış hasır evcikler. Saman çatıların altında sehpa yüksekliğinde masalar, yerlerde minderler. Oturduğumuz yerin tam karşısında bir kürsü var. Bir adam ve bir kadın gitar çalıyorlar. Biz içeri girdiğimizde Joan Baez’in “Dona Dona Dona”sını söylüyordu kız. Bir anda afallıyorum ben tabii. Nereye geldim ben diye? Bir sonraki parçanın “How many years must a man walk down before you call him a man…” olmasını diliyorum ama dileğim gerçekleşmiyor. Pop şarkılar söylüyorlar. Bu arada yemekler geliyor. Özlediğim Tay yemekleri birer birer diziliyor masaya: yam bıla mığk (kalamar salatası), dom yam bıla (balıklı dom yam çorbası) , pat pak nığa (etli sebze kızartması), lap bıla (balıklı-soğanlı-naneli bir salata)… Bir de Leo alıyoruz. Gelmeyin keyfime. Artık resmen Tayland’dayım. Ağzımızın içinde alevlenen yangına rağmen yiyoruz. Kayınpeder bile şikayet ediyor yemeklerin çok acı olmasından. Ehh, o şikâyet ediyorsa varın siz beni düşünün. Neyse ki sofrada soğuk salatalık ve beyaz lahana var. Dilimizdeki ateşi bir nebze dindiriyor bu soğuk sebzeler.

Yemekten sonra eve değil de otele gidiyoruz. Ben KK maratonuna katılacağım diye hem maratona kaydolmuş hem de yarışın başlayacağı noktaya yakın bir yerde otel ayarlamıştım. Geçen ay baş gösteren bel ağrım dolayısıyla koşmaktan vaz geçtim. Bu halde koşarsam belim daha kötü olur diye korktum açıkçası. 2012’de de İstanbul koşusundan sonra baş göstermişti belimin ağrısı. Demek ki birbirine yakın iki maraton koşamıyorum ben. En az üç-dört ay ara vermem gerekiyor.
Maratona katılmayacağım ama otelleri iptal ettiremedim. Madem parayı verdik, en azından sabah erkenden kalkar, bitiş çizgisine doğru azimle koşan yarışmacıları alkışlarız dedim. He sabahleyin bir de KK Üniversitesi’ndeki tarım fuarını gezeceğiz. Çiçek ve sebze tohumu alçağız bahçe için.

Tayland’da hava temiz. Derin derin çekiyorum havayı içime. Deliksiz uyuyorum. Sabah olunca fark ediyorum gökyüzünün mavisini. Ne kadar da parlak, ne kadar da canlı. Sanki elimi uzatsam beni de maviye bulayacak, içine alacak ve bir daha beni onsuz bırakmayacak. İnsanın içi bir anda yaşama sevinciyle doluyor aylar sonra böyle pak bir maviyi görünce. Bir de nefret oluşuyor tabii derinlerde bir yerlerde. Yaşadığı toprakların mavisini bu derece kirletip, insanları boz bir gökyüzsüzlüğüne mahkum eden “gelişme” ve “büyüme” masallarına.

Sabah kahvaltısından sonra yarış bitiş noktasına gidiyoruz. Kıskanarak alkışlıyorum koşucuları. Belim bu derece ağrımasaydı ben de şimdi alkışlananlardan birisi olacaktım. Hoş, bel ağrımın en büyük sorumlusu yazma alışkanlığım. Türkiye’deki doktor bilgisayar başında vakit harcama demişti. Ben de “he, olur” demiştim böyle bir şeyin imkânsız olduğunu kendime tekrarlayarak. Yazmak bu; sigara gibi alkol gibi bir şey; belki daha tehlikeli, daha ölümcül. Bir kere girdi mi kanına bir daha çıkmıyor ömür boyu. Ne zaman bir öykü kokusu alsam bir damar seyirtir alnımın kenarından beynimin dehlizlerine doğru. O damar ki şah damarı gibi kritik, o damar ki tutup sıksam nefesimi keser, göğsümde bir çarpıntı olur. Kolay mı öyle bırakmak bırak deyince? Şimdi bile bu satırları yazıyorken belimin sağ tarafında şiddetli bir ağrı var. “Acı çekmek ruhun fiyakasıdır.” deyip, devam ediyorum yazmaya. Yoksa öyle her fiskeden sonra oturup ağlarsak, hiçbir iş beceremeyiz biz. Hiçbir yol kat edemez, hiçbir yeni yer keşfedemeyiz.

Tarım fuarında bir iki saat gezindikten sonra köye doğru yola çıkıyoruz. Öğlen olmadan eve varıyoruz. Tokcay hasta olduğu için her zamanki heyecanlı karşılama törenini gerçekleştiremiyor beni görünce. Öyle mahzunca bakıyor bana, kuyruğunu hafifçe sallıyor, kafasını uzatıyor okşayayım diye. Ah benim pasaklı Tokcay’ım, ay benim bit torbam, ah benim kör topal yoldaşım…

Ben yola çıkmadan bir gün önce ameliyat oldu Tokcay. Taşaklarından birisi balon gibi şişmiş, tenis topu kadar olmuş. Veterinere danışmış J. Veteriner de kesilmesi gerekiyor demiş. Yoksa enfeksiyon tüm bedene yayılır, Tokcay ölürmüş. İyi dedik, ölmesin Tokcay. İyi kötü 12 yıllık köpeğimiz. Veteriner ertesi gün gelmiş, önce yemeğine uyku hapı koymuşlar. Yoksa yaklaştırmaz elinde iğneyle doktoru kendine. Sonra da genel anestezi yapmışlar. Almışlar Tokcay’ın iltihap kapmış taşağını.

Ben bahçe kapısından içeri girince uyukluyordu evin arkasında kendisi için hazırlanmış bezden kulübecikte. Kayınpeder “mao ya” (ilaç sarhoşu) diyor.   Üşümesin diye üzerine eski giysilerden atmışlar. Geceler soğuk oluyor bu aralar. Yanına gittim, “Tokcay ben geldim.” dedim. Kafasını kaldırdı ama tanıyamamış gibi yapıp kafasını geriye düşürdü. Halsizdi. Ben ısrar edince yerinden kalktı, yanpir yanpir yürüyerek yanıma geldi. Her zaman arabaların cam silecekleri gibi şiddetle ve katı bir disiplinle salladığı kuyruğu şimdi pili bitmiş bir oyuncak gibi salınıyor, yer yer yenik düşüyor yer çekimine. Kafasını okşuyorum, biraz kendine geliyor. Elimle gözlerindeki çapakları temizliyorum. İyice sevindirik oluyor. Kokumu almış olmalı. Elimi yalamaya başlıyor. Beni gördüğüne sevinmiş olmasına seviniyorum. Bu sevincime şaşırmıyorum çünkü geçen bir öğrencime yazdığım mektupta da bahsetmiştim. Sevgi emektir. Emek verdiğin şeyi seversin ve o şey/kişi tarafından sevilirsin. Tokcay on iki yıldır beni bilir. Eskiden daha sık gelirdim köye, her geldiğimde beni kapıda karşılar, etrafımda deli dana gibi koşardı. Sonra birlikte koşardık, patilerini dizlerime koyardı. Bacaklarını avucumun içine alınca rahatlardı. Bu hoş geldin merasimi neredeyse bir gün sürerdi.  İkinci gün ve sonraki günlerde benim sabah uyanıp bahçeye çıkmamı beklerdi. Ben çıkınca da bir gün önceki merasimin yüzde onluk kısmını tekrar ederdi.

Geçenlerde internette resimlerini görmüştüm, İran’a bir adam elli yıldır hiç yıkanmamış. Bizim Tokcay da o adamın köpek versiyonu. On iki yıldır bir kere bile suya girmedi. Azıcık su sıçratsak bile hemen hırlamaya başlar, rahatsızlık duyduğunu belli eder. Bu kadar kirli olduğu için zaten sağı solu mikrop kapıyor. Bir de kendinden büyük köpeklere dalaştığı için. Daha yavru bir köpekken kendisinin beş katı bir köpeğe kafa tutmuştu bizim saf. Bu iri köpek Tokcay’ın kafasını dişlemişti. Kafası iltihap kapacak diye veterinere götürmüş, dikiş attırmıştık. Yaramazdı, durmazdı yerinde. Bir keresinde benim acılı mama domyamımı yemeye kalkmıştı. Ağzı yandığı için saatlerce bahçedeki otlara sürtmüştü dilini. Kayınvalideyle her gün okula gider, okuldaki çocuklarla birlikte derse girerdi. Öğretmenler onun için mezuniyet töreni yapalım diyorlardı bir ara. Kayınvalide emekli olunca o da okulu bıraktı. Artık sadece sabahları bahçe kapısının önünde bekleyip, bisikletle okula giden köy çocuklarına bakıyor, iç geçiriyor. Belki de kendi kendine söyleniyor “Ben de sizin gibiydim. Her gün okula gider, yeni şeyler öğrenirdim. Ama şimdi mezun oldum, artık beni almıyorlar okula.”

Öğlen yemeğinden arta kalanları pirinçle karıştırıp Tokcay’ın yemek tabağına koyuyoruz ama kimseye yanaşmıyor. Ameliyattan sonra güvenini yitirmiş. Herkese kuşkuyla yanaşıyor. Bir tek ben varım güvendiği. Ben yemek verince yiyor, yanına yanaşmama izin veriyor. Kayınvalideyle kayınpedere ve hatta J’ye bile kızgın. Eee, zavallının taşağını kestiniz, kızmasın mı? Ağzı var dili yok hayvanın! Küfretse küfredemez! Bağırsa kimse anlamaz!  Ameliyat sırasında ben burada değildim, dolayısıyla ben tek güvenebileceği kişiyim. Bazı yemek parçalarını elimle ağzına koyuyorum. İştahla indiriyor her şeyi mideye.

Yemekten sonra güneşlik bir yer bulup uykuya dalıyor. Ben de sandalyemi çekip, yanı başında kitap okuyorum. Eski atikliğinden, çevikliğinden eser yok. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan… Bir de bunun üzerine testosteron salgılayan bezlerini almışlar. İyice enerji kaybı var demektir bedeninde. Öyle değil mi? Bir canlının hayata tutunmasını sağlayan en önemli şey üreyebilme potansiyelidir. Yıllar önce Din Psikolojisi dersine girdiğim Hindistanlı bir profesör şöyle demişti: “İnsanın dikliği (dik durması) ile bedenin salgıladığı testosteron arasında güçlü bir pozitif korelasyon vardır. Sertleşmiş erkeklik organının pek çok kültürde (Antik Yunan, Orta Amerika, Güneydoğu Asya) ve dinde (Hinduizm) bereketin ve hayatın simgesi olması boşuna değildir. Diklik; canlılığın, hayatın, yaşama sevincinin göstergesidir. Yaşlandıkça bükülen bel aynı zamanda üreme potansiyelinin azalmasına bağlıdır. Bu yüzden insan da ağaç da gençken diktir. Yaşlandıkça eğilir, yer çekimine meydan okumayı bırakır. Çünkü hayat bir isyandır, bir meydan okumadır. Diyalektik bir mücadelenin sonucudur. Bu mücadele olmayınca hayat da olmaz.”

İnsanda bu potansiyel sanatla, edebiyatla, bilimle farklı pencerelere açılabilir, çeşitli organik olmayan yollara sevk edilebilir. Bilinci kendiliğini kavrayamamış bir hayvan için böylesi bir seçenek yoktur. Hayatın tek amacı üremektir. O da elden gidince geriye bir şey kalmaz. Tokcay’ın durumu da biraz böyle sanırım. Sessiz sakin uyuyor bahçe kapısının az berisinde. Eskiden kapıyı açık gördüğü anda dışrı fırlar, kolay kolay gelmezdi. Şimdi kapı açık olduğu halde ya hiç çıkmıyor dışarıya ya da kısa süreliğine çıkıp, etrafı kolaçan ediyor ve geri dönüyor. Kapının önünden geçen dişi köpeklere tepki bile vermiyor. Eski Tokcay olsaydı, önce yeri göğü inletir, ardından da bahçe duvarının üzerinden atlayıp o dişi köpeğe yanaşırdı.

Ben sessizce kitabımı okuyorum, uyukluyorum, uyanıp bilgisayara bir şeyler yazıyorum. Böylece akşamı ediyorum. Tayland’daki ilk günümde, gerçek bir tatilciye yaraşır bir şekilde kayda değer hiçbir şey yapmıyorum. 

Resimleri aşağıya ekliyorum:

Evin önünden geçen yol. İki yanında evler ve tarlalar var. Bu aralar şeker kamışı, mısır ve dragonfruit revaçta. 

Evin yakınlarında bir bakkal. Ana cadde üzerinde. 

Köydeki kitaplarım

Kao niyo (yapışkan pilav) yapmak için kullanılan sepet. Pirinç buharda pişiyor. 

Kayınvalidenin modern mutfağı. 

Bahçedeki papayalar

Olgunlaşmışlar ama henüz yenmeye hazır değiller. 

Jackfruits. Biz yemezsek kuşlar ve sincaplar yiyor. 

Mango ağaçları. Mangolar henüz ufacıklar. 

Tokcay. Mahzun mahzun bakıyor. 

Kayınvalide mutfakta.

Bahçe kapısından evin görünüşü. 

Kahvaltı

Arka avlu. Mutfağın yanı. Yemekler burada yeniyor. 

Mutfak ve Arka avlu

Kayınvalide bulaşıkları akıtıyor. 

Bu meyvelerin hepsi bizim bahçeden. Mango da vardı ama resme giremedi.

Dragonfruit ağacı. Meyvesi yok henüz. 

Bahçede açan bir çiçek. 



2 yorum:

  1. Cok merak ettim bu koyu.. Bizim koylere benziyor mu ordaki koyler de?

    YanıtlaSil
  2. Devamını yazacağım vakit bulunca. Seyahat halindeyiz, yoğunlaşamıyorum yazıya.

    YanıtlaSil