Bu Blogda Ara

04 Ocak 2014

Paralel Yolsuzlukların Kesiştiği Noktada Bir Türkiye Masalı

Behzat Ç, dizinin bir bölümünde bir çeteyi çökertir ama yukarıdan birileri duruma el atar ve suçlulardan birisini serbest bırakır. Behzat Ç buna ses çıkaramaz. Ses çıkarmadığı için de kendisine ödül verilir. Ödül töreninde şu konuşmayı yapar:

                       

Türkiye’de bugünlerde yaşanan olayları izledikçe aklıma bu sahne geliyor. İyi bir adam olmak zordur ama kimsenin adamı olmamak çok daha zordur. Tabutumuzun üzerinde zar atıp, savaş tamtamlarıyla tepemizde dans edenler; kimsenin adamı olmamayı başaramamış, iyi bir adam olmaktan fersah fersah uzakta olanlardır.

Cemaat ile AKP arasındaki kavganın bu boyutlara ulaşacağı belliydi. Hiçbir şer ittifakı sonsuza kadar süremez. Ülkeyi avucunun içine alıp, al gülüm ver gülüm oynayan taraflar eninde sonunda birbirlerine düşeceklerdir. Çünkü çıkış noktalarında evrensel olan tek bir ilke yoktur. İnsan sevgisinin ve toplumsal barışın yerine kendisi gibi olmayanlara yukarıdan bakma olarak özetlenebilecek “hoşgörü” konmuştur. Ortalama vatandaşın refahı yerine üzerinde bin bir türlü oyunların oynandığı “ekonomik büyüme” yalanını getirmişlerdir. Salt bir iş yapıyormuş gibi görünmek için saçma sapan projelerle gündemi meşgul edip, ülkenin öz kaynaklarını şakşakçılara peşkeş çekmişlerdir. Tüm bu iğrençlikleri hasıraltında yürütürken, birbirlerini kollamış, birbirlerine taviz vermişlerdir. Olayları daha derinden anlamak için ittifakın geçmişine ve şartlarına bakmak gerekir.

Fethullah Gülen Cemaati (FGC) Türkiye’de son kırk yılda palazlanmış, teorik yapısını Said Nursi’nin Nur cemaatinden alan, siyaset üstü bir oluşumdur. Siyaset üstü oluşuyla, kesintisiz büyümesi arasında sıkı bir bağ vardır. Her zaman için kazanacak ata oynamıştır FGC. Girmek istediği kapıyı kim açacaksa onun yanında olarak gücüne güç katmıştır. Yeri gelmiş Ecevit’e oy vermiş, yeri gelmiş ANAP’ın ve AKP’nin arkasında olmuştur. Hiçbir zaman göründüğü gibi olmamıştır; kendisini arkasında gizleyebileceği, mevcut rejime paralel olan, bir takım bahanelerin omuzlarında yükselmiştir. Yeri gelmiş eğitim sistemindeki başıbozukluğu istismar edecek dershanecilik hizmeti sunmuştur, yeri gelmiş varlığına ve gelişimine en büyük engeli teşkil eden ordu mensuplarını akıl almaz kumpaslarla saf dışı etmiştir. Bunları yaparken hiçbir zaman “Ben yapıyorum. İşte ben de buyum. Fikirlerim şunlardır.” dememiştir. Kendi varlığını gizleyerek hem kesintisiz yol alabilmiş hem de ekonomik bağımsızlığını koruyabilmiştir.

FGC’yi tanımak için onun temellerinin üzerine inşa edildiği Risale-i Nur’a bakmak gerekir. Said Nursi’nin hayatının neredeyse tamamını adadığı bu eserler aslında nur talebeleri için birer yaşam rehberi mahiyetindedirler. Kitaplarda anlatılanların büyük bir çoğunluğu iman hizmeti üzerine odaklanmıştır. Salih ve muhlis hizmet insanının, halka hakkı anlatacak ve bu uğurda yılmayacak Kur’an şakirtlerinin sahip olması gereken tüm özellikler bu kitaplarda mevcuttur. Ayrıca, Said Nursi’nin talebelerine yazdığı mektuplar, talebelerinin ona ya da birbirlerine yazdığı mektuplar, Said Nursi’nin mahkemelerde verdiği savunmalar yine Nur Risalelerinde bol bol bulunmaktadır.

Bu mektupların birinde Said Nursi hizmetin geçireceği üç aşamadan söz eder. Bu üç aşama iman, hayat ve şeriattır. İman aşaması; hizmet gönüllülerinin kapı kapı gezi dolanıp, İslam’ı ona muhtaç olan gönüllere anlatma aşamasıdır. Bu vazifeyi Said Nursi şu cümleyle özetler. “Medenilere galebe ikna iledir.” Yani insanlara tatlı dille, bilimin ve mantığın diliyle gitmelidir hizmet erleri. Ancak bu şekilde, onların zihinlerine de nüfuz edebildikleri zaman, gerçek anlamda uygar dünyada bir zafer kazanmış olurlar. Bu yüzden Risale-i Nur, aslen Hristiyan teolojilerinden ödünç alınmış pek çok skolastik Tanrı kanıtlamasını da içerir. Ontolojik kanıtlar, teleolojik kanıtlar, evrende var olduğuna inanılan düzenden yola çıkarak yapılan kanıtlar… Sahte-bilimsel ya da eksik-bilimsel olarak da tanımlanabilecek bu kanıtlar sayesinde, sadece köyde tarlasını süren Ahmet Efendi değildir hedeflenen; asıl ulaşılması gereken üniversitede okuyan öğrenci,   devlet kurumunda görevini yapan memur, yollar barajlar inşa eden mühendis, insanların hayatını kurtaran doktorlardır. Kendilerine Risale-i Nur tavsiye edilen bu insanlara bir de felsefeden uzak durmaları tavsiye edilir. Çünkü Said Nursi bilir ki felsefe, kuşku ve sorgulama demektir. Oysa bir mümine lazım olan en önemli şey imandır, yani kuşku duymaksızın emin olmaktır. Ancak kalbinde iman hakikatlarını oturtmuş insanlarla bir toplum İslamın öngördüğü düzene doğru yol alabilir. Bu da bizi bir sonraki aşamaya ulaştıracaktır.

Hayat aşamasında toplumun içindeki sağlam bir kitle Risale-i Nur’u anlamış ve onun yenilmezliğini kabullenmiştir. Bir yandan insanları imana davet etme eylemi devam ediyorken, bir yandan da hayatın farklı safhalarına sızmalar başlar. Eğitime, medyaya, sivil toplum örgütlerine, iş örgütlenmelerine, sanayi yapılanmalarına, finans kurumlarına… Yavaş yavaş hayatın her alanına yayılırlar, kilit noktaları ellerinde tutmaya özen gösterirler. Cemaatin erlerle, sıradan polis memurlarıyla, boşanma davalarına bakan avukatlarla işi olmaz. Hedef üst rütbeli subaylardır, emniyet müdürleridir, devletin üst kademelerinde iş yapan memurlardır (savcılar, hâkimler, müsteşarlar, proje yöneticileri). Çünkü ancak bu şekilde emin olabilirler önlerinin kesilmeyeceğinden, ancak bu şekilde sürekli büyümeyi sağlayabilirler.

Kimliklerini asla belli etmemeleri, her zaman ciddi bir tedbir stratejisi uygulamaları ve asla başına buyruk hareket etmemeleri aslında askeri disiplinle işleyen gizli bir örgütten farksız kılar onları. En ufak bir eylem yukarıya sorulur. Dışarıdan bakanların anlayamayacağı sert bir disiplin ve hiyerarşi vardır. Hizmet eri; resmi görevi ne olursa olsun, o görevin dışında kendisiyle ilgilenen birisine hesap vermek zorundadır. Yani bir savcıysanız, vereceğiniz kararları başsavcıya danışmadan önce, cemaatteki abinize (imam savcıya) danışmalısınız. Abinin kararı başsavcınınkiyle aynı olacaksa, sırf başsavcının dediği yapıldı görünmek için ona yine danışılır ama aksi durumda başsavcı bypass geçilir ya da karar bir kılıfa uydurulur. Bu ve benzeri karar alma mekanizmaları cemaatin etkin olduğu hemen tüm alanlarda mevcuttur. 

Hayat aşamasının temellerini FG atmıştır ve otuz yıldır da bu işi başarıyla sürdürmektedir. Bildiğim kadarıyla belli başlı hedefler askeriye, polis, yargı, eğitim, sağlık, finans ve medyadır. İlki dışındakilerin hepsi zaten insanların diline pelesenk olmuş durumda. İçeriği ve işleyiş biçimi bilinmese de hemen herkes FEM dershanesinin, Asya Finans’ın, Zaman gazetesinin, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, Fatih Üniversitesi’nin FGC’ye ait olduğunu bilir. Bunların dışında bir de kimsenin bilmediği kurumlar vardır. Örneğin bilgisayarınızı aldığınız dükkân aynı zamanda cemaatin farklı kademelerinde tam zamanlı çalışan şakirt abileri dükkânın sahipleri ya da yöneticileri gibi gösteriyor olabilir. İşin aslında bu kişileri ne bilgisayarlarla ne de parayla bir ilgileri vardır. Bu kişiler tam zamanlı olarak cemaatin işleriyle ilgilenirler ama bir yandan da dükkânda çalışıyor görülürler, maaşları ve sigortaları ödenir.

Yukarıda saydığım kurumlardan ilk üçü; yani askeriye, polis ve yargı özellikle önemlidir. Askeriye önemlidir çünkü cumhuriyet tarihi boyunca, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni korumakla kendisini muvazzaf bilmiş bir emniyet sübabıdır ordu. Bu rolü ne kadar başarıyla yapmıştır ya da son doksan yılda gerçekleşen darbelerle ne büyük acılara neden olmuştur; tüm bunlar tartışılabilir. Yalnız, ordunun laikliği kollayan doğasını inkâr edemeyiz. Bu yüzden de FGC için ordu, fethedilmesi elzem kurumların başında gelir. Ortaokul öğrencilerini bin bir türlü tedbir ve teşvikle askeri okullara sokan abileri, onları orada tutmak için amansız bir mücadele verirler. Otuz yıl önce askeri liseye girmiş bir çocuk, eğer atılmamayı başarmışsa bugün üst rütbeli bir subay olmuş demektir. Atatürk’e ve onun bıraktığı demokratik prensiplere değil de dışarıdan kendisini idare eden abisine bağlıdır bu subay. Hayatı boyunca gözleriyle, kaşlarıyla kıldığı namaz artık doğası olmuştur ve kantinde televizyona bakarken bile ibadetini eda edebilir. Hiçbir somut kanıtım olmamakla birlikte Ergenekon ve Balyoz davalarında, FGC’ye bağlı subayların etkin rol aldıklarını düşünüyorum ben. Tepelerdeki elemanlar temizlenecek ki kendi adamlarına yer açılsın, süreç hızlansın. Ayrıca ordunun laiklik muhafızı imajı bir nebze kırılsın, ordu mensupları susturulsun.

Polisin ve yargının FGC için neden önemli olduğunu biliyoruz az çok. Sahte kanıtlar üretmek, var olan kanıtları yok etmek, zamanı gelmedikçe suçun üzerine gitmemek ya da cemaatin bir çıkarı söz konusuysa suçun üzerini örtmek, kanıtları karartmak. Bu ve benzeri durumlara verilen örnekleri hem Hanefi Avcı’nın hem de Ahmet Şık’ın kitaplarında bulmak mümkün. Sayfalarca belge var bu işlerin nasıl yapıldığını, ne amaçlara hizmet ettiğini ve kimlerin ekmeğine yağ sürdüğünü ayrıntılı bir şekilde anlatan. Bu yüzden bana hiç de şaşırtıcı gelmemişti her iki araştırmacı yazarın da kitaplarının adlarının duyulmasından hemen sonra yargılanmaları ve hapse yollanmaları. Şık’ın evinin önünde kendisine destek vermek için biriken kalabalığa karşı haykırdığı “Dokunan yanar, arkadaşlar” ifadesi, durumu özetleyen en güzel cümlelerden birisidir. O zaman kitap yazanlar yanıyordu, şimdi devletin başındaki kodamanlar. Değişen bir şey yok. Zaten suçun ne olduğunun da bir önemi yok böylesi bir durumda. Medyaya lanse edilen kısmıyla, tabii ki suçları kitap yazmak değildi bu insanların; tabi ki FGC’nin elinde her ikisini de suçlayabilecekleri, arşivlenmiş ama asla unutulmamış yüzlerce belge vardı. Başka zamanlarda “devletin gizli işleri bunlar” denilen küçük suçlar, gazetelerin manşetine taşındılar. Hanefi Avcı’nın evlilik dışı ilişkisi sanki yasa dışı bir şeymiş gibi televizyon programlarına konu oldu, evinde bulunan ve ruhsatsız olduğu iddia edilen silahlar vatan hainliğiyle eş tutuldu.

Peki ya eğitim? Neden eğitim konusunda bu kadar ısrarcılar cemaat mensupları? Daha önce yazdığım bir yazıda dershanelerin cemaate yeni eleman kazandırmakta ne kadar etkili olduklarını belirtmiştim. Şimdi de yurt dışındaki okulların asıl amacından bahsedeyim biraz. Sanıldığı gibi Türk kültürünü yaymak, Türkçe dilini farklı milletlere öğretmek gibi ulvi amaçları yoktur FGC’nin yurt dışında açtığı eğitim kurumlarının. Asıl olan yurt içindeki nüfuzu artıracak kaynaklar üretmektir. Örneğin, Gana’da bir okulu nasıl açarsın? Önce oraya Türkiye’de üniversite kazanamamış ya da istediği bölümlere girememiş öğrencileri gönderirsin. Bu öğrenciler, Ganacayı öğrenirler. Sadece konuşma değildir amaç, okuma ve yazma konusunda da mükemmelleşirler. Bu öğrenciler üniversiteden mezun olunca, Türkiye’de yetişmiş, İngilizce bilen birkaç öğretmen gönderirsin Gana’ya. Öğrencilerin ülkede edindikleri çevrenin de yardımıyla bir okul açma fikri gelişir. Türkiye’den gönderilen paralarla okul açılır, sistem yavaş yavaş düzene oturur, okul ve öğretmenler civardaki yerli halkın beğenisini kazanır, öğrenci sayısı artar.

Bu sırada Türkiye’den gelen iş insanlarına rehberlik servisi başlatırlar. Kim olursa olsun gelen kişileri gezdirirler, yerel iş insanlarıyla tanıştırırlar, çevirmenlik yaparlar. Yavaş yavaş okulun etrafında bir ekonomik destek oluşur. Birkaç yıl sonra bu ekonomik destek resmiyete bürünür ve Türkiye-Gana İş Adamları Derneği gibi bir adla iş yapmaya başlar. Artık para akışı sağlanmıştır. Gana’da kazanılan fazla para Türkiye’ye bu aracı firmalar aracılığıyla aktarılır. Ya da Türkiye’den gönderilmesi gereken bir maddi destek yine bu firmalar aracılığıyla, herhangi bir yasal soruna bulaşmadan gitmesi gereken yere ulaştırılır.

Görüldüğü gibi okulun en temel amacı, yurt dışına Türk kültürünü ve dilini götürmek falan değildir, finansal destek sağlayan üniteleri Türkiye’ye bağlamak ve ekonomik anlamda güçlenmektir. Bu arada kültürel faaliyetler yapılıyorsa da bunlar daha çok reklam ve boy gösterisi amaçlıdır. Türkiye’de her yıl düzenlenen Türkçe Olimpiyatları bu tür propaganda faaliyetlerinin en güzel örneğidir.

Bunun dışında bir de yurt dışındaki önemli isimlerle yakın ilişkiler kurmak, onların sempatisini kazanmak ve yeri geldiğinde bu insanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak vardır.  Yani hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki nüfuzun artması yegâne hedeftir. Bu nüfuz sayesinde hem siyasi bir güç kazanılır, bu nüfuz sayesinde eğitim alanında söz sahibi olunur, bu nüfuz sayesinde büyük sanayi kuruluşları diz çöktürülür. Yurt dışındaki okullar tabii ki kendilerinin fedakâr ve diğerkâm diye sıfatlandırdıkları öğretmenlerin ve öğrencilerin sırtında yükselmektedirler. Yalnız, Türkiye gibi öğretmenlerin ekonomik anlamda pek de rahat etmediği bir ülkede, yerel öğretmenlere çok daha yüksek maaş alan cemaat öğretmenlerinin aslında hayatlarından gayet memnun olduklarını söylemeliyim.  Bir kere iş garantisi vardır. Yani; atılma korkuları yoktur, kimseyi memnun etmek zorunda değildirler, öğretmenlik mesleğinde kendilerini geliştirmek zorunda değildirler, iş aramak gibi bir dertleri yoktur, müdürleriyle ahbap çavuş gibidirler, etraflarında Türkçe konuşabildikleri dostları vardır, maddi manevi destekleri vardır, asla yalnız kalmazlar, canları sıkılmaz, başları derde girdiğinde birileri onlara sahip çıkar, arkalarında dev gibi cemaat vardır. Sanıldığı gibi büyük sıkıntılar yaşadıkları ve çok büyük fedakârlıklar yaptıkları doğru değildir. Türkiye’de öğretmenlik yapanların sefaleti ortadayken, yurt dışında hem ülke ortalamasına kıyasla iyi bir maaşla çalışmak, hem de farklı bir kültürü tanıma zevkine erişmek büyük bir fedakârlık olarak adlandırılmamalıdır.

Cemaat bu rahatlığın içerisinde yurt dışında yurt içinde olduğundan çok daha hızlı büyüyebilir. Bir kere karşısında laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti yoktur. Gittiği ülkeye göre eğitim prensiplerini değiştirirler. Tayland’da kralcı olurlar, Vietnam’da Leninist. Yeter ki pastadan istedikleri kadar payı kendi taraflarına düşürebilsinler. Türkiye’de alıştıkları omurgasızlığın aynısını yurt dışında da gösterirler. Asla asıl amaçlarını belli etmezler. Örneğin, okullarda yerel öğretmenlerin de katıldığı toplantılar yapılır ama asıl kararlar cuma ya da cumartesi akşamları öğretmen arkadaşların birisinin evinde yapılacak olan istişarede alınmıştır. Yerel öğretmenler ve yöneticiler kimi zaman bunu sezerler ama işlerini kaybetmek istemedikleri için seslerini çıkaramazlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi yurt dışındaki okullarda da bir paralel sınıf vardır işleri kapalı kapılar arkasında idare eden. Şeffaflık yoktur, tam tersine cemaatin iç prensiplerince tecviz edilmiş bir adam kayırma vardır. Bu yüzden, örneğin ABD’deki okullarda bu aralar sorun yaşamaktadırlar. Yerel Amerikalı öğretmenler, kendilerinden çok daha az deneyime ve bilgiye sahip öğretmenlerin Türkiye’den gelip onların derslerini ellerinden almalarına kızmış ve bazı okulları mahkemeye vermişlerdir. İnternette “Gulen Charter Schools” diye arama yapılırsa bu konuda pek çok şikâyetin olduğunu görülebilir.    

Gelelim bu yazıyı yazmaya beni mecbur bırakan mevcut krize. Bana göre anlaşmazlığın kaynağı FGC’nin Türkiye pastasından daha fazla pay alma arzusu vardır krizin arkasında. AKP on bir yıldır ülkeyi idare ediyor ve bu on bir yılda FGC tarafından arşivlenmiş ama asla gün yüzüne çıkarılmamış yüzlerce yolsuzluğun altında imzaları var. Zannediyorlardı ki FGC ile kurulmuş olan ittifak onları ilelebet koruyacak. Bu rahatlık doğal olarak AKP’lilerin pek çok ihmaline neden oldu. İhalelere fesat karıştırırken, rüşvet alırken, aile üyelerine devletin mallarını peşkeş çekerken dikkatsizce davrandılar. Onlar dikkatsiz davrandıkça FGC’nin işi büyüdü, daha çok karanlık belge gizlemek zorunda kaldı. Bu da nihayetinde “Bak ben seni bu derece koruyup kolluyorum. Hadi şimdi sen de benim istediklerimi yap.” noktasına getirdi cemaati. Özellikle cumhurbaşkanı seçimlerinde Erdoğan’ı desteklemeyen FG, kendisini dinlemeyip bir de dershaneler konusunda ısrarcı davranan başbakanı cezalandırmak, ona gerçek güçlüyü göstermek için düğmeye bastı. Cemaat için kirli çamaşırları ortaya saçmak büyük bir sorun değil. Zaten ellerinde başbakanın kendisi de olmak üzere tüm AKP’yi bitirecek kadar belge vardır. Bundan adım gibi eminim. Yalnız AKP’nin bitmesi cemaatin de işine gelmiyor çünkü on bir yıllık ittifak boyunca cemaat şimdiye kadarki birlikteliklerin en verimlisini yaşadı. Bundan vazgeçmek ve görünüşte daha solda yer alan CHP ile yapılacak, geleceği muallak bir güç birliğine yanaşmak istemiyor. Ayrıca CHP’nin seçimlerde ciddi bir varlık gösteremeyeceği aşikâr. Son günlerde Gülerce’nin yarı tehdit içeren uzlaşma çağrıları bunun en güzel kanıtı.

Bazıları yolsuzlukların ortaya çıkarılmasında cemaatin payının olmadığını söylese de bunun inandırıcı hiçbir tarafı yok. Bir kere şimdiye kadar AKP’nin tüm icraatlarını şakşaklarla destekleyen cemaat basını, yolsuzluk olaylarında neden bu derece vahşileşip hırçınlaştı? Birilerinin bunu açıklaması gerekiyor. Gezi olayları sırasında belgesel üzerine belgesel yayınlayan, hükümetin baskıcı politikalarını suskunluğu ile destekleyen Zaman gazetesi, yolsuzluk olayları ortaya çıktığında adeta canlı yayın yaptı bakanların oğullarının evlerinden. İsteselerdi onlar da Sabah gibi AKP’yi desteklemeye, tüm bunların dış mihrakların birer kumpası olduğunu iddia etmeye çalışırlardı. Gülerce istediği kadar reddetsin, yolsuzluk soruşturmasının “başlat” tuşuna cemaat basmıştır. Amaç AKP’ye unutamayacağı bir ders vermektir, hükümetin kurmaylarına kimin patron olduğunu göstermektir. Ayrıca FG’nin günlük olarak yayınladığı videolar, görevden alınan yüzlerce polisin (özellikle emniyet müdürleri ve istihbarat daire başkanları) yasını tutması, kendince masum olan bu polislere suç atanlara beddualar okuması; yine cemaatin bu operasyonda birinci derecede etkili olduğunu göstermektedir.

Peki, tüm bu iddialara AKP’nin yanıtı ne olmuştur? Şimdiye kadar tek bir AKP’li çıkıp da yolsuzlukları inkar etmemiştir. Yani “Biz çalmadık.” diyebilen bir kişi bile çıkmamıştır. Bunun yerine başbakan gittiği yerlerde komplo teorileri üretmiş, bir yandan da “paralel devlet” adını verdiği cemaate bindirmeye başlamıştır. Başbakana göre bakanların oğulları masumdurlar ama devlet içine sızmış olan bu paralel yapı, hükümeti çökertmek için gizli bir savaş başlatmıştır. Daha önceki Ergenekon ve Balyoz davalarında kendisine her türlü lojistik desteği sağlayan bu paralel devlet, bir anda oklar kendisine yönelince terörist damgasını yemiştir. Oysa düne kadar ne güzel anlaşıyorlardı. FGC; devletin, askeriyenin, yargının ve polisin içine sızdırdığı sayısız elemanla AKP’ye destek veriyor, AKP de FGC’nin sağda solda rahat bir şekilde cirit atmasına, istedikleri şeyleri istedikleri zaman elde etmelerine yardımcı oluyordu.

Erdoğan’ın tehlikenin farkına varması aslında MİT’deki Hakan Fidan kriziyle başlamıştı. O zaman gördü ki, FGC, kendisini bile alaşağı edebilecek kadar güçlü bir örgüt. O gün bugündür FGC’nin etkisini azaltmak için planlar yapmakta, yeri gelince de bu planları uygulamaya koymaktaydı. Büyük bir olasılıkla cemaatin saldıracağının farkındaydı ama saldırının nereden geleceğini kestiremiyordu. FGC doğrudan başbakanı hedef almayarak aslında ittifakı bozmak istemediği mesajını gönderdi. İstese başbakanı rezil edecek belgeleri ortaya koyar, birkaç gün içinde Erdoğan’ı istifaya zorlardı. Dolayısıyla şimdiye kadar her şey FGC’nin istediği gibi gerçekleşti.   

Erdoğan’ın, ölümcül bir hastalığa yakalanan hastanın banyoya gidip kendisini yıkamasına benzetilecek olan son çırpınışları FGC’ye büyük bir hasar vermeyecektir. Mikrop görünmeyen kısımdadır. Poliste, yargıda ve maliyede yapacağı tasfiyelerle sadece buzdağının görünen kısmını tıraş edebilecektir Erdoğan. Oysa kılcal damarlara kadar sızmış olan, her yerde gözü kulağı olan FGC’nin gücü asıl görünmeyen kısımdadır. Orduda on yıllardır tedbir yaparak yüksek noktalara gelmiş subayları asla tespit edemeyecektir. Ne yargının ne de ordunun imamından haberdar olabilecektir. İstediği kadar paralel devlet açıklamasıyla kendisini aka çıkarmaya çalışsın. Halk onun bu sözlerindeki ikiyüzlülüğü ve aymazlığı görmektedir.

FGC gelmiş geçmiş en Makyevalist oluşumlardan birisidir. Hedefe götürecek her türlü aracı, meşruluğuna takmaksızın, kullanmayı mubah gören bir yönetici kadrosu vardır. Bu yüzden FGC ile mücadele etmek sadece ve sadece köklerini kurutmakla mümkündür. Yani, devlete yeni sızmaları engelleyerek, askeri okullara ve polis okullarına alınacak öğrencileri dikkatli seçerek… Nasıl ki bir virüs insan vücuduna girdiğinde asla ölmez, sadece etkinliğini yitirir; FGC ile mücadele de bir virüse karşı verilen savaş gibi olmalıdır. Var olanları yok edemezsin ama içeridekileri pasifleştirip, dışarıdan yeni gelenleri durdurabilirsen, uzun erimde temizlenebilirsin.

Sormanın zamanı geldi. Fe eyne tezhebun! Nereye gidiyoruz? Çözüm var mı? Çözüm tabii ki demokratik yöntemlerle, bağımsız yargıyla, cumhuriyeti var eden temel insan hak ve özgürlükleriyle mümkündür. Bunları ihlal eden tüm çözüm önerileri bir süre sonra halkı karşısına alan despotluklara dönüşecektir. Benim tek umudum sol cenahta bir kıpırdanmaya yol açan yeni oluşumlardır. Maalesef, Gezi parkı eylemleri ciddi ilkeleri olan, derli toplu bir siyasi partiye evrilemedi henüz. Bu durumda geriye bir tek HDP kalıyor. Ne yapıp ne etmeli, HDP kendisini Türk halkına kabul ettirmenin yollarını aramalıdır. Bir etnik grubun partisi olmadığını, Türkiye’deki tüm ezilenlerin –Görünen o ki AKP rejimi altında ezilen, parası çalınan, düşünceleri hiçe sayılan tek halk Kürtler değildir.- partisi olarak kendisini lanse etmeli ve bu şekilde propaganda faaliyetlerini yürütmelidir. Aksi takdirde CHP’den yenilecek bir cacık olmayacağı aşikârdır. Ona alternatif olabilecek, halkı kucaklayabilecek ve demokratik çözümlerle Türkiye Cumhuriyeti halklarına hizmet edebilecek, geçmişinde faşist lekeler olmayan tek parti HDP’dir.  Eğer HDP ülkeyi kucaklama imajını yayabilirse, Gezi Parkı eylemleri güruhunun oylarını da yanına çeker. Yerel seçimlerde olmasa bile, bir sonraki genel seçimlerde kayda değer bir zafer kazanabilir.

Evet, bugünün Türkiye’si paralel yolsuzlukların kesiştiği bir noktadadır. Paralel doğrular kesişmez demeyin. Öncelikle bahsi geçen tarafların ikisi de “doğru” değildir. Ayrıca onlar doğru olsa bile üzerinde ilerledikleri kapitalist sistem bir Öklid uzayı değildir. Mekânın bükümlü olduğu Riemann uzayında, eğik olan yüzey alanına göre şekillenmiş iki eğridir AKP ve FGC. Ara sıra kavga etmeleri içinde hareket ettikleri uzayın sonsuz bir kesişmezliğe izin vermemesinden kaynaklanmaktadır. Buradaki tek sorun üzerinde tepindikleri mülkün halka ait olmasıdır. Onlar tepindikçe tek suçu düşünmek ve yazmak olan gazeteciler hapse girer, onlar birbirine ok attıkça toplumun en altında yer alan yoksulların ceplerindeki son kuruşlar havaya karışır, onlar birbirine komplolar kurdukça toplumun el üstünde tuttuğu en değerli organlar kirlenir, kokuşmaya başlar. Kokuşmanın bir an önce bitip, halkların kardeşliğinin ve nihayetinde demokratik vesayetin üstün geleceği günleri görebilmek umuduyla.

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder