Bu Blogda Ara

07 Ocak 2014

Çin Mektupları 20 - Binalar ve Metresler

Aralık 2013’te yazmadım ama gezdim. Önce yarı-maraton koşmak için Şanhay’a gittim, ardından İstatistik semineri için Çıngdu’ya (Chengdu). Bir hafta sonra okuldaki öğretmen arkadaşlarla birlikte kilden yapılma çaydanlıklarıyla ünlü olan Yişing’e gittik. Bir hafta sonu Çanco’da kaldıktan sonra, Aralık ayının son haftasonunda da Nanjing’e gittim. Şaka maka iyi gezmişim. Gören de zannedecek Çin’de iş yapan bir tüccarım. Sadece denk geldi, yoksa bazı aylar oluyor ki Çanco’dan dışarı çıkmıyorum. Yalnız burası gerçekten sıkıcı bir kent. Benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş birisi için dar geliyor, nefes alamaz oluyorum. Kentteki tek müzeyi gezdim, üç eski tapınağın üçüne de gittim, pagodanın tepesine çıktım, en büyük parkları gezdim, küçüklerini de gezdim. Pek bir şey kalmadı yapacak. Mecburen hava almaya kentin dışına çıkmam gerekiyor.

Tuhaf olan Çin’deki hemen hemen tüm kentlerin (Şanhay gibi büyük kentler hariç.) sıkıcılık yönüyle birbirlerine benzemeleri. Bir kere nereye gidersem gideyim hava puslu. Güneşe hasret gözlerle yeni bir yere gidince hep aynı hayal kırıklığına uğruyorum. Bunda kışın ve ayazın payı büyük tabii ama asıl neden hava kirliliği, kentlerin dışına konuşlanmış fabrikalar, kömür yakarak elektrik üreten santraller.

İkinci olarak Çin’deki kentlerin gezginler için önerilen mekanlarının büyük bir çoğunluğunu parklar, bahçeler ve tapınaklar oluşturuyor. Geldiğimden beri parkları, bahçeleri ve tapınakları gezip duruyorum. Gına geldi artık. Arkadaşlar diyorlar ki Suğcoğ’daki (Suzhou) bahçeler çok güzelmiş. Ben de inat ettim, uzak olmamasına rağmen sırf bağ bahçe görmeye Sucoğ’a gitmemek için direniyorum. Nehir güzel diyorlar. Çamur rengi olduğuna göre bir dakikadan fazla bakamam ben o nehre. Geçen pazar günü iki saat bisiklet sürerek Yangtze nehrine gittik. Ne yolculuğa değdi (yol boyunca dümdüz yolların iki tarafına serilmiş yüzlerce fabrika gördük, sürekli genzimiz yandı kirli havadan dolayı ve yer yer kokudan kusma noktasına geldik) ne de nehri gördüğümüze (sisten dolayı iki yüz metreden ilerisi görünmüyordu)

Aslında gezerken beni en çok etkileyen şeyler boş sokaklar oluyor, yollarda avare avare yürüyen gençler, KTV’lerin önünde biriken üniversite öğrencileri, eski evlerin önünde oturmuş dedikodu yapan yaşlı çiftler, rengarenk meyvelerin satıldığı manav tezgahının önünde oturup akşama kadar müşteri bekleyen kadınlar, yol kenarında tatlı patates satan güler yüzlü adamlar…. Asıl güzellikler onlarda, çünkü onların yüzlerindeki kırışıklıklarda yaşanmış bir ömrün izleri gizli, onların seslerinde maziye gömülmek istemeyen bir tarihin çırpınışları hissediliyor.

Hızla kentleşen Çin’de bu seslere kulak asıp, melankolik zırvalıklarla vakit kaybetmeye, nostaljik muhabbetlerle duraklamaya, kimsenin niyeti yok. Niye olsun ki! Zaten geç kalmışlık duygusu hâkim Çin halkına. Yüz yıl önce yapmaları gereken atılımları şimdi yapabiliyor olmaları onlar için bir utanç kaynağı. Yeni nesle göre Çin çoktan dünya liderliğini almalıydı ve üstün kültürüyle dünyayı arkasından sürüklemeliydi. Bu geç kalmışlık duygusuna, yeni yeni elde edilen maddi güç eklenince ortaya muazzam bir kabuğundan sıyrılma resmi çıkıyor. 

Her sabah bisikletle yanından geçtiğim eski evler vardı, BRT durağının yakınında bir köşede. Bu sabah fark ettim, evleri yıkmışlar. Büyük bir olasılıkla ya 30-40 katlı bir bina dikecekler yerine ya da kent merkezinde işe yaramaz yeni bir AVM açacaklar. O kadar çok AVM var ki sağda solda, insan merak etmeden duramıyor, kim gidiyor bu AVMlere bu kadar? Benim evin yakınında Injoy adında bir AVM var. Önünde fıskıyeler falan, içerisi hep yaklaşan festivallere göre süslenmiş, noelse noel, yılbaşıysa yılbaşı, sevgililer günüyse sevgililer günü... Bunca çabaya rağmen mekana ne zaman gitsem boş buluyorum içerisini. İn cin top oynuyor. Okuldan çıkıp, en üst kattaki sinemaya gelen gençlerin dışında gerçekten alışveriş yapmaya gelen kimseyi görmüyorum. Işıl ışıl, rengârenk, dev binalar var her yerde. Bütün bu binalarda dükkan açıp, umutlarını tüketen genç girişimciler var. Dükkânların birisi açılıyor, birisi kapanıyor. Tutunabilenler cep telefonu ve elektronik eşya satanlar. Onların da sermayesi büyük zaten, batsalar başka yerde edindikleri kârlar kurtarır zararlarını. Buna rağmen dur durak bilmiyor Çinli yatırımcılar, her yere dev binalar dikmeye devam ediyorlar. Uydu kentler kuruluyor, asıl kentlerin göbeğinde. Kirlenen hava hiçe sayılarak devam ediyor bu, kirlenen yollar ve kaldırımlar…

Bu kadar çok insanın bu kadar dar bir araziye sığmayacağı gün gibi açıkken, zorladıkça zorluyor hükümet. Ne kadar az arazi harcanırsa, o kadar çok arazi kalır ileride satacak. Ayrıca, bir kent ne kadar küçük bir alana kurulursa, o kadar ucuz olur o kentin masrafları. Enine genişlemek altyapı masraflarını katlar; ulaşım, iletişim gibi temel ihtiyaçlar pahalıya patlar. Bu yüzden yeni kentler gerekiyor ülkeye, yeni yani uzun ve ince, yeni yani çok-işlevli ve güzel, yeni yani saldırgan ve gözü açık.    
       
Kentler bu yüzden geleneksel olanı yutuyor çabucak. Ciddi bir demokratik gelenek de olmadığı için değerli ama işe yaramaz olarak addedilen pek çok şey en erken fırsatta yok edilirken kimsenin gıkı çıkmıyor. Yeni ve pürüzsüz geliyor. Eski olan, yani üzerinde mazinin izlerini barındıranlar çöpe atılıyor. Yişing’de gittiğimiz mağarayı örnek vereyim. Mağara, birkaç yüzyıl önce yaşamış Çinli bir bilge tarafından keşfedilmiş. Aynı zamanda şair olan bu bilge, Yişing’e geldiğinde bu mağarada kalır, günlerce dışarı çıkmazmış. Biz gezginler tabii heyecanlıyız, mağara göreceğiz, elimiz ayağımız toza bulanacak, hadi toz olmasa da en azından eğri büğrü zeminde yalpalayarak yürüyeceğiz, karanlığı tadacağız; ne bileyim işte, belki sesimiz yankılanacak, belki karanlık sularda mağara tavanının mükemmel görüntüsünü yakalayacağız. Bunların hiçbirisi gerçekleşmiyor maalesef.

Çin’li yetkililer sağ olsunlar; sülün gibi güzelim mağarayı gazete kuponuyla alınmış maket eve çevirmişler. Mağaranın zeminine beton dökmüşler. İçeriye merdivenler inşa etmişler, mağaranın her yeri ışıl ışıl. O kadar ki bazı yerlerde ışık oyunları var, sanasın diskoteğe geldik. Mağaranın duvarlarını da betonlamışlar, düzeltmişler. Pürüzlü olan ne varsa gözden ırak tutulmuş. Dümdüz duvar görmek isteseydim evimden çıkmazdım, değil mi? Mağaranın tavanından akan sular için oluklar yapılmış, kayaların üzerine kocaman harflerle Çince bir şeyler kazımışlar. Hadi bunların hepsine tamam diyelim. İnsan böylesi bir mağaraya girdi mi uygarlıktan uzak olmanın tadına varmak ister değil mi? Oysa Çinli gezginler tam tersi. Telefonlar çekmemezlik etmesin diye mağaranın sağına soluna telefon şirketlerinin vericilerini döşemişler. Dolayısıyla yerin üç kat altına girdiğinizde bile yanı başınızdakilerin telefondaki bağırmalı çağırmalı konuşmasını dinleyebiliyorsunuz. Daha önce Laos’da, Tayland’da ve Vietnam’da mağaralar gezmiş birisi olarak bu durumu çok garipsediğimi ifade etmeliyim. Anlaşılan o ki Çinli yetkililer, daha fazla gezgin çekelim diye mağaranın mağaralığına son vermeyi yeğlemişler. Bizim Çanco'daki kent surları da öyle. Kentin göbeğindeki surları yıkmışlar, yenisini yapmışlar. Ben ilk gittiğimde sandım ki burası tarihi bir yıkıntı. Oysa hiç alakası yok! Var olan sur kalıntılarını buldozerlerle dümdüz etmişler, yerine gezmelik ve fotoğraf çekmelik yepisyenisini yapmışlar. Maksat herhalde surlar temiz görünsün, düzgün görünsün, gelenler ayıplamasın. Yeni Çin'in yeni görüntüsüne uyum sağlasın. 

Yukarıda da dediğim gibi pürüzlü olan yüzeylere olan düşmanlık had safhada bu ülkede. Köyleri yıkıp, araziye dev gökdelenler dikiyorlar. Her taraf bina ama yetmediğini iddia eden devlet görevlilerince yenileri yapılıyor. Fiyatlar yüksek olduğu için köydeki evinden vazgeçen halk; en kuytu, en değersiz yerlerde kutu gibi bir daire alıp, ömrünün sonunu bu kümes evlerde bekliyor. Bazı araştırmacılara göre Pekin’de, apartmanların bodrum katlarında, penceresiz ve 10-20 metrekarelik odalarda yaşayan insanların sayısı iki milyona yakın. Hükümet bu sayının 280.000 civarında olduğunu iddia ediyor. Hadi diyelim hükümetin iddiası doğru. 280.000 kişi az mı? Çin’de ev fiyatları yıllık %10-15 civarında artıyor. Oysa insanların maaşları bu kadar hızlı artmıyor. Ayrıca Pekin, Şanhay gibi büyük kentlerdeki daire fiyatları, New York ile kıyaslandığında, satın alma paritesine göre üç kat daha pahalı. Yani bir New York sakini 10 yılda bir daire alabiliyorsa, aynı daireyi yaklaşık aynı şartlarda yaşayan bir Çinli otuz yılda alabiliyor. Yine bir başka araştırmaya göre Çin’deki çiftlerin büyük bir çoğunluğu, toplam gelirlerinin ortalama %42’sini ev mortgage’ına yatırıyor. Bir çeşit ev köleliği…Bu konuda yazılmış güzel bir makale şuradan okunabilir. 

Kimi yerlerde ise hayalet kentler almış başlarını gitmişler. Yüzbinlerce insanın yaşayabileceği kentler bomboş bekliyorlar. Hem yerleşik kent düzeninden uzak olduğu için hem de fiyatları bir türlü düşmediği için kimse rağbet etmiyor bu hayalet kentlere. Aşağıdaki kısa haber hayalet kentler üzerine yapılmış bir özet olarak izlenebilir. Videonun bir yerinde dünyanın en büyük AVMsini gösteriyor. Bu aynı zamanda dünyanın en boş AVMsi. Dört günde tek bir oyuncak satan oyuncakçı da var bu videoda, bir milyon kişi için hazırlanmış ama içinde on yedi bin kişinin yaşadığı boş kentler de…



Bir yandan bu sefalet ve dengesizlik devam ediyorken, bir yandan da metreslerine ev alan zenginler var. Geçenlerde ev fiyatlarındaki artışı Çinli zenginlerin metres düşkünlüğüne bağlayan bir makale  okumuştum. Adamda para bol zaten, düşünmüyor ki harcarken. Metres de bunu biliyor. Geleceğini garantiye almak için ya nazla ya da şantajla –karına söylerim, gazeteye giderim, üssüne şikâyet ederim…- bir şekilde beraber olduğu evli erkekten daireleri alıyor. 

Zaytung’a benzer bir başka sitede, Çinlilerin metres edinme hastalığını alaya alan güzel bir haber vardı. “Baskılara dayanamayan genç parti üyesi ilk metresini edindi.” gibi bir başlık atmışlardı. Benim yaşadığım eyalet olan Jiangsu’daki bir parti görevlisinin yüz kırk (140) tane metresi olduğu ortaya çıkınca çok da büyük bir gürültü çıkmamıştı aslında. Buradaki insanlar kabullenmiş gibi görünüyorlar rolleri. Adam yüz kırk tane kadını idare ediyor, bunların her biri hakkında günce tutuyor, ilişkileri ayrıntılarıyla yazıyor. Zengin birinin oğlu olsa emeğine saygı duyacağım (yazdığı için, yattığı için değil) ama bu kişi Çin Halk Cumhuriyeti’nde, halkın adını taşıyan partinin bir görevlisi. Görevi de halka hizmet etmek, zihniyle ve bedeniyle insanların sorunlarıyla uğraşmak. Hayır, ne yiyor ne içiyor da bir yandan yüz kırk (140) kadını idare ediyorken, bir yandan da halkın sorunlarıyla ilgileniyor? 

Batıda evlilik öncesi cinsel ilişki tuhaf karşılanmazken burada evlilik sonrası cinsel ilişkiye girmeyen erkekler tuhaf karşılanıyor. Bana göre bunun en büyük nedeni birey olamadan karı-koca-baba-anne olmaya zorlanan insanlar. Sevgiyi gençliklerinde yaşamadıkları için ileriki yaşlarında paraya ve güce kavuştukları zaman satın almaya çalışıyorlar. Örneğin, yirmi yedi yaşına gelmiş bir genç kız henüz evlenmemişse, shengnu (şınnüğü) lakabını alıyor. Şınnüğü, yani evde kalmış kadın. Acıyarak bakıyorlar bu kadınlara. Üzerlerinde bu baskı olduğu için de kızlar bir an önce evlenmenin yolunu arıyorlar. Kolay değil, ana baba torun istiyor. Malum, ana babaya yapacağın en büyük kötülük, hatta Çin kültüründe işleyebileceğin en büyük günah ana babaya torun vermemek. Bu derece baskı olunca ne yapsın kızlar? 

Çin’de yeni yılda ailesini görmeye gidecek kızlar için birkaç günlüğüne erkek arkadaş kiralayan şirketler bile var. Kız şirkete parayı veriyor, oğlanı alıp memleketine gidiyor. Anne ve babasıyla tanıştırıyor. Maksat “Ben yalnız ve umutsuz değilim, bakın!” demek. Kısa erimli bir çözüm. Hoş, kadınlar bu derece baskı altında ama erkekler de pek farklı değil. Onlar da ailelerinin kendileri için uygun gördüğü kızlara kolay kolay hayır diyemiyorlar. Onların da tepesinde “torun isterüüüm” diye her gün her saat yakınan ebeveynler var. Eee, böylesi baskının olduğu bir toplumda aşk evliliği ne kadar olur, insan sevmediğini nasıl söyler birlikte olduğu eşe? İnsan ne kadar tanıyabilir karşı tarafı? Tabii aynı toplum, iş insanların davranışlarını yaftalamaya gelince, yine tüm ikiyüzlülüğünü gösteriyor. Bir erkek aldatınca daha çok erkek oluyor, prestiji artıyor; bir kadın bırak aldatmayı başka bir erkeği kucaklasa ya da öpse hemen sürtük oluyor, yosma oluyor. Toplum her zamanki gibi zayıf bulduğunu ezmede hiç vakit harcamıyor. Çin'de zengin ya da güçlü birisi hiç utanıp çekinmeden arkadaşlarına metresini tanıştırabiliyor, metresiyle toplantılara ya da resmi gezilere gidebiliyor.  

Erkeklerle kadınların birbirlerinde aradıkları özelliklerin gündelik dile yansıması da ilginç. Evlenilecek erkeğin kıstasları gao, fu, shuai (uzun boylu, zengin ve yakışıklı). Evlenilecek kadında aranacak özellikler ise bai, fu, mei (beyaz tenli, zengin ve güzel). Her iki taraf da zengin eş arıyor, her iki taraf da iyi görünüm arıyor. Tayland’da, Hindistan’da görmeye alıştığım ırkçı “beyaz” aşkı burada da var. Kadınlar burada da beyaz kalmak için bir ton para harcayıp, güneşten alabildiğine kaçıyorlar. Televizyonum olmadığı için reklamları izleyemiyorum ama Tayland kadar olmasa da burada da hiçbir işe yaramayan beyazlatıcı kremlerin reklamları bol bol yapılıyordur herhalde. 

Çince pek çok konuda zengin olduğu gibi kadınları sınıflandırma konusunda kendini aşmış bir dil. “Yaşlı öküzler genç otları çiğnemeyi severler” lafı yaşı ilerlediği halde genç fahişelerden el ayak çekemeyen erkekler için söyleniyor. Yine, “ernai” (ikinci kadın) metres demek ama çiçek saksısı anlamındaki “huaping” de kullanılıyor. Bunun yanında  xiaosan (küçük üç) da metres demek. Bu makalede dilin zenginliği hakkında fazlasıyla örnek var.

Ernai (ırnay) ile xiaosan (şiaosan) arasındaki kategorik fark önemli. Irnay, kendisinin ikinci kadın olduğunun bilincinde, yerini biliyor. Adamın yasal karısıyla hiç uğraşmıyor. Parasını alıyor, nazı geçtikçe adamdan kopardığını koparıyor. Yaşı ilerleyip, yeteri kadar para kazanınca da ayrılıp, kendi hayatını kuruyor, belki evleniyor ve çocuk yapıyor. Biraz iş kadını gibi. Bana istediğimi ver, ben de sana istediğini vereyim. Kimse kimseyi rahatsız etmesin. Bu kadınların büyük bir çoğunluğu kırsal kesimden büyük kentlere göçmüş kadınlar. Ana babalarına para göndermek zorunda olanlar. Bazılarının erkek arkadaşları bile var doğup büyüdükleri ufak kentlerde.

Xiaosan (Şiaosan) ise kentli kadın ama bir şekilde gönlünü evli bir erkeğe kaptırmış. Karşılıklı duygusal ve cinsel çekim var (ya da en azından ilişki böyle başlıyor.) Çoğunun maddi anlamda hali vakti yerinde. Bu kadınlar daha çok tercih ediliyorlar partililerce/zenginlerce çünkü pahalı lokantalarda nasıl davranacaklarını, partilerde ne giyineceklerini, resepsiyonlarda nasıl gülümseyeceklerini biliyorlar. Yalnız taşıdıkları risk de fazla. Adamı sürekli sıkıştırıyor boşanması için. Tehditler ediyor, şantajlar yapıyor. Son yıllarda pek çok parti yetkilisinin başı böyle kadınlardan dolayı derde girdi. Partiden atılanlar, şantajlara dayanamayıp kadını şoförüne dövdürtenler, hatta katil kiralayıp biricik şiaosanını öldürtenler oldu. Şiaosanların derdi para değil sonuçta; prestij, şöhret, şatafat,   “küçük üç” değil, “büyük iki” olmak istiyorlar. Ben ırnaylarlı masanın altında uyuklayan, kendisine verilen kemiklerle meşgul olan cici bir köpeğe benzetiyorum. İstediğini aldığı sürece sırnaşmıyor, rahatsız etmiyor. Şiaosanları da yemek sırasında iki de bir kucağa atlayıp rahatsız eden bir kediye benzetiyorum. Sevgi istiyor, ilgi istiyor, kıskanıyor, istediğini alamayınca hırçınlaşıyor. 

Biraz empati yapınca bu kadınlara hak vermeden edemiyorum açıkcası. Kadınların sürekli olarak ikincil görüldüğü bir ülkede, erkek evlat sahibi olmanın şeref sayıldığı bir kültürde, eğer bir iş tutturacak kadar eğitim alma fırsatını elde edememişlerse ya da ana babalarının parasıyla kendilerine bir hayat kuramamışlarsa; bedenleriyle para kazandıkları için onları suçlayabilir miyiz? Talep varsa arz da vardır. Nasıl ki bazı insanlar yirmi daireye sahipken bazıları tek bir daire sahibi bile olamıyor, aynı dengesizlik kadını bir meta olarak gören gelenekçi-kapitalist sisteme de yansıyor. Parası olan kırmızıları (100 Yuan'ın rengi) gösterip istediği kadar kadını satın alırken, parası olmayan ya hiç evlenemiyor ya da mecburiyetten sadık bir eş olarak ömrünü geçiriyor. 

Çin’in metres sorununun tek çözümü erken yaşta evlenmeye zorlanmayan, aşkı ve cinselliği suçluluk duymadan yaşayan, cinselliği alışveriş malzemesi yapmayan insanlar yetiştirmektir. Bunun olması da ciddi bir kültürel değişim demektir. Bunun yanında kadının ekonomik bağımsızlığına kavuşması gerekir. Yaşamak için bir erkeğin gölgesine muhtaç olmayacak, kendi ayakları üzerinde durabilecek duruma gelmelidir. Bu da eğitimle, kadınların da erkekler gibi hayatın her alanında eşit haklarla istihdam edilmeleriyle olur. Erkeğin kayrıldığı ve daha çok kazanması için yolların açıldığı bir toplumda, hiyerarşinin en altında kalan kadınlar, onurlu bir hayat için gerekirse bedenlerini satma yoluna gireceklerdir. Tarih bunun en büyük şahididir. Çin dışarıya açılmayı sürdürdükçe, kadınların ekonomik anlamda güçlenmesiyle Çinli erkeklerin metres edinme kültürü de geri plana çekilecektir. En azından böylesi bir alışkanlıktan gurur duymaktan vaz geçip, utanmaya başlayacaklardır. Bu bile büyük bir değişim olarak algılanabilir böylesi köklü bir gelenek için. 

Bu konuda yazılmış detaylı bir makaleyi de buraya ekliyorum. İleride kaynak olarak kullanabilmek için:

http://www.aeonmagazine.com/living-together/why-young-women-in-rural-china-become-the-mistresses-of-wealthy-older-men/





1 yorum: