Bu Blogda Ara

27 Ocak 2014

Çin Mektupları 21 - Otobüs Yolculuğu

Biraz çekinceliyim evi terk etmeden önce. Ne de olsa üç hafta kimse uğramayacak buraya. İki haftadır da yalnız yaşıyorum. Yalnız yaşayan bir erkeğin evine bekâr evi denir Türkiye’de. Kadınlar için  geçerli değildir aynısı çünkü bizimkisi gibi kültürlerde kadın ve ev neredeyse eş anlamlıdır. Bu yüzden zaten “evleniyoruz” biz. Bekâr iken asla sahip olamayacağımız o “ulvi” rütbeye ulaşmak için. "Evlenmek" sözcüğünün dilde var olması bile aslında kültürün bekârlığa bakışını ortaya koyan başlı başına bir gösterge. Gizli olarak sözcük bekârların ev sahibi olamayacağını da ima ediyor aslında. Ana babanın evinden çıkıp kendi evine gitmek demek evlenmek demek. Aksini düşünene dersini veriyor toplum. Başbakan bile inletti yeri göğü birkaç ay önce, uyardı ev sahiplerini bekara ev vermeme konusunda. İşin resmiyeti bile var yani, o derece! Neyse, konuya döneyim.

Sabah dolaptaki tüm yumurtaları, tüm biberleri, tüm domatesleri ve kocaman bir kelle soğanı karıp dev bir menemen yaptım kendime. Maksat mümkün olduğunca az sebze kalsın dolapta. Ekmeksiz götürdüm. Lahanalar ve mandalinalar için bir şey yapamadım. Aşağıdaki güvenlik görevlisine vereyim diye geçirdim içimden ama sonra nedense aklımdan çıkmış bu. Öylece kaldı diğer sebzeler ve meyveler. Geri geldiğimde çöpe atmak zorunda kalacağım.

Bütün fişleri çekiyorum, bütün camları kapatıyorum, bütün ışıkları söndürüyorum. Balkonda yeni astığım ıslak temiz çamaşırlar, ben gelene kadar tozdan tekrar kirlenecekler. Bir daha yıkarım, bir şey olmaz. Elde yıkamıyorum ya! Yatak havalansın diye çarşafı ve yorganı dürüp bir kenara yığıyorum. Yerleri usulca süpürüyorum. Ne kadar da çok toz var bu şehirde! Toz evrenseldir ama Çin’de toz yegane egemen güç gibi sanki. Her yer her zaman tozlu. İstediğin kadar temizle, odanın bir köşesi topak topak olmuş tozlarla doluyor birkaç gün içinde. Hayır; nereden geliyor bu kadar toz, nereden giriyor eve. Anlamam mümkün değil. Temizlerken yerleri, İnci Aral’ın cümleleri geliyor aklıma:

İnce bir toz tabakası kaplamış her yanı. Ama yalnızca geçen zamanı belirlemek açısından önemli olabilir bu şimdi. Zaman tozdur çünkü; kirdir, nemdir, eskimişliktir, yenilgidir. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım koruyamayız kendimizi ve nesneleri ondan. Boşuna o toz bezleri, fırçalar, paspaslar, cilalar, saç boyaları, kozmetikler. (Erkek Ölü Kuşlar)

Çok da abartmıyorum temizliği. Maskem de okulda kalmış zaten. Süpürdükçe burnum kaşınıyor, süpürdükçe gözlerimin önünde yer çekimine meydan okuyan milyonlarca parçacık…  Temizliği üstün körü de olsa bitirdikten sonra çöpleri toparlıyorum. Mutfaktaki sabahtan kalma bulaşıkları sıcak suya hiç gereksinim duymadan temizliyorum. Gelene kadar onlar da toza yenik düşecek ne de olsa. Saat altı gibi evden çıkıyorum. Kapıdaki güvenlik görevlisi büyük siyah bir çantayla çıktığımı görünce bir şeyler diyor. Çince “Ben Tayland’a gidiyorum” diyorum. Gülümsüyor, başıyla anladığını gösteriyor bir yandan “Tayland’a gidiyorsun ha!” diyerek. “Görüşürüz” diyorum ve taksi bulabileceğim bir yer bakıyorum. Taksilerin hepsi dolu geçiyor. Ana yola kadar yürüyorum ama orada da taksilerin duracağı bir boşluk yok. Arabaların yoluyla bisikletlerin yolu demir parmaklıklarla ayrıldığı için taksiler kaldırıma yanaşamıyorlar. Yürümeye devam ediyorum. Bir ara terminale yürüyerek gitmeyi bile düşünüyorum. Yarım saatte varırım, taş çatlasa kırk dakika. Ne de olsa vaktim var… Sonra vazgeçiyorum. İki büyük ana yolun kesiştiği noktada bekliyorum biraz. Orada da umudumu yitirince, terminale doğru ağır ağır yürümeye başlıyorum. Bir yandan da yolu gözetliyorum paranoyak bir hasta gibi. Neyse ki bir taksi duruyor. Atlıyorum hemen arka koltuğa. Her zaman 20 RMB tutan taksi ücreti bu akşam 11 RMB tutuyor. Demek baya yürümüşüm diyorum içimden. Taksiden iner inmez otobüs terminaline çıkıyorum.

Otobüs terminali pek çok yönüyle Çin’deki havaalanlarına benziyor. Bağırıp çağıran yok, kapılar otomatik, çantalar kontrolden geçiyor, yerler temiz, tuvaletler pis, tuvaletlerin yerleri hep ıslak, el yıkama yerlerinde yemek ve çay artıkları var, yemek yenilen yerlerde fiyatlar normalden fazla. Kapıların önünde görevli kızlar biletleri kontrol ediyorlar. Hangi kapıdan gireceğin bilette yazılı, saat kaçta kapının açılacağı da kapının üzerindeki elektronik levhada görünüyor. İçim rahat. Saat yedi bile değil. Bir şeyler yiyeyim diye terminaldeki lokantalara bakıyorum. İçlerinden birince tavuklu erişte çorbası görüyorum. Yolculuktan önce iyi gider diye alıyorum bir tane. Yiyorum çabucak, sıcak sıcak iyi geliyor mideme. Yemekten sonra tuvalete gidiyorum.

Çinli erkeklerin tuvaletlerdeki davranışları aslında genel olarak toplum içerisindeki davranışlarından farklı değil. Vurdumduymazlık, adamsendecilik ve başkalarının haklarını dikkate almadan kendi işini bir an önce halletme bencilliği burada da geçerli, dışarıda olduğu gibi. Beni en çok sinirlendiren davranışlardan birisi erkeklerin pisuvarı kullanmayı beceremiyor olmaları. Sırf bu yüzden pisuvarların önünde her daim iğrenç bir su birikintisi oluyor. Bir gün tutup birini bağıracağım “La oğlum, o tuttuğun şey sandığından daha kısa. Azıcık daha yanaş, içeriye işe, yere değil.” Tutuyorum kendimi. Pisuvarlar da kocaman, tutturmamak imkânsız. Kör olman lazım etrafı paçoz etmen için. Diğer ihtimali yazmak istemiyorum. Nasıl beceriyorlar anlamış değilim. Ya toplumun büyük bir çoğunluğu prostattan veya idrar yolları iltihabından mustarip (bu idrarın debisinin düşüklüğünü izah eder) ya da pisuvara uzak durmaktan erkekçe bir gurur duyuyorlar. İyi de canım benim, bu tuvaletteki herkes erkek, havan kime?  Sende olan herkeste var. Nedir o “Bak ben bir elimde sigarayla, iki metre ileriden işeyebilirim” cakası? Biliyorum, haz veren bir konu değil, kimsenin bir gezi yazısında görmek isteyeceği türden laflar da değil bunlar ama umumi tuvaletlerdeki bu hal beni çok rahatsız ediyor. Yazmadan edemedim.

Bir başka rahatsız edici nokta da lavabolardaki türlü türlü yemek artıklarının olukları tıkaması, biriken suyun iğrenç bir görüntüye ve kokuya neden olması. Bunun en büyük sorumlusu genç anneler ya da onların muavinliğini yapan nineler/dedeler (Tuvaletler ayrı olsa da lavabolar genelde ortak oluyor umumi mekânlarda). Çin toplumu, annelerin her türlü davranışını hoşgörüyle karşılayacak bir toplum. Bebekler toplumun en değerli birimleri (birey demiyorum) olduğu için yaşlanmanın tek mazeretinin çocuk büyütmek oluyor. Bu durumda da bebeklerin bilinçsizce yaptıkları şeyler herkes tarafından normal karşılanıyor. Babaannesinin elinden tutup, marketteki satılık pirincin içinde yürüttüğü, hoplatıp zıplattı torununun videosu ses getiren bir videoydu ama var olan sorunun çözümü için böylesi skandal videolardan çok daha fazlasının yapılması gerekiyor.

Öncelikle şu gerçeğe herkes alışmalı. Bir çocuğun her türlü rahatsız edici davranışından o çocuğu yetiştiren başta anne baba, sonra da dene nine sorumludur. Fakat birey olamadan (adam ya da kadın) anne baba olan insanlar için bu durumu anlamak zordur. Onlar kendileri için çizilmiş, defalarca denenmiş ve hep başarıyla sonuçlanmış bu yolda yürürken zorlanmamak için üzerlerine giydirilen kimliklerin gereğini yaşamak zorundadırlar. Bir kadın olmadan önce anne olan ve sırf bu yüzden gözleri hep yaşayamadığı gençlik günlerinde takılı kalan zavallı bir güruhtan söz ediyorum. Bu güruhun üyeleri yaşayamadıkları gençliklerinin hırsını çocuklarından çıkarırken en ufak bir pişmanlık duymazlar. Bu yüzdendir çocuklarını umumi ortamlarda acımasızca döverken etraftan müdahale edenlere “Size ne, benim çocuğum değil mi? Döverim de severim de” bakışıyla hırçınlıklarını savunuşları. Kaybolan gençliklerini annelik mesleğine paralel bir şekilde yaşamak isterken aslında ikisini de hakkıyla yaşayamazlar. Bunun yanında kendilerinin seçmedikleri bir anneliği hayatları boyunca omuzlarında taşıyacak olmalarının acı tadı, evlendikten hemen sonra kaybolan romantizmi iyice ulaşılamaz bir Mehlika sultan haline getirir.

İnternette yayınlanan bir makalede okumuştum, Çinli evli kadınların büyük bir çoğunluğunun mutsuz olduğunu. Makale mutsuzluğu büyük bir oranda cinselliğe bağlıyordu. Bundan daha doğal bir şey göremiyorum ben Çin gibi ataerkil bir toplumda. Yirmi yedi yaşına gelip evlenmemiş kadına “evde kalmış” ve “sorunlu” muamelesi yapan bir toplumda evlenmek anne babaların baskısıyla yapılan, yapılması şart koşulan bir ritüel. Evlenir evlenmez de pek çok çift hemen çocuk yapmak zorunda. Çocuk yapmazlarsa anne babalarına karşı en büyük sorumluluklarını yerine getirmemiş olurlar. Bu durumda severek evlenen çiftlerde bile, evlilikten sonra ciddi bir bıkkınlığın ve yorgunluğun oluşması normal değil mi? Zaten erkekler genelde çocuk doğduktan sonra gözlerini dışarıya dikiyorlar. Çünkü erkek evlat olarak vazifelerini yapmış olmanın gururuyla, dışarı çıkıp istedikleri gibi eğlenebilirler, arkadaşlarıyla içip sabaha kadar KTV’de şarkı söyleyebilirler ve hatta canları isterse –ekonomik anlamda da durumları iyiyse- başka kadınlarla kısa süreli ilişkiler yaşayabilirler. Peki ya kadın? Yirmi beş yaşında, bir yaşında altına eden bir bebekle yirmi dört saat geçirmek zorunda o. Gıkını çıkaramıyor önüne kader diye sürülen hayat tarzına karşı. Bir yandan sürekli bastırmak zorunda olduğu cinsel arzuları, bir yandan toplumsal hayatta eskisi kadar etkin rol alamamanın getirdiği uzaklaşmışlık duygusu, kadını yiyor bitiriyor. Bir de bunun üzerine akşam eve sarhoş ya da yorgun gelip, kendisinden tüm “karılık” görevlerini bekleyen ama “kocalık” görevine gelince şipşak bir ilişkiyle geçiştiren kocalar eklenince, nasıl huzursuz olmasın bu kadınlar?  Bir de bütün bunların üzerine televizyonda, sinemada, okuduğu dergilerde gördüğü o pop yıldızlarının, film aktörlerinin “özgür” hayat tarzlarına duyulan özlem eklenince, mutsuzluk katlanıyor tabii. Bakıyor filmlerdeki Amerikalı kadınlara. Canı istediği zaman sevişen, barda akşam tanıştığı erkekle yatağa giren, kendi parasını kazanıp kendi evleneceği zamanı belirleyen kadınlar Çinli ev hanımının içindeki mahkumu diriltiyor. Ehh yani, Amerikalının canı can da Çinlininki patlıcan mı?  Bütün bu güzellikler çığ olup kadının üzerine yağıyor, havasız bırakıyor onu, hem de gelinlik gibi bir beyazlığın ortasında…

Bu düşüncelerle otobüse biniyorum. Otobüs tam vaktinde, saat sekizde çıkıyor yola. Ne güzel diyorum içimden, her şey planlı programlı. Kuşkuya yer bırakmayacak denli düzenli. Demek sabah saat yedide varacağım Wuhan’a. Oradan da taksiye biner, hiç acele etmeden ulaşırım havaalanına. Otobüs dışarıdan temiz ve yeni görünüyor ama içeri girince fark ediyorum. Çin’in her yerinde olan paketin içerikten daha önemli olması geleneği bir kere daha karşıma çıkıyor. İçeride yoğun bir ter kokusu var. Koltukların üzerlerine konmuş olan beyaz bezler kirli. Koltuk numaramı bulup oturuyorum. Koridor tarafında mıyım yoksa cam tarafında mı anlayamıyorum. Cam tarafına kuruluyorum. Millet daha yerleşme aşamasındayken benim yaşlarımda bir adam bana biletini gösterip, İngilizce bir şeyler söylüyor. Önce anlamıyorum ne dediğini. Ardından önlerde bir yerlerde ayakta duran bir kadını gösteriyor. O zaman düşüyor benim jeton. Adam beni o kadının olduğu koltuğa göndermek istiyor. Böylece kendisi kadın ile yan yana oturabilecek. Başka zaman olsa kurallara uyma prensiplerimi öne sürer, adamın ricasını kabul etmezdim ama ne gerek var şimdi. Belki sevgilisidir, karısıdır, ne bileyim kız kardeşidir… Birlikte gitsinler işte. Benim kaybedecek neyim var ki?

Yeni koltuğumda yanımda genç bir çocuk var. Beni görünce dayanamıyor, soruyor nereli olduğumu. İngilizcesi fena değil, biraz özgüven eksikliği var. Yirmi üç yaşındaymış, Çanco’nun güney ilçesi olan Wujin’de bilgisayar programcısı olarak çalışıyormuş. Wuhan’a anne babasının ve kız arkadaşının yanına gidiyormuş. Üniversiteyi de orada okumuş. Kız arkadaşı da seneye mezun olunca Çanco’ya yerleşecekmiş. İngilizce konuşmayı pek beceremiyormuş, kusura bakmayaymışım. Ama yazması ve okuması iyiymiş. Kitap okumayı seviyormuş. Pazar günleri Çanco kütüphanesinin İngilizce kitap okuma programına ben de katılmalıymışım. Ben tatilden geri dönünce beraber gidebilirmişiz. Şanhay’dan uçmak varken Wuhan’ı tercih etmiş olmam tuhafmış. Çok daha rahat edermişim Şanhay’dan uçsaymışım. Otobüs yolculuğu uzun sürecekmiş. Sabah saat 11’de varırmışız.

Ben bu sonuncusunu duyunca ikircikleniyorum. Bana sabah yedide varacağımızı söylemişlerdi diyorum. Yanımdaki programcı arkadaş (adının Wei Shao Xin olduğunu sonradan öğreneceğim) belli olmaz diyor. Çok yolcu var, sık duracaktır diyor. Canım sıkılıyor ama belli etmiyorum. Otobüs durduğunda soracağım şoföre. En iyi o bilir saat kaçta varacağımızı. Gassalın elindeki meyyitim sonuçta. Otobüsten başka çarem yok. Zamanında ucuza bilet alayım diye Wuhan’dan uçmayı seçmiştim. Sonra da tren bileti alma konusunda yeteri kadar acele edemediğim için otobüse kalmıştım. Hoş, otobüs biletinin fiyatı bile olması gerekenin neredeyse üç katıydı. Başka çarem yoktu. Bu bileti de almasaydım tatil parmaklarımın arasından su gibi kayıp gidecekti. Hem bu şekilde yeni bir şehir göreceğim diye avutuyordum kendimi. Yeni bir Çin şehri; yani büyük bir gölet, geniş yollar, gri bir gökyüzü, içime çektiğim anda genzimi yakan bir hava, tozdan yeşili zor görünen parklar ve bahçeler, şehrin 60-70 km dışında dev bir havaalanı…

Yola çıkmadan hemen önce yolculara torba dağıtıyorlar. Herhalde midesi bulananlar içindir diyorum. Güzel bir uygulama olduğunu bile düşünüyorum, hele çocukluğum boyunca İstanbul’da ne zaman otobüse binecek olsak annemin yola poşetlerle çıktığını hesaba katarsam daha bir anlamlı oluyor bu benim için. Otobüs hareket ettikten beş dakika sonra ışıklar hemen kapanıyor. Kitap okuma ümidim karanlığın içinde yok oluyor. Telefonun pili hemen bitmesin diye müzik de dinleyemiyorum. Geriye tek seçenek kalıyor. Uyku. Rahat dalıyorum uykuya. Yer yer belime saplanan ağrıya rağmen kesintisiz uyuyorum. Birkaç saat sonra otobüs duruyor. Tuvalet molası. Hemen herkes iniyor. Tuvalet ihtiyacı giderildikten sonra bekleme yapmıyoruz. En fazla bir sigara içimlik bir zaman bekleniyor. Şoföre soramıyorum saat kaçta varacağımızı. Otobüse biniyoruz. Otobüsün içi ter ve yorgunluk kokuyor.

Gece saat üç buçuk gibi uyanıyorum. Üçte durmuştu otobüs ama tuvalet ihtiyacım olmadığı için yerimden kalkmamıştım. Demek yarım saattir hareketsiz duruyoruz burada. Otobüsün için karanlık, motor durmuş, hava kesif ve bayat, ufak tefek konuşmalar duyuyorum. Camdaki buğuyu silip dışarıya bakıyorum. Bir otobüs var yanımızda ama içinde hiçbir ışık yanmıyor. Yer yer önümüzden arabalar geçiyor, insanların belli belirsiz konuşmalarını işitiyorum. Koltuğumu dikletip, etrafa bakıyorum. Neden gitmiyoruz? Mola verdiysek neden kimse dışarıda değil? Bu kadar uzun mola olur muymuş bi’kere?

Koridorun karşı tarafındaki adam poşetleri hışırdatarak yiyecek bir şeyler arıyor. Gecenin sessizliğinde o kadar çok hışırtı çıkarıyor ki onun önündeki adam uyanıyor. Ters ters hışırtılı adama bakıyor. Adamın umurunda değil, bir türlü aradığını bulamamış olsa gerek ki bir poşeti koyup bir diğerini açıyor. Hışır hışır hışır hışır… Ben, nev’i şahsına münhasır bu işkencevari gürültünün bitmesini beklerken, hışırtıcı adamın arkasındaki eleman horlamaya başlıyor. Horluyor ama nasıl horluyor, tüm otobüs sallanıyor. Otobüsün kapıları kapalı, içeride elli küsür insan! Sanasın tüm oksijeni bu eleman tüketiyor. Horlama başlayınca elemanın yanındaki kız da uyanıyor. Cep telefonunu eline alıp oyalanmaya başlıyor. Bu sırada çaprazımdaki adam –hışırtıdan ilk rahatsız olan kişi- ayaklarını önündeki koltuğun arkasına dikiyor. Tavana doğru dikilmiş bir çift ayak. Hayır, nasıl rahat ediyor anlamış değilim. Böyle bir rahat etme yöntemi olabilir mi? Hışırtı çıkaran adamın yanındaki adam –pencere kenarındaki- uyanıyor. Etrafına şöyle bir bakıyor. Ardından boğazını temizliyor. Yalnız öksürme değil yaptığı, resmen sökmeye çalışıyor bir şeyleri. Sanki tüm midesini boşaltacak, boğazını yırtıp ne var ne yok dışarı çıkaracak. En sonunda yeteri kadar hırıltı çıkarmış olduğu kanısına varıyor ve önündeki poşete okkalı bir tükürük savuruyor. Böylece ben de anlamış oluyorum bu poşetlerin varlık nedenlerini.
Bütün bu olan bitenden rahatsızlık duymuyorum aslında. Adâb-ı muaşaret konusunda daha önce yazmıştım. Şimdi bu görüntüler sadece gülünç geliyor bana. Beni asıl rahatsız eden şey otobüsün hareket etmiyor olması –uyanmamın nedeni de buydu- ve kimsenin bu durumdan rahatsız olmaması. Güneşin doğmasını mı bekliyoruz ne? 

Midem bulanıyor. Hem havasızlıktan hem de uçağı kaçırma korkusundan. Ne yaparım ben Wuhan’da uçağı kaçırırsam? Zaten yeni yıl dönemi, uçaklarda trenlerde yer yok. Murat Gülsoy’un “Zoraki Turist” öyküsündeki karakter gibi kalırım Wuhan’da bir başıma. Yeni yıl kargaşasının bitmesini, bilet bulup Çanco’ya geri dönmeyi beklerim iki-üç hafta boyunca.

Shao Xin yanımda uyuyor. Üzerine paltosunu yorgan gibi çekmiş. Gözlükleri gözünde, yüzüne huzurlu bir eve dönüş sinmiş. Bir süre kendimle mücadele ediyorum, uyandırıp uyandırmama konusunda tereddüt yaşadığım için. En sonunda dayanamıyorum, hafifçe koluna dokunup uyandırıyorum.

- Neden durduk biliyor musun?
- Şoför dinleniyor.
- Nasıl ya? Ne zaman hareket edeceğiz peki?
- Saat beşte.
- İyi ama saat dört bile değil. Neden uyuyor şoför?
- Güvenlik çok önemli. Şoför uykusuz kalmasın ki sağ salim varabilelim evimize.
- İyi ama şoför yola çıkmadan önce uyusaymış böyle bir sorun olmazdı. Başka ülkelerde böyle yapıyorlar  şehirlerarası uzun yolculukları. Yol çok uzunsa iki şoför oluyor. Bir sürerken diğeri arkadaki yatakta uyuyor.
- Burası Çin. Burada hep böyle yapılır. Bak dışarıda bir sürü otobüs var. Onlar da uyuyor.
- Peki bizim şoför nerede şimdi? Arkada yataklık bir bölge yok.
- Koltuğunda. Bak orada, üzerini battaniyeyle örtmüş.

Ben yerimden doğrulup şoför koltuğuna bakıyorum. Hakikaten koyu renkli bir battaniye var şoför koltuğunun olduğu kısımda. Altında da şoför olduğu aşikâr. İçerliyorum, sinirlerim iyice geriliyor. Arthur Smith’in 130 yıl önce kaleme aldığı kitapta yaptığı taraflı gözlemler geliyor aklıma. Anekdotlardan birisinde Çinlilerin uyku alışkanlığıyla alay ederken, bir başkasında da Çinlilerin bir işi kısa zamanda bitirmek gibi bir hırslarının olmadığından söz ediyordu. “İlla günü bölecekler, birkaç saat çalışıp uyku arası verecekler, işi ertesi güne sarkıtma pahasına uykularından taviz vermeyecekler.” diyordu. Bizim okulda verilen iki saatlik uyku molasının bir benzeri de burada, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde gerçekleşiyordu. Aslına bakılırsa ne şoförün uyumasına ne de Çinlilerin bir işi olası en kısa zamanda bitirme hırsından mahrum olmalarına karşıyım. Benim karşı olduğum şeyler şöyle sıralanabilir:

1.       Ben bileti alırken bana on bir saat sonra, yani sabah saat yedide Wuhan’a varacağım söylenmişti. Oysa şimdi sabah on-on bir gibi varacağım söyleniyor. Bu farkın arkasında yatan neden büyük bir olasılıkla uyku molasının bilet satarken hesaba katılmaması. Bileti satarken uyku molasız varış saatini söylerken, yolculuk sırasında yolcuya kazık atar gibi karar değiştirmek etik açıdan doğru değil.

2.       Dinlenmek güzel bir şey ama bunu daha uygun bir şekilde yapamaz mıyız? Yani, havalandırması kapalı, pencereleri açılmayan bir otobüste elli küsur kişiyi tutmak ne kadar sağlıklı, ne kadar verimli bir dinlenme şekli?

Olması gerekeni biliyor olmam sıkıntımı azaltmıyor, aksine artırıyor. Sessizce bekliyorum saatin beş olmasını. Midemdeki çalkantı artıyor, burnumu elimle kapatıp ağzımla nefes alıyorum bir süre. Saat beşe beş kala yolculardan birisi şoförü uyandırıyor. Kapılar açılıyor, herkes bir anda ayağa fırlayıp tuvalete gidiyor. Ben şoförü kapının ağzında sigara içerken görünce konuşmak için yanaşıyorum ama Çincem yeterli olmadığı için araya Shao Xin’i sokuyorum. Şoför beş saat daha yolumuz var diyor. Ben neden uyuduğumuzu, bu yüzden uçağımı kaçırabileceğimi söylüyorum. Şoför omuzlarını silkiyor, “burada herkes uyur diyor” etraftaki diğer karanlık otobüsleri gösterirken. Meseleyi uzatıp, otobüste bir şikâyet merkezi olmak istemiyorum. Otobüse binip, yerime oturuyorum. Saat tam beşte hareket ediyoruz.

Şehrin merkezine girdiğimizde yoğun bir trafikle karşılaşmamıza rağmen 09:25’te terminale giriyoruz. Uçuşa üç saat var. Herhalde sıkıntı yaşamadan yetişirim. Yine de içim rahat değil, havaalanı çok uzakta ve şehrin merkezindeki trafik filmlerde yansıtılan Bangkok trafiğini anımsatıyor. Şoför kontağı kapatır kapatmaz iniyorum arabadan, aşağıdan bavulumu kapıyorum. Shao Xin taksi konusunda bana yardımcı olacağını söylemişti. Onunla birlikte terminalin dışına yürüyoruz. Shao Xin kahvaltı yapalım mı diyor. Ben “Acelem var biliyorsun.” diyorum. “Çanco’da yaparız kahvaltıyı. Şimdi hemen bir taksi bulmalıyım.” Shao Xin “Sorun değil. Tasa etme, havaalanına zamanında varırsın.” diyor. Bir taksi durduruyoruz. Shao Xin şoföre gideceği yeri söylüyor. Konuşulanlardan anladığım kadarıyla şoför iç hatlar mı dış hatlar mı diye soruyor. Shao Xin Tayland’a gideceğimi söylüyor. Ben de taksi hareket ettikten sonra birkaç defa tekrar ediyorum. “Wo çü Taygua, wo çü Taygua” “Kuvey çü, kuvey çü”…

Bir anda kendimizi yüzlerce aracın içinde buluyoruz. İleride kırmızı ışık görünüyor ama yoldaki şeritler birbirine girmiş durumda. Taksi şoförü boş bulduğu yere sokuyor burnunu, elinden gelse tavşan gibi zıplayarak gidecek arabaların arasından. Trafiği kısa sürede atlatıyoruz ama yol uzun. Git git bitmiyor. Sisten ucu bucağı görünmeyen köprülerin üzerinden geçiyoruz, trafiği görünce hemen ara bir yola girip, birkaç kilometre ileriden aynı yola dâhil oluyoruz. Kafamda bin bir türlü senaryo. Ya kaçırırsam, ya uçağa almazlarsa. Yıllar önce Kuala Lumpur’da kaçırdığımız Ho Çi Min Kenti uçağı geliyor aklıma. Yirmi dört saat hava alanında kalmıştık. Paramız da yoktu. Dört öğün boyunca aynı ucuz şeyleri yemiştik. O da Airasia’ydı. Acımıyorlar geç kalan yolcuya, biliyorum. Bir kere ağzım yanmış sütten, yoğurdu üfleyerek yemem için bahanem hazır.

60-70 km gidiyoruz. Saat 10:35’te hava alanına varıyorum. Taksi 125 Yuan tutuyor. Koşarak havaalanına giriyorum.  Daha yolcu kayıt sistemi açılmamış bile. Boşunaymış onca hafakanım, onca kaygım. Ama bu derece kaygılı olmasam da bu kadar hızlı gelemezdim diyorum içimden haklılığımı kendime kanıtlamak istercesine. Bir süre etrafta oyalanıp yolculuk kartını alıyorum ve bekleme odasına geçiyorum. Uçak tam zamanında kalkıyor. Öğleden sonra üç buçuk gibi Don Muang havaalanına iniyoruz.

*** Bu mektubu yazdıktan yaklaşık bir ay sonra şu alaycı yazıyı okudum.  http://www.haohaoreport.com/l/48220 Demek ki tuvaletlerdeki su birikintilerinden rahatsız olan tek kişi ben değilmişim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder