Bu Blogda Ara

30 Kasım 2012

Türkiye'den Mektuplar 23


                                                  Running is the art of suffering (Brian R)

Her sabah umutla gidiyorum okula, belki bir şeyler değiştirebilir, bir işe yarayabilir ve nihayetinde birilerine faydalı olabilirim diye. Okula giden yokuşu çıkarken aklımda genelde o gün öğreteceğim konular hakkında örnekleri evirip çeviriyorum; bunu nasıl anlatırım, bunu nasıl daha kolay hale getiririm diye. Demir kapıdan içeri girerken içim genelde olumlu duygularla doluyor. Yine çocuklar, yine eğitilmeye muhtaç gençler. Maalesef bu heyecan ve güzel duygular derse girmemle son buluyor.

Öğrenciler alabildiğine laçka, alabildiğine saygısız ve sorumsuzlar. Dersler hep bir curcunayla geçiyor. Ne doğru dürüst bir matematik öğretebiliyorum ne de öğrettiğim dersten zevk alabiliyorum. Üstüne bir de öğrencilerle girdiğim saçma sapan diyaloglar var. Yok siz benimle ilgilenmiyorsunuz, yok benim soruma yanıt vermiyorsunuz, yok beni anlamıyorsunuz. Tamam, herkes ilgiye muhtaçtır ama bu kadar da karşındakine ilgi sömürüsü yapıldığını ilk defa gözlemliyorum! Elini kaldırıp, hesap sorar gibi hocayla konuşmalar, anlamadığı zaman hocaya bağırmalar, sınıftan çıkarken hocaya kızdığı için kapıyı çarpmalar, hocanın "neden defterine bir şeyler yazmıyorsun uyarısına" cevaben defterini açıp, sırıtarak "bir şeyler" yazan öğrenciler, ders yeni başladığından dolayı tuvalete gitmesine izin vermediğim için sınıfın ortasında "hocam regl oldum yaaa" diye bağıran kızlar, ders anlatırken kafama tebeşir atanlar, bir türlü uykuya doymayan uykuseverler, benim gözümün önünde arkadaşının sınav kağıdına soru çözmeye çalışanlar ve ben onu yakalayınca, sınıfın ortasında arkadaşına ağza alınmayacak küfürler edenler, derse geç gelenler ve geç kağıdını almak çok kolay olduğu için birkaç dakika sonra derse girmek hakkıymış gibi elinde mühürlü bir kağıtla derse girenler…Liste uzayıp gidiyor. İşin kötü yanı, bunların en az birisi hemen her gün olan şeyler. 

Bazen bunların hepsi bir günde oluyor ve ben artık kendimi uçurumdan aşağıya bırakıyorum. Kimi zaman patlıyorum sınıfta, bir öğrenciyi kurban ediyorum. Kimi zaman kendim basıp gidiyorum, sanki gidebilecek uzak bir yerim varmış gibi. Akşam olup eve dönme zamanı gelince zaten ne şikayet edecek halim oluyor ne de birileriyle durumu konuşup, dert yanacak gücüm. Sürüne sürüne eve gidiyorum, bir gün daha başarısız bir öğretmen olduğum, bir gün daha öğrencilere matematiği sevdiremediğim, bir gün daha bir öğrencinin bile kalbine giremediğim için, üzülerek, tasalanarak.

Bazen bölüm odasında sıkça duyduğum cümleler beliriyor kafamda, “çok takma kafana, başka okullar daha kötü, daha fena da olabilirdi…”. Hiçbirisi gerçek anlamda çözüm kaynağı olamayacak ama anı kurtaracak dost tesellileri bunlar. Ne takmamayı becerebiliyorum ne de başka okulların bundan daha kötü olduğuna inanmanın bana ne faydası olacağını anlayabiliyorum. Günler bu “aşağılanmış olmak” ve “bir işe yaramıyor olmak” düşüncelerinin kafamın içinde estirdiği kara bulutlarla geçiyor. Ben her sabah okula yine umutla gidiyorum, her gün yine umutlarım kırılıyor öğrenciler ve yöneticiler tarafından, ve nihayetinde eve yine aynı ruh haletiyle dönüyorum. Bazen de kendimi suçluyorum beklentilerimin çokluğu nedeniyle. Ben sadece matematik öğretmek istiyorum, öğrenciler matematiği sevsinler, matematiğe aşık olsunlar, matematiği hayatlarının farklı safhalarında kullanabilsinler istiyorum. İlk geldiğim zamanlarda çocuklara şiiri, edebiyatı, felsefeyi sevdireyim diye bir hayalim de vardı. Artık o da kalmadı. Matematik dillerin en güzeli, en eksiksizi, en şiirsel olanıdır. Matematiğin dilini sevemeyen, en azından bu dile karşı saygı duymayı öğrenemeyen bir insan ne felsefeye saygı duyabilir ne edebiyata ne de şiire.

Bugün yine okulda abuk subuk olaylar gerçekleştiği için yazıya böyle başlamak zorunda kaldım. Yoksa biraz daha ciddi, biraz daha derli toplu şeyler yazmaktı amacım. Akşamları eve gelince kafamı toparlamam birkaç saatimi alıyor. Sırf bu yüzden artık her sabah gazeteyi alıp, akşama kadar okumamayı düşünüyorum. Akşam eve gelince, gazeteyi açıp ülkemin gittikçe zavallılaşan halini görüp, kendi küçük dertlerimi unutabiliyorum. Başkalarının acılarını kendime merhem yapmak ne kadar doğru bir harekettir bilemem ama en azından akşamları kurtarıyor. Uykum gelene kadar kitap okuyabiliyorum ya da ders çalışabiliyorum. (UoL istemediğim halde bana bir şans daha verdi dolayısıyla nisan ayında yine “Contingencies” sınavına gireceğim. Bu defa geçmem gerekiyor. Bu da bulduğum her boş vakitte finans matematiğine, uzun hayat sigortası hesaplarına dalacağım demektir.)

Yalnız, bulduğum bu geçici çare maalesef gücünü gece karanlıklarında yitiriyor. Tıpkı gece yarısından sonra balkabağına dönüşen at arabası gibi, benim başka sorunları öne alarak ihmal ettiğim gerçek sorunlar, geceleri rüyalarda ya da saatlerce yatakta dönüp durmalarda kendisini gösteriyor. Geçenlerde rüyamda dersteydim. Hangi sınıftı ya da ne anlatıyordum hatırlamıyorum ama ders sırasında yine böyle tuhaf bir muhabbete dalıyoruz. Sonra gözlerim kararıyor ve sınıfın ortasında bayılıyorum. Arka sıralardan bir çığlık duyuyorum ve uyanıyorum. Saat sabahın üçü. Sonrasında zaten uyuyamıyorum. Bir battaniyeye sarılıp, çalışma odama gidiyorum. Sabaha kadar karşı yoldan geçen tek tük arabalara bakıyorum. Sabah olunca da okula gidiyorum.

Sanırım aynı günün akşamında bir başka tuhaf hadise olmuştu. O gün proje yapan iki öğrenciye ders anlatmak ve sonrasında da ödev yapan öğrencilere yardım etmek için yurda gitmiştim. Akşam 9:30 civarı eve dönerken, metroya çıkışına yakın bir yerde genç bir çocuk durdurdu beni. Üzerindeki kıyafetlerden lise öğrencisi olduğu belliydi. “Abi bakar mısınız?” dedi nazik bir dille. Ben de “Buyur” dedim. “Buradan otostop çeksem arabalar durur mu, biliyor musunuz?” diye sordu.  Ben çocuğa baktım, yola baktım. Biraz da afalladım açıkçası. Kafamın içi zaten folloş bir halde, bir de insana rüyadaymış hissi veren bir olay. “Dururlar herhalde. Sen öğrenciye benziyorsun.” Çocuk bana baktı, tatmin olmamış gibiydi yanıtımdan. “Yarım saattir bekliyorum. Durmadılar.” dedi. Üşümüştü belli, elleri ceplerindeydi. Rüzgar acımasızca içine işliyordu insanın. “Nereye gidiyorsun?” dedim. Kafasıyla bir tarafı gösterir gibi yaptı. “Sanayi mahallesine” dedi. Kafasının gösterdiği yön doğruydu ama beklediği yol yanlıştı. “Burada arabalar dursalar bile onların Sanayi mahallesine gitme olasılıklar düşük. Bence sen şuradaki anayola çık, karşıya geç, oradan çek otostopu.” dedim. Çocuk yüzüme baktı, “Tamam abi, sorun değil. Burada da dururlar” dedi. Ben de “İyi sen bilirsin, ama dikkatli ol. Başına bir şey gelmesin” deyip ayrıldım oradan.

Metro durağından aşağıya döndüm, yokuş aşağıya yürümeye başladım. Beş dakika kadar yürümüştüm ki benim jeton düştü. “Lan, Allah belanı versin senin, Ali” dedim kendi kendime. Çocuğun belli ki parası kalmamıştı ve minibüs parası isteyemediği için yoldan geçenlerle otostop muhabbeti yapıyordu. Beni kaz kafam da bunu anlayıp, çocuğa bir 2 TL vereceğine, işe yaramaz tavsiyelerde bulundu, belki de çocuğu daha çok çileden çıkardı. Yürüdüğüm yolun ortasında durdum, geriye doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Çocuk az önce gördüğüm yerde yoktu. Bir ihtimal, belki benim tavsiyeme uyup anayola girmiştir dedim ve anayola baktım ama orada da yoktu. Belki bir araba durmuştu belki de benim kadar duyarsız olmayan birisi çocuğa minibüs parası verip, çocuğu göndermişti. Bana da yine aynı iğrenç yenilmişlik hissiyle eve dönmek kalmıştı. Yol boyunca düşündüm tabii, neydi beni bu kadar duyarsız hale getiren. Tayland’dayken ya da 

Vietnam’dayken etrafımdaki insanları daha sık görür ve kollardım, başkalarına yardım etmeye daha çok vaktim ve halim olurdu. Şimdilerde her şey kendime dönmüş durumda. Okuldayken çok az vaktim oluyor durmaya ve düşünmeye. Okuldan eve gidince de yığılıyorum bir yana, ağır bir patates çuvalı gibi. Yalnız bu yığılmanın asıl nedeni çok çalışmak ya da çok yorulmak değil. Psikolojik olarak kendimi bir şey yapmış, bir işe yaramış hissedemediğim için yığılıyorum ben. Bir “hamster” gibi içinde bulunduğu dev çemberi döndüren ve bunu, çemberde koşmanın gereksizliğine inanarak yapan bir köle gibi hissediyorum. Bürokrasinin kıskaçlarından ziyade (bu fazlasıyla Kafka olurdu), egoların kıskaçları tutuyor ellerimden, ayaklarımdan. Kazanamayacağım bir savaşı vermek korkutmuyor beni, savaşmama izin verilmemesi ya da savaşmanın sevdiklerime zarar vereceği düşüncesi yıpratıyor. Basit bir örnek vereyim içinde bulunduğum “absurd” durumun içler acıtan halini.

Sınıflarda saat olmaması beni çok rahatsız eden bir şey. Dönem başından beri hep bir saatin eksikliğini hissediyorum. Öğrencilerin karşısında kol saatime bakmak pek hoş bir davranış olmuyor çünkü öğrencilere “Bak, öğretmen de sıkıldı, bitse de gitsek diye zırt-pırt saatine bakıyor.” dedirtmek iyi bir şey değil. Bir sınıf saatinin gerekliliği en çok da sınav zamanlarında ayyuka çıkıyor. Sınav devam ederken öğrenciler ikide bir saati soruyorlar, sınavın yirminci dakikasından sonra iki-üç dakikada bir kaç dakika kaldı deyip sınav ortamındaki sessizliği bozuyorlar. Ben de böyle bir şey olmasın, hem öğretmenler hem de öğrenciler için güçlü bir referans kaynağı olsunlar diye sınıflara, okulun saatiyle senkronize olmuş, saatler konulmasını teklif ettim. Aşağıya bu teklifi yaptığım e-posta iletisini geçiyorum:

Sayın ……,

Bu okulda çalışmaya başladığımdan beri benim için -bence okul için de- büyük bir eksiklik olarak gördüğüm duvar saatleri konusundan söz etmek istiyorum. Ne sınıflarda ne bölüm odalarında ne de bilumum toplantı mekanlarında insanlara zamanı hatırlatan büyük duvar saatleri var okulumuzda. Bu durum, pek çok zaman, referans almakta bizleri zorluyor. Derse geç giren öğrenciye en büyük dersi duvarda sessiz şahitliğiyle haykıran saat verebilir, sınav sırasında ikide bir kaç dakika kaldığını soran ve sınav atmosferinin bozan öğrenciye de aynı saat yanıt verebilir. İşe geç gelen öğretmenden, işten erken çıkan görevliye kadar her şey/ herkes iyi bir şekilde senkronize edilmiş saatler aracılığıyla uyarılabilir. Saatler sadece zamanı göstermez, zamanı kontrol eder, parçalara böler, onu yönetir. 

Sizden ricam, en azından sizin yetki ve etki alanınızdaki yerlere büyük saatler koymanız -her bir sınıfa birer tane, bölüm odalarına birer tane, geniş toplantı odalarına en az bir tane- ve bu saatlerin doğru zamanı gösterdiğini sürekli kontrol edebilen basit bir yönetimsel mekanizmayı harekete geçirmeniz. Okulda pek çok sorun vardır ve tabii ki basit mekanik aletlerle bu sorunlar çözülemez. Yalnız, zamanı doğru kullanamayan inanların yaşadığı bir toplumda / kurumda sorunların bitmeyeceği de ayrı bir gerçektir. Bu konuda kafa yormuş yazarlarımızdan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitütüsü" romanında bir alıntıyla bitireyim iletiyi.

Sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütünheyecanlarını paylaşan,yahut masasının üstünde gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber olup bittisiyle yaşayan saat ister istemez sahibine temessül eder, onun gibi yaşamağa ve düşünmeye alışır.."

İyi çalışmalar ve bol güneşli günler,

Ali

 Tabii ki böyle bir iletiye yanıt geleceğini beklemiyordum. En azından iletinin muhatabı olan kişi bana “Siz kim oluyorsunuz da bana mesleğimi öğretiyorsunuz, haddini bil” demedi. Yapılmayan bir şey değil sonuçta. Belki de sırf bunun için kendimle gurur duymalıyım. Yalnız, iletiyi göndermemden yaklaşık 20 saat sonra, bu yöneticiyle okulun bahçesinde rastlaştık. Selamlaştık, el sıkıştık. Bana iletimden dolayı teşekkür etti ve isteğimin neden gerçekleştirilemeyeceğini kendince gerekçelerle izah etti. Ona göre, bu daha önce farklı okullarda denenmişti ama öğrenciler duvardaki saat yüzünden derse odaklanamamışlardı. Ayrıca okuldaki sınıfların ortalama oda sıcaklıkları farklı olacağı için saatlerin aynı hızda çalışacaklarını garanti etmek imkansızdı. Bu durumda bize gereken birer atom saatiydi ama onlar da çok pahalıydı.

Böylesine saçma bir argüman karşısında ben karşı-argüman geliştirmeyi bile düşünmedim. Güldüm, geçtim. Daha önce çalıştığım okullarda duvarlarda saat olurdu ama hiçbir sorun yaşanmazdı. Türkiye’deki çocukların saate karşı dayanılmaz bir zaafları mı var? Saat zamanı gösteren bir araçtır ve insan bir süre sonra onun varlığına alışır, olur olmaz vakitlerde başını çevirip saate bakmaz. Hadi, böyle bir zaaf var ve çocuklar saate bakıp saniyeleri sayacaklar. Bu sınıflardaki hocaların hiç mi iradesi yok çocukları bunu yapmaktan caydıracak? İkinci bahanenin bilimsel yönden saçma olduğunu anlatmaya hiç gerek yok sanırım. Bir kere okuldaki sınıf sıcaklıkları birbirlerinden çok farklı değil. İkincisi de sıcaklığın pil üzerindeki etkisi ne olursa olsun, pil bitmeye yüz tutmadan zaten saat yavaşlamaz. Öyle olsaydı, duvarlardaki saatlerimiz sürekli bir hızda yavaşlamaya başlarlardı. Oysa öyle olmuyor. Sadece pil iyice zayıflayınca, yani bitmeye ramak kalınca saat yavaşlıyor ve kısa bir süre sonra da duruyor. Pilin doluluk derecesine göre olsaydı, dünyadaki tüm saatler geri kalırlardı. Gerçi bu yönetici, bölüm odalarına ve toplantı odalarına saat koydurmaya çalışacağını söyledi ama henüz bu konuda da bir icraat göremediğim için bir şey diyemeyeceğim. Açıkçası hiç umudum yok. Beklentiler içine girip, kendimi yormak istemiyorum.

Buna benzer bir başka olay daha oldu geçtiğimiz günlerde. İnsan kaynaklarına bir ileti gönderdim. Dedim ki “Benimle yapılan mülakattan sonra bana iş teklifi yapan kişiler, bir maaş çizelgesinden bahsetmişler ve o çizelgeye göre bana x TL maaş önerebileceklerini söylemişlerdi. Bu adı geçen çizelgeyi görmem mümkün mü? Ayrıca, e-sigorta kayıtlarında benim brüt maaşım olduğundan az gözüküyor. Bir hata mı var yoksa ben mi yanlış bir beklenti içerisindeyim.” Tabii ki yazdığım ileti bundan daha uzundu ama kısaca –ve gayet nazik bir dille- bunları sordum. İK bana bir gün sonra yanıt verdi. Şu anda çok meşgul olduklarını ve en kısa zamanda bana döneceklerini yazdılar. Bu yanıtın üzerinden neredeyse 10 gün geçti ama henüz ikinci bir yanıt yok. Tatmin edici bir yanıt beklemiyorum zaten. Hatta umudumu neredeyse yitirdim. Yukarıdaki saat muhabbetini açmasaydım, büyük bir olasılıkla aklıma bile gelmezdi İK olayı. Lojmanlar konusunda şeffaf olmayı beceremeyen okuldan maaşlar konusunda şeffaf olmasını bekleme ya da en azından bu konuda adil olduklarını kanıtlamalarını talep etmek, bu ülkeye bile bol gelen bir demokrasi beklentisi olurdu. Bu yüzden çok kasmaya gerek yok. İçimde yine o ses, “takma kafaya” diyor. Kafaya takmıyorum ama nasıl oluyorsa yazıyorum…

Bazen kendime şunu da söylemiyor değilim. Belki de bu sıkıntıların çoğu koşamadığım için oluyordur. Brian “Running is art of suffering.” derdi. Belki de koşarak yeteri kadar acı çekemediğim ve sonucunda kafamı boşaltamadığım için böylesine “kimsenin kafaya takmadığı” ufak tefek sorunları kafaya takıyorum. Bir koşabilsem, bir kendime gelebilsem! İstanbul maratonundan beri 1 km bile koşmadım. Korkuyorum, sağ dizimdeki ağrı geri gelecek diye. Maraton günü defalarca durup, dizime masaj yapmak zorunda kalmıştım. Her biri 5-10 saniye süren bu masajlarla 500 metre koşabiliyordum sadece. Sonrasında acı tekrar dayanılmaz hale geliyordu, bir daha duruyordum. İnternete baktım. İki temel neden bulabildim benimkisi gibi (Sağ dizin dışında, dışarıya bakan tarafta. Aslında diz demek bile doğru olmayabilir o bölgeye. Kas ağrısı ama çok şiddetli.) bir ağrı için: Yokuş aşağı koşma ve ısınmadan koşma. Sanırım her ikisini de sıklıkla yaptım ben Türkiye’ye geldiğimden beri. Bu yüzden bir süre –belki 1 hafta daha- ara vermek iyi olur diye düşündüm. Yokuş aşağı koşmamak için de bundan sonra sadece okuldaki futbol sahasının etrafında turlayacağım. Sıkıcı bir koşu oluyor genelde ama yokuş inip, dizimi tamir edilemez bir tahribata sürüklemekten iyidir. Aşağıya maratondan sonra çekildiğim birkaç resimden birisini koyayım. Maraton gününü anlatan bir yazı yazmaya başladım ama bitiremedim. Ne zaman bitirebilirim bilemiyorum. Resim arada kaynamasın -Türkiye'ye geldiğimden beri yaşadığım en güzel gündü. İçinde koşu vardı, acı vardı, boğaz vardı, bitiş çizgisi vardı, aile vardı, yemek vardı-. 


1 yorum:

  1. I am famous for 15 mins! At last. Hope training for next race going well. I'm hoping to run full marathon in Jan. Khon Kaen. Hope we'll do a big 42 together one day... Good luck to both of us (& all your readers!)

    YanıtlaSil