Bu Blogda Ara

01 Kasım 2012

Türkiye'den Mektuplar 21


Türkiye’ye geleli dört ay oldu. Halen en büyük zevklerimden birisi sabah erkenden kalkıp, bir şeyler atıştırdıktan sonra –ya da atıştırırken-, bir pencere önüne oturup, sabahın kente inişini izlemek. Bunu hafta sonları da dahil hemen her sabah yapıyorum. Kimi zaman kitap okuyorum pencerenin önünde, kimi zaman yazıyorum –şimdi de olduğu gibi-, kimi zaman da avareliğin tadını çıkarıp benim gibi sabahı bekleyen kuşlara, kedilere bakıyorum. Sabahın bir bıçak ağzı gibi keskince gelmesi ve geceye son vermesi beni her sabah heyecanlandırıyor, umutlandırmasa bile! Kaldığım evin okula yakın olmasının da böylesi bir lüksle kendimi şımartmamda bir katkısı var sanırım. Uzaklarda yaşasaydım, belki daha erken kalkar, sabahın köründe yollara düşerdim. Bir de kafada sürekli dolanıp duran “acaba geç kalır mıyım kaygısı!”, “hangi yoldan gitsem sorusu!”, “hava da ne kadar soğuk oluyor sabahları!” şikayeti... Belki de sabahları uyanır uyanmaz, cep telefonundan yandex’e girip, İstanbul’da hangi yolların açık, hangilerinin kapalı olduğunu inceleyecektim. Ev okula yürüme mesafesi olunca bütün bu kaygılar, uzak ve adı az bilinen bir ülkedeki doğal afet haberleriymiş gibi geliyor.

Bu odaya “çalışma odası” adını verdik ama ben 2.4.03 demeyi tercih ediyorum. Sokağın 2 nolu apartmanının, dördüncü katının, üçüncü “en sık kullanılan” odası burası. Bu odanın penceresinden bakınca manzarayı ikiye bölen geniş ve kıvrımlı bir yolu fark etmemek olanaksızdır. Çıkışlı inişli toplam dört şeridi olan, hiçbir zaman aynı anda dörtten fazla aracı üzerinde hareket ediyor halde görmediğim, güzel ve bakımlı, abimin deyimiyle cillop gibi bir yol. Yolun en büyük özelliği birbirinden sosyo-ekonomik açıdan ayrılan iki mahalleyi, kesin bir çizgiyle coğrafi olarak ayırıyor olması. Yolun sağ tarafı, benim de içinde bulunduğum gecekondu mahallesi. Buradaki en yüksek yapılar 4 katlı, gecekondudan bozma, çoğunda tek bir ailenin –ve birkaç kiracının- yaşadığı binalar. Çok büyük bir alanı kaplamıyor ama üç tane camisi var birbirine neredeyse eşit uzaklıkta. Evlerin bacalarından soba dumanları tütmeye başlamış bile, çocuklar otobüs duraklarını kale yapıp sabah akşam cam levhayı dövüyorlar meşin yuvarlakla. 

Yakında kentsel dönüşüme kurban edileceği söylenen bu mahalle sessizce direnişe hazırlanıyor –en azından bazıları-. Duvarlarda yazılar var “Yıkıma Karşı Tek Yumruk” gibi. Zaten ben evden çıkıp, okula varana kadar içinden geçtiğim sokakların adlarını yazsam, bu mahalleden başka bir tavır beklenmemesi gerektiği sonucu çıkar. Sokak adları, sırayla olmasa da şöyle: Evrim Sokak, Özgür Sokak, Emek Sokak, Birlik Sokak, Barış Sokak…  Büyük bir olasılıkla mahallenin demografik yapısı son yıllarda değişti, emekçi-direnişçi kesimin yerini emekçi-dindar kesim aldı. Dolayısıyla da yıkıma sıcak bakan, “büyüklerimiz böyle uygun görmüş” diyen, “yapılan teklif fena değil abi” diye lafa bodoslama dalan, “böyle gecekondularda yaşayacağımıza paşa gibi bize verilen apartman dairesinde yaşarız” hayali kuran insanlar azımsanmayacak kadar çok. Oysa bilmiyorlar ki kentsel dönüşüm diye adlandırdıkları, salt “politik olarak doğru olan” ifadenin altında ne paraların döndüğünü, bilmiyorlar ki aldıkları işçi maaşlarıyla kendilerine verilen apartman dairelerinin aylık aidatını bile ödemekte zorlanacaklarını ve bir süre sonra taşınmaya zorlanacaklarını, bilmiyorlar ki devletin salt bir apartman dairesiyle değil, en az beş yıllık bir fark faturası ile karşılarına çıkacağını ve bilmiyorlar ki tüm bunların kent merkezlerinin soylulaştırma (gentrification) girişiminin bir ayağı olduğunu, tıpkı Cihangir’de, tıpkı Sulukule’de yapıldığı gibi… Bilseler belki, şimdilerde içinde yaşadıkları sokakların adlarına yaraşır bir biçimde işin kavgasını verirler. Zaten bu sokak adları da kalmaz kentsel dönüşümden sonra, bunu da yazmış olayım.

Yolun öteki tarafında ise derli toplu evlerin içinde bulunduğu siteler var. Dersiz topsuz, rengarenk çapulcu sürüsünün karşısına dikilmiş düzenli bir ordu gibiler. Kendinden emin, vakur ve temkinli bir duruşları var. Sabah saatlerinde en ufak bir kımıltı olmuyor sokaklarında. Hemen herkesin arabası olduğu için insanların çoğu apartmanın kapısından çıkıp arabanın kapısına kadar yürüyor. Henüz hiçbir binanın bacasından duman tütmüyor, hiçbir evin çatısında yama yok, hiçbir binanın duvarları badanaya hasret kalmamış, hiçbir sokakta çöpler birikmemiş. Yolun sağ tarafındaki düzensizliğin esamesi yok yolun sol tarafında. Sağ taraftaki üç caminin aksine burada bir cami görünmüyor. Bir tane varsa da bile minaresi binaların gölgesinde kalmış olsa gerek ki seçilmiyor benim penceremden. Demek pek önemsemiyorlar onlar camilerin boylarını, poslarını bizim bu cenahtakiler gibi. Ayrı dünyaların insanları, aynı dili konuşan ve belki günde iki kere de olsa aynı yolu kullanan. Tepenin hafif düzlüğe kavuştuğu yerde zaten yol ikiye ayrılıyor. Sola dönünce bu sitelere ulaşıyorsun, sağa dönünce büyük bir anayola. Öyle bir yol, ayırıyor zenginle fakiri, okumuşla okumamışı, rütbeliyle rütbesizi, makam sahibi ile asla makam sahibi olamayacak olanı… Biraz dikkatli düşününce bu tip yollardan azımsanmayacak sayıda olduğunu fark ediyor insan! Boyacıköy ile Baltalimanı’nı ayıran sahilden Reşitpaşa’ya giden yol, Levent ile Çeliktepe/Emniyet Evleri’ni ayıran Büyükdere Caddesi, yakın bir gelecekte Maslak ile Ayazağaköy’ü ayıracak olan belki henüz adı konmamış yeni yollar…

Bayram yeni bitti, insan bir kere alışmayadursun tatilin getirdiği atalete –ne getirir ki tatil başka?-. On iki yıl aradan sonra ilk defa bir kurban bayramı yaşadım. Çok şükür, tek bir kurban kesilişini görmedim, ne kan gördüm ne de doğranmış bir hayvan. On iki yıl önce işler çok farklı yapılırdı. Sokak ortalarında, yol kenarlarında, bağlarda bahçelerde, aklın alabileceği her yerde, insanlar hayvan boğazlarlar, kent kesif bir kan kokusuna teslim olurdu. Bizler ise yükü ganimet bilip sokaklara çıkar, kan, ter ve irin içinde mahalle mahalle gezer, deri toplar, ardından da sabaha kadar aynı pisliğin içinde deri tuzlardık. Sanırım artık kimse tenezzül etmiyor kurban derilerine. Zenginleyen yeşil sermayenin sadakayla kaybedecek vakti yok, daha büyük hesaplar var peşlerinde koşulan, daha büyük pastaların daha büyük payları. Ben yollarda deri toplayan tek bir genç bile görmedim ama belki de onlar yine çalışıyorlardı. Gönülden uzak olunca gözden de uzak oluyor olabiliyor bazı şeyler…

Bütün bu eski anılardan uzak, sessiz ve sakin bir bayram geçirdik. İlk gün aile üyeleriyle, ikinci ve üçüncü gün şair/yazar arkadaşlarla, dördüncü gün yine aileyle. Sonrasında da Cumhuriyet Bayramı vardı, evlere şenlik. Gittik Taksim’e, bir süre oradaki törene katıldık, elimizde bayrak yoktu ama en azından kalabalık yaptık. J de görmüş oldu coşkuyla bayram kutlayan insanları, onların krallıklarını kutladıklarından çok biz kralsızlığımızı kutluyorduk. Neyse ki tazyikli suyla ve biber gazıyla tanışmadı henüz. Belki ileride tanışır, kim bilir! Hükümetin yeni sloganı bu olabilir mesela. Bir biber gazı şişesi ve üzerinde “her nefis bunu tadacaktır.” mesajı. Çok da yanıltmış olmazlar. Ne de olsa gitgide daralıyor çember!

Törenin ardından “Gergedan Mevsimi” adlı filme gittik. Güzel bir filmdi, fotoğraf sergisini gezmiş izlenimi uyandıran ve bu hissi uzun süre zihninizde tutabilen nadir filmlerden birisiydi. Konusu –dikkatli düşününce- biraz “rahatsız edici” geldi bana ama zaten rahatsız etmeseydi güzel olamazdı. İran devrimi ve sonrasında yaşanan işkencelerin, mağduriyetlerin konu olarak seçilmesine tabii ki lafım yok. Şiirleri Farsça orijinallerinden anlayabilseydim ne güzel olurdu! O orman sahnesi, o deniz kıyısı sahneleri, o kaplumbağa ve gergedan sahnelerindeki metaforik anlatımlar hem güçlüydü hem de düşündürücü. Ama asıl konu zaten bunların hiçbiri değildi. Asıl konu, son yıllarda sinemada/edebiyatta/tiyatroda sıklıkla karşılaşılan ve insanların gitgide “evet” yanıtı vermeyi avangartlık olarak gördüğü “uğruna kötülük yapılan aşk, aşk mıdır” sorusuydu, bana göre.  Filmin konusu hakkında yazıp bu yazıyı okuyanların film izleme keyiflerini bozmak istemem ama konu aşk olunca herkesin bir söyleyeceği vardır. Hatta konu aşk olunca herkesin bir söyleyeceği olmalıdır, değil mi?

Çocukların aşkı eğlencedir, gençlerin aşkı acı ve hüsran, olgunların aşkı ise salt mutluluk. İnsanın bu sonuncusunu anlaması için çok aşk acısı çekmesi gerekebilir, muhakkak! Ama üç-beş hendek atladıktan sonra hakikatin o kadar da uzakta bir yıldız olmadığının farkına varıyor insan. Aşk, insanı mutlu etmek için vardır ve insanı mutlu ettiği sürece aşktır. Eğer insan aşkı yüzünden mutsuz olduğunu iddia ediyorsa o insan aşkı anlamamış demektir ve kendi bencilliğinin kurbanıdır çünkü aşk başkasını kendine esir ederek mutlu etmez insanı, başkasını mutlu ederek mutlu eder. Bu durumda ortaya çıkan sonuç şudur: Aşkı için kötülük yapan insan, başkasına zarar veren insan, aslında bunu aşkı için değil, sözünü geçiremediği bencilliği için yapıyordur. İnsan bir kafestir, kuşunu arayan (Kafka diyor bunu, ben değil.). Kafes boş kaldığı sürece varoluş işlevini yerine getiremediğini düşünür. Dolayısıyla arar da arar içine hapsedeceği masum bir kuşu. İşte aşk böyle bir kafes olmamaktır, varoluş işlevini dışsal bir varlığa yüklememektir, kendi kendine var olabilmek ve ancak meyve verdikçe yaşayabilen tuğba ağacı olabilmektir.

Konu aşka gelince  nasıl da laçkalaşıyor insan. Gerekli gereksiz bir yığın benzetmeye dalıyor, uçuyor gidiyor hiç olmadık yerlere. Sinemadan çıkınca hızlı adımlarla Dolmabahçe’ye doğru yürümeye başladık. Taksim meydanı civarında pek sorun yoktu ama Gümüşsuyu’ndan yokuş aşağı inmeye başlayınca benim sağ dizim ciyak ciyak bağırmaya başladı. Gündüz, Fatih Ormanı’nda koşarken de böyle çığlıklar atmıştı bu diz ama sonra durulmuştu. Demek intikamını akşamın darına saklamış. İşin kötüsü iki hafta sonra 15 km koşacağım ben. Nasıl olacak da bu diz bana müsaade edecek, bilemiyorum. İyice korkmaya başladım aslına bakılırsa, Çin lokantalarının ve konsoloslukların arasından geçerek, aşağıya inerken, sağ diz kapağımın yerinden fırlayıp, tangır tungur sesler çıkararak kendi başına yokuş aşağı ineceğinden…

Kafamda bu sorular, yaşlı bir dede gibi seke seke indim yokuşu ve merdivenleri. Yokuş aşağıya inmiştim ama nefes nefese kalmıştım, acıdan ve aşırı efor sarfetmekten. Aşağıya vardığımızda Cumhuriyet Bayramı şöleni başlamıştı. Kalabalığa karıştık ve boğazın ortasından yükselip, gökyüzünün lacivertinde pare pare ışıklara dönüşen havai fişek gösterini izledik. Bir yanımızda tüm ihtişamıyla Dolmabahçe sarayı, önümüzde siyah sularıyla boğaz, ardımızda her yaştan binlerce insan… İnsanın kendini mutlu hissetmemesi imkânsız. Tuttum J’nin elinden, kalabalık marşlar söyledi ben de dilim dolandığı kadarıyla uluslararası niteliği olan şarkılar. Ardından da Beşiktaş’a kadar yürüdük. Ben küçükken de Cumhuriyet Bayramları böyle mi olurdu diye geçirdim içimden. Olmazdı sanırım, artık daha bir coşkuyla kutlanıyor, daha bir katılımla, sanki. Eskiden Cumhuriyet bir zorunluluk, bir dayatmaydı halka. Şimdi Cumhuriyet bir seçenek, elden gitme olasılığı ürküten bir değer oluverdi. İnsanlar gider gibi yapana -kaçan kovalanır- sahip çıkmak istiyorlar herhalde. Yoksa böyle coşkulu kalabalıklar vardıydı da ben mi hiç rastlamadım 23 yıllık Türkiye yaşamımda?

Beşiktaş’ta da yoğun bir kalabalık vardı. Sahildeki parkta bir popçu bangır bangır konser veriyordu. Hoş, bu popçunun konserine gitmekle, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamamayı eşdeğer görenlerdenim ama olsun, eğlensin insanlar, kendilerini eğlendiren şey her ne olursa. Beşiktaş’ta dolmuş beklerken uzun zamandır yollarda görmediğim dilencilerden -pek dışarı çıkmadığımdan, dilencilerin sayısının azaldığından değil yani- bir tane gördüm, durağın arkasında. Etraftaki curcunadan bîhaber, öylece para bekliyordu. Çiselemeye başlayan yağmurdan dolayı, kabuğuna çekilen kaplumbağa gibi, kirli kabanına sarmıştı kafasını, gözünü.  İçim cız etti tabii, bir yanda en büyük bayramını kutlayan bir millet, bir yanda o bayramdan zırnık nasibini alamayan bir dilenci. Orwell kitabının sonlarına doğru berduşlardan bahsediyordu. Berduşlar ile zenginler arasındaki tek farkın para olduğunu, kalan tüm alanlarda –kültür, bilgi, girişim vs- her iki tarafın ortalamada aynı olacağını iddia ediyordu. Cesur bir iddia olduğunu söyleyebilirim ama çok da yanlış görünmüyor, özellikle İstanbul’daki zenginlerin tavırlarını ve davranışlarını gördükten sonra.

Dolmuşlar geliyordu ama dolmuş olarak geliyorlardı –Bugün de hep totolojilerden gidiyoruz. Tatilde atalet yaptım, dolmuşa da dolmuş olduğum için binemedim- . Beklerken dilencilerin toplumdaki rollerini düşündüm ve tuhaf –rahatlıkla itiraz edilebilir- bir sonuca ulaştım: Şarkıcılar, besteciler nereden para yaparlar? İnsanların biten aşklarından kalan ve sömürülmesi kolay melankolik duygulardan, patriotik marşlardan, yoksulluğun getirdiği acı dolu hayatlardan... Sırf melankoliden adını yapmış bir Sezen Aksu var bu ülkede, acıların üzerine müziğini kazık gibi dikmiş Orhan Gencebay var. Bir bakıma insanlardaki bu sömürülmeye en hazır duyguları sömürürler müzik yapanlar, besteciler, güfteciler. Biz insanlar da zevk alırız günde üç-beş defa tozumuzun alınmasından, bir türlü eskitilmesine izin verilmeyen aşkların dürtmesiyle hüzünlenmekten, gaza gelip acılarla gurur duymaktan…

Yapılan iş topluma yararlı mıdır, zararlı mıdır, bu tartışılır. Benim amacım bu değil. Beni amacım dilencilerin de farklı bir iş yapmıyor olduklarını göstermek. Kör bir dilenci –Ya da kör numarası yapan, ne fark eder ki yalancı olması. Ne yani, Küçük Emrah zavallı fakir bir çocuk mu? Sezen Aksu çok mu aşk acısı çekmiş? Orhan Gencebay gerçekten bu dünyanın batmasını isteyen bir bedbaht mı?- görme duyumuzun ne kadar önemli olduğunu anlatır bize ve göremeyen bir insana empati duymamızı sağlar. Biz bu duygusal sağaltım için o insanın önüne 1 TL koyarız. Yani ortada alınan bir hizmet vardır. İçimizdeki o sınırsız acıma hissi, düşmüşe karşı duyulan o karşılıksız merhamet duygusu, yollarda gördüğümüz dilenciler sayesinde ayakta durmayı başarır. Biz de bu insani hizmet karşılığında onlara ücretlerini veririz. Bize vicdanımızı kaybetmemeyi öğrettikleri için dilencileri, düşmüşleri, sakat kalmış acuzeleri hor görmeyiz. Bir servis vardır ve bu servisin bir ücreti vardır, tıpkı hüzünlü bir şarkıyı dinlemenin zamansal/parasal bir ederi ve duygusal bir getirisi olduğu gibi.  Bunun yanında kimimiz vermez parayı, çünkü o insan almamıştır verilen servisi, alıcıları kapalı olduğundan belki, servis doğru sunulmadığından belki de…

Bu noktadan bakınca dilenciler de amme hizmeti yapan birer memura dönüşürler. Ben bile şaşırdım geldiğim noktaya, ama olsun, değdi düşünmeye. Birbiri ardına gelen dolmuş dolmuşlardan biraz soluk alıp, durağın arkasına geçtim. Cebimdeki tüm bozuklukları -3.5 TL olduğunu tahmin ediyorum- avucuma alıp, dilencinin önündeki kutuya attım. Adam kafasını kaldırıp bana baktı, açılan ağzından yıllara meydan okuyup gelen iki dişi göründü. Belli ki teşekkür ediyordu. “Cumhuriyet Bayramın Kutlu Olsun amca” dedim gülümseyerek. Adam başını salladı, bir şey demedi ama ben anladım onu. Sesimi çıkarmadan durağa geri döndüm ve henüz dolmamış bir dolmuş gelene kadar, uzaktan, yaşlı amcayı izledim, sık sık Orwell'ın Londra sokaklarında rastladığı ve dost edindiği berduşları anımsayarak...  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder