Bu Blogda Ara

13 Kasım 2012

Türkiye'den Mektuplar 22


Bugün kendimden söz etmek istiyorum. Bunu yaparken derdim kimseye kendimi anlatmak değil, daha çok kendime kendimi anlatmak. Yazılı olmayan bir şey benim kafama girmiyor. Her ne kadar elimden geldiğimce beş duyumu kullanarak ve duyumlarımı kâğıda dökerek yazmaya özen göstersem de sonradan öğrenilen bu durum, benim, neredeyse tamamıyla “görsel” yollarla öğrenebilen bir insan olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden de kendimi yazacağım bu akşam, belki kendime sürekli tekrar ederek öğretemediğim şeyleri, yazarak öğretebilirim. Hem zaten günlerdir bir şey yazamadım.

Okuldaki işler ASLA bitmiyorlar, ASLA da bitmeyecekler. Onlar bitmeyince de ben, beni bekleyen bir sorumluluktan dolayı huzursuz oluyorum. Huzursuz olduğum bir zamanda da yazamıyorum. Yazmaya otursam okumam gereken yazılı kağıtları ya da ödevler boyunlarını büküp bakacaklar sanki, kıskanacaklar benim yalnızlığımı, zevk alarak bir şeyler yapmamı. Yok ama, bu akşam getirmedim kağıtları eve, meydan okudum işlere. Bundan sonra da getirmeyeceğim. Evdeyken öğretmen olmayacağım artık. Okunacak bu kadar çok kitap, yazılacak bu kadar çok konu varken, mesai saatlerinin dışında çalışmak yakışmıyor bana. İşlerin yoğunluğu konusuna daha sonra değineceğim ama şimdi biraz kendimden söz edeyim. Neleri sevmediğimden. En vahşi ve kızgın (en çok da kendime) halimle yazıyorum dolayısıyla yazdıklarımdan sorumlu değilim.

1. Müzik sevmem: Herkes gibi ben de dinlerim müzik –şu anda da dinliyorum-, yolda yürürken, metroda giderken, ders çalışırken; etraftaki gürültüyü bastırmak için iyi bir araçtır müzik ya da kafayı bulmak için. Yalnız ben, öyle başkaları gibi, bir şarkıyı özlemem, bir konsere gidip öyle iki-üç saat müzik dinleyemem –ya uykum gelir ya canım sıkılır, bitse de gitsem diye saniyeleri sayarım-. Benim için müzikle gürültü arasındaki tek fark ikincisinin daha çok rahatsız edici olmasıdır. Müzik biraz daha düzenlidir, periyodik bir fonksiyon gibidir, dalgalanır, ara sıra kırılmalara uğrar, tepelere çıkar, yerlerde sürünür; insanın iç dünyası gibi durağan değildir, duygu fırtınalarına gebedir… Bir de bazı şarkıların sözlerinin şiirsel olması etkiler beni. Yoksa ne saksafonun sesine aşinayımdır, ne de piyanonun tınılarına. Çalarsa dinlerim, iyi gider kitabın ya da yazının yanında. Mozart’dan Bach’ı ayırabilecek kadar müzik bilgim vardır ama ikisi de yaklaşık aynı duyguları yaşatır bana. Vivaldi’yi, Wagner’i, Rahmaninof’u severim ama bu sevgi bir kedi nankörlüğü ile ölçülebilecek kadar yüzeyseldir. Olmazlarsa hayatımın sonu gelmez, hiçbir eksiklik hissetmem, hiçbir açlık da duymam. Varsa bir yerlerde açarım, o çalar ben de işime bakarım. Müziksiz bir hayat benim için müziklisinden farksızdır. Ofiste çalışırken rock dinlerim çünkü en iyi rock müziğin tantanası bastırabiliyor ofisteki, kimi zaman benim de dahil olduğum gürültüyü. Yazarken genelde klasik dinlerim böylece şarkıların sözleri dikkatimi dağıtmaz. Yollarda radyo dinlerim, bir sonraki parçanın bilinmiyor olması işi daha zevkli hale getirir.

Müzik sevmememin bir nedeni de müzikte sevilecek şeyin ne olduğunu bilmememdir. Yani tınıları mı sever insan, ritmi mi, müzik aletinden çıkan sesi mi, o sesin yüreğinde yarattığı kıvılcımları mı, anımsadığı eski aşkları mı? Bunları ayırt edemediğim ve değerlerini anlayamadığım için de müzik benim için bir ihtiyaç değildir. Hayatım boyunca gittiğim konserlerin sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Onların da çoğu klasik müziktir. Hadi gittiğim kafede, barda birileri rock ya da jazz çalıyorsa benim de hoşuma gider bu ama oturup orada aval aval müzik dinleyemem. Ben arkadaşımla muhabbetimi ederim, arka fonda müzik çalsın.
Müzik dinlemem, müzik hakkında saatlerce yorum yapanları da anlayamam. Neyi tartıştıklarını, neyi dert edindiklerini merak ederim, çoğu zaman da kafam basmadığı için ortamdan sıvışmaya bakarım. Belki biraz müzik eğitimi alsaymışım ve nota algısı geliştirebilseydim durum farklı olurdu ama artık çok geç. Müzik de sonuçta başlı başına bir dil, bir iletişim aracı. O dilin kurallarını, harflerini, kelimelerini küçük yaşlarda öğrenmezsen bir daha çok zor öğrenirsin. Örneğin, neden Mozart büyük bir besteci olabilmiştir. Bir kere müziğin değer verildiği bir ülkede ve devirde doğuyor. Sonra babası Mozart’a her türlü müzik eğitimini çok erken yaşlarda veriyor. Küçük Mozart okuma yazma öğrenmeden, belki ikiyle ikiyi toplamadan çok çok önce notaları biliyordu, zihninde onları canlandırabiliyor, duyduğu bir tınıyı anında hafızasına aktarabiliyordu. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru ebeveyne doğmak şart dahi olmak için. Ondan sonrası da sıkı çalışma ve durmaksızın üretme. Çang May’dayken ben keman dersleri almıştım da nasıl rezil olmuştum hem kendime hem oradaki arkadaşlarıma. Ben kim, keman çalmak kim…

2. İşle/Parayla İlgili Sözlü iletişimi Sevmem: Elimden gelse tüm gün hiç konuşmasam, herkesle yazarak anlaşsam. Ne insanlarla yüz yüze konuşmayı severim ben ne de telefonda konuşmayı. Telefon çaldığında daha açmadan “bitse de kapatsam” derim içimden. Tabii ki severim dostlarla bir araya gelmeyi, kahkahalar atmayı, kafayı demlemeyi. İyi bir ortamda muhabbet etmek çok farklı bir şey. Benim kastım işyerinde, bankada, postanede, gerekli gereksiz bilumum mekanlarda konuşmak zorunda kalmak, tanımadığın insanlara durumu izah etmek.

Ofiste bazen telefon çalıyor. Normalde bölüm başkanımız açar telefonu ama kendisi ofiste olmayınca telefona o anda yakın olan kim varsa o bakıyor. Karşıdaki kişi telefondaki kişinin bölüm başkanı olmadığını anlasa bile sorar “Bölüm başkanı orda mı?”. “Kendisi burada değil” derim nazik bir dille ama aslında içimden “Ya kardeşim, bölüm başkanı burada olsaydı zaten o açardı. Açmadığına göre demek yok. Hadi kapat da işimize bakalım.” derim. Ben olsam arayan, başkasının sesini duyar duymaz, çaaat diye kapatırdım suratına. Eskiden olsa bu davranışı kaba bulurdum ama o kadar çok kabaca davranış gördüm ki son 3-4 ayda, artık hiçbir şey bana kaba gelmiyor. Ne gerek var boş muhabbete. İki taraf da rahat etsin, zamandan tasarruf sağlayalım. Ha bir de not bırakanlar var. Deli midir nedir? İnternet çağındayız beyfendiiiii/hanfendiiiiii, gönder bir elmek, okusun işte. Ne gerek var elçiye. Hem telefondan bırakılıp, kağıda yazılan mesajın karşı tarafa ulaşıp ulaşmadığını da bilemeyeceksin. Sonra bölüm başkanı gelir, notu görür/görmez, not masanın altına düşer, notun kimden geldiği ya da saati yazılmamıştır, nottaki el yazısı okunaklı değildir, notu alınca ne yapacağını bilemez ve notu yazana sorar, notu yazan da orada olmadığı için hareket gecikir…

Sanırım insanlar konuşmayı işten saymıyorlar ama yazmayı işten sayıyorlar. Benim için de tam tersi. Benim için konuşmak meşakkatli bir iş. Yazmak zevkli, kalıcı, doğrudan, öyle sesin tonuna falan ayar vermen de gerekmiyor… Verin bana klavyeyi, akşama kadar yazayım. Zaten okunup okunmamak da çok umurumda değil. Her şeyi yazayım, planlayayım, kuralları açık ve seçik hale getireyim. Konuşarak anlaşmak iletişim yöntemlerinden en etkisizi ve en çetrefillisi gibi gelir bana. Bazen düşünüyorum, yazıyı keşfeden insanlar neden yasaklamamışlar konuşmayı. Rahat ederdik işte, gereksiz bir sürü dırdırdan kurtulurduk. Dünya daha sessiz olurdu. İnsanlar gereksiz yere bir sürü boş muhabbete girmezdi.  Yazışarak hallederdik işlerimizi. İnsan yazarken daha dikkatlidir, mesajını göndermeden önce kontrol eder, yanlışları siler. Yanlış anlaşılmalardan arındırır. Hem yazılı olan kalıcıdır, dönüp bakarsın, tekrar tekrar kontrol edersin.

3. Fiziksel kataloglamaları sevmem: Bilgisayarda bir klasörün içine yüzlerce klasör, bu klasörlerin her birinin içine de yine yüzlerce klasör ve dosya koyabiliriz. Neredeyse sonsuz bir sınıflandırma yapabiliriz. İç içe girmiş dünyalar yaratabilir, çok düzenli ve anlamlı kataloglamalar yapabiliriz.  Böyle bir olanak varken, tutup da halen dosyalara kağıt sıkıştıranları, koca koca klasörlerde ders notlarını, sınavları, bilumum öğretmenlik dosyalarını saklayanları anlayamıyorum ben. Sınıflarda birer bilgisayarımız olsa da rahat rahat kullanabilsek hazırladığımız dosyaları ders esnasında. Hem kağıda yazılı olmadığı için, istediğin zaman git değiştir metni, üzerinde oyna, yanlış varsa düzelt.

4. Mekanik olabilecekken olmayan şeyleri sevmem: Ben hayatı alabildiğince mekanikleştirme taraftarıyım. Evet, tam da öyle, trim tikitak, trim tikitak… Kurallar, kullanma talimatları, son tarihler, elektronik takvimler, e-takvim yoluyla toplantıya çağırmalar, dosya paylaşım programları sayesinde pek çok kişinin aynı dosyalar üzerinde çalışabiliyor olması… Hayat zaten o mekanikleşmenin dokunamadığı yerlerden deliğini bulup, bir şekilde fışkırır havaya, bizim telaşlanmamıza gerek yok. Yani biz çok fazla bilgisayarlarla haşır neşir olunca, Türk kahvesinin tadı değişmeyecek. Yine gideceğiz öğlen yemeğinden sonra, yine içip kahvemizi, edeceğiz muhabbetimizi. Ben zaten mantı yerine doygunluk hissi veren ve bizi yeteri kadar besleyen haplar içelim, tuvaletlerimize otomatik kıç temizleyiciler koyalım, sokağa çıkıp işe gitmek yerine bizi temsil eden robotlarımızı gönderelim demiyorum. Hayatı kolaylaştıran ve insanın doğasından kaynaklanan hataları en aza indirgeyecek teknolojileri kullanalım.  

Bir şey öneriyorum, “İnsanlar bilgisayar kullanmaya o kadar alışık değiller burada” diyorlar. Alışsınlar efendim, eğer birilerinin azıcık zorlayıp bilgisayarı anlamaları işleri kolaylaştıracaksa, alışsınlar, zorlasınlar azıcık kendilerini. Biz de anamızın karnından bilgisayarla doğmadık herhalde, biz de öğrendik gayet zahmetli bir şekilde. Her türlü gelişmeye ayak diretenlere gerici derler ve aslında gericilik öyle çok da sandığımızdan uzakta değildir. Bırakalım hayat mekanikleştiği yerde mekanikleşsin. Ford arabayı bulduğunda da aynı itirazı yapmışlardı insanlar, sonra ne oldu? Var mı İstanbul’da işine at arabasıyla giden şimdi? Evinizin yanında orman bile olsa ata binip gitmeyeceksiniz, arabaya bineceksiniz ya da otobüse/metroya. Bırakın makineler, bilgisayarlar kontrol etsinler hayatımızı. Çünkü onlar kontrol ettikleri zaman kavga, dövüş olmuyor. Onlar daha iyi görüyorlar programda yaşanacak bir sorunu, onlar daha iyi algılıyorlar sonuna varılamayacak projeleri. İşimizde alabildiğine mekanik olalım, kalan vakitlerde de şiir okuyalım, saz çalıp dans edelim, spor yapalım. Ben demiyorum ki her bokumuzu elektronikleştirip, çayımıza da çip katıp içelim. Mekanikleşmenin en güzel yanı insana zaman kazandırması ve bunu yaparken kişisel/kurumsal çatışmaları minimuma indirgemesidir. İnsan mekanikleştikçe daha fazla zaman ayırabilir yaşamaya/yaratmaya. İş yerinden çıkınca, at telefonu bir köşeye, git sporunu yap, yogayla nirvanaya ulaş, sevgiline gerçek çiçekler al, kokla toprağı, sür yüzüne gözüne… Hayatı mekanikleştirmek hayatı yaşamaya engel değildir, tam tersine hayatı mekanikleştirememek hayatı yaşamaya engeldir çünkü zamanını kemirir ufak tefek şeyler, bitin pirenin hesabını yaparsın onu senin yerine yapacak makineler varken. Bırakalım yapsınlar, çalışsın makineler bizim yerimize. Ki yapıyorlar da! Her yeni nesil bir öncekine göre daha mekanik, daha teknolojiye uyumludur. Bu uyumu sağlayamayan kurumlar geride kalırlar, bir türlü de anlayamazlar neyi nerede yanlış yaptıklarını. Çırpınır dururlar oldukları yerde, daha da çabuk batarlar çamura. Bir de bu karmaşanın ceremesini alttakiler çeker. Patronlar bitmeyen işlerden, başarıyla sonuçlanmayan projelerden işçileri sorumlu tutarlar.

 5. Toplantıları sevmem: Gereklilerini de sevmem, gereksizlerini de. Toplanıyoruz, muhabbet ediyoruz, şundan bundan konuşuyoruz, ayrılıyoruz. Hiçbir şey olmuyor. Tamamıyla vakit kaybı, tamamıyla yaratıcılığa vurulan bir balta. Ben Vietnam’dayken toplantı yapmazdım. İşler çok güzel tıkırında yürürdü. Kimse de şikayetçi değildi. Öğretmenler de memnundu İstatistik dersinin gidişatından öğrenciler de. Hemen her şey alabildiğine mekanikti, öğretmenler ders notlarını hazırlamakta özgürdü. Yani öğretmen sınıf içerisinde istediği gibi dersi anlatabilirdi. Böylece onların yaratıcılıklarını engellememiş olurdum. Yalnız tüm öğrencilerin erişebildiği bir ders kitabı, yine herkesin sorularına ve çözümlerine ulaşabildiği bir alıştırma kitapçığı vardı. Benim vermem gereken kararları ben verir ve takımdaki arkadaşlara elmekle bildirirdim, her şeyin prosedürünü uzun uzun, etrafını cami ağyarını mani bir şekilde yazar, ortak klasörümüze koyardım. Soru işareti bırakmazdım ki toplantıya gerek olsun. Tek tük prosedürleri, kuralları okumayanlar bana sorarlardı ve ben de izah ederdim durumu ya da bazen izah bile etmez soru soranı doğrudan bahsi geçen kuralın olduğu sayfaya yönlendirirdim.

Pek çok toplantıda kararlar oylamayla verilmiyor dolayısıyla zaten verilmiş olan kararları dinlemek için oraya çağrılmışız. Toplantının tutanağı bir şekilde elinize ulaştırılacağı için yazmanıza da gerek yok. Diyelim bir iş için oylama gerekiyor. Bunun için de bir sürü online site var. Gidersiniz, kaydolursunuz, oylanacak soruları oraya yazarsınız, herkes adını kullanmaksızın oyunu kullanır. Bunun için toplanmanın, laklak etmenin bir anlamı var mı? Birbirimizin yüzünü de görmeyelim mi? Görmeyelim efendim, zaten görüyoruz akşama kadar, istesek de istemesek de görüyoruz. Ne gerek var hiçbir yararı olmayan etkileşimlere?

Eve iş götürmeyi sevmem: Aslına bakılırsa öğretmene, eve iş götürmesi yasaklanmalıdır. Siz hiç eve iş götüren fabrika işçisi gördünüz mü? Bizim kanun önünde ve çalışma şartları göz önüne alındığında, bir işçiden ne farkımız var. Hiçbir farkımız yok -gurur duymalıyız bu farksızlıktan- aslında, boynumuza taktığımız kıravattan başka. Eğer bir öğretmen mesai saatleri içinde kendisine verilen işleri yapamıyorsa –ki bu içler acısı bir durumdur çünkü aynı öğretmenden bir de kendisini geliştirmesi ve yaratıcı olması beklenir-, ya verilen işlerin miktarında bir sorun vardır ya da öğretmen ortalama bir insandan çok yavaş çalışıyordur. Sonuçta memurlar gibi belli mesai saatleri dahilinde çalışan insanlarız. Vietnam’dayken haftada 40 saat çalışma yükümlülüğümüz vardı. Dolayısıyla dersim yoksa okula 9’da ya da 10’da gidebilirdim. Yine aynı şekilde sınav kağıdı okuyacaksam, akşam 10’a, 11’e kadar okulda kalabilirdim. Çalışma saatleri rahat olunca, insanın eve iş götürmesinde mantıksal olarak bir sorun yok. Önemli olan işin yapılması ve kurumun işlevselliğini yerine getiriyor olması. Gelelim şimdiki okuluma. Tamam, burası bir lise ve durum çok farklı. Mesai saatlerimiz sabah 7:45’den akşam 5’e kadar. Ama bu saatler dahilinde bizden beklenen işlerin bitmesi olanaksız. Böyle olunca da bazı öğretmenler eve iş götürüyorlar. Onları gören diğerleri de arkada kalmamak için aynı şeyi yapıyorlar. Sonunda da anormal olan eve iş götürme eylemi normal oluveriyor ve eve iş götürmeyi reddedenler yanlış bir şey yapıyorlarmış gibi bir zan altında bırakılıyorlar.

Böyle bir kurumda yapılması gereken ilk şey yöneticilerin, öğretmenlerin sorumluluklarını gözden geçirmeleridir. Bir öğretmenden haftada beklenen kağıt okuma, sınav yazma, ders anlatma, nöbet tutma gibi görevlerin ne kadar zaman tutacağı, öğretmenin lehine olacak bir duyarlılıkla hesaplanmalıdır ve ardından en gereksiz olanlar öğretmenin omuzlarından alınmalıdır. Ancak böyle bir şey yapıldıktan sonra, öğretmen yaratıcı olmak için vakit bulacaktır. Bütün samimiyetimle yazıyorum, yaratıcılık için gerekli ilk şeylerden birisi “başarısız olabilme lüksüne sahip olmaktır”. Bu yoksa insan yaratıcılığı deneyemez, böyle bir deney için gerekli cesareti kendinde bulamaz.  Sabahtan akşama kadar bir saniyesi bile boş olmayan –öyle ki artık yemeği bile alelacele yiyip, hemen masamın başına dönüyorum kalan işleri bitirmeye-  bir insan nasıl olur da derste yaratıcı örnekler verebilir, nasıl olur da kendisine “ne yapayım da öğrencilerin ilgisini çekebilecek bir ders anlatayım” sorusunu sorar? Gerçi bunu düşünmesine gerek yoktur çünkü bir makine gibi elimize tutuşturulan ders notlarını öğretmemiz istenir bizden, tek bir kelimeyi es geçmeden, tek bir soruyu atlamadan, bana göre hiç de anlamı olmayan yüzlerce birbirinden karışık örneği çözerek, öğretmenlik yapmamız istenir. Bunları yaparken, bir maraton koşucusu gibi durmaksızın yol alırız. Her şeye rağmen zaman yine yetmez çünkü öğrenciler en akla gelmez bahanelerle dersten alınırlar, geride kalırlar. Biz onlara okuldan sonra bizleri görmelerini isteriz, kimisi gelir, kimisi eker.

Bir de bu zamansızlığın üzerine, yöneticilerin bilgisizliği ve egoizmi eklenince, öğretmenin omuzlarına bir yük daha biniyor. Sanki o iletişim hatalarını, yanlış toplantı saatlerini, zırt pırt değişen etkinlik planlarını, hiç de işlevsel olmayan iletişim sistemini kendisi yapmış gibi yükün altına girer ve nihayetinde ezilir, küçülür, hiçbir işe yaramayan, sadece kağıda yazılı olanları tekrarlayan, kendisinden istenileni minimum yaratıcılıkla yapan bir robotcuğa dönüşür. Asıl mekanikleşmesi gereken şeyler ihmal edildikleri için öğretmenin dersteki en önemli –öğrenciye en fazla etkide bulunabileceği, kendinden bir şeyler verebileceği-  saatleri mekanik bir anlatıma dönüşür. Sıkıcı, tekdüze bir ders, içinde öğretmenin kişiliğinin/kişisel tarihinin/kişisel birikiminin olmadığı hilkat garibesi bir makine kalır geriye.

Çok şey yazılabilir bu konularda ama daha önce de yazdığım gibi benim bunları burada yazmış olmam hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Sırf kızgınlığım geçsin, içimde kalmasın diye yazıyorum. Bir yerlerde, birilerinin yüzüne patlamaktan çok daha iyidir burada yazmak ve boşalmak.  O yüzden daha derine girsem de, sorunları sosyal ya da psikolojik açıdan incelesem de değişen bir şey olmayacak. Belki gereksiz yere vaktimi harcamış olacağım.  Onu da ben pek istemiyorum. Belki ileride, bu okuldan ayrıldıktan sonra, bu okulda geçirdiğim acı tatlı günler üzerine bir kitap çıkarırım. Onu da zaman gösterecek. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder