Bu Blogda Ara

25 Kasım 2012

ÖĞRENMENLER GÜNÜ


                                                    ÖĞRENMENLER GÜNÜ

Bugün öğretmenler günü, yani eğitimin ve öğretimin toplum ve gelecek açısından tartışılacağı, geleceği inşa edecek nesillerin sahip olması gereken vasıflarının masaya yatırılacağı, eğitimin sorunlarının sansürsüz ve makyajsız bir şekilde enine boyuna ele alınacağı gün. Böyle bir günün önemini anlatmaya başlamadan önce, eğitimin 21. Yüzyıl dünyasında ne anlama geldiğini anlamamız ve bu anlayışın bize vereceği olası aydınlanma sayesinde yol haritamızı çizmemiz gerekir.

Eskiden eğitim, bir çocuğu/genci terbiye etmek ve fiziksel olarak olanakların sınırlı olduğu bir yerde ona olası en fazla bilgiyi vermek olarak tanımlanırdı. Öğrenci derse girer, öğretmenini dinler, itiraz etmeksizin duyduklarını ezberler ya da zorla da olsa kanıksar ve sürecin sonunda verilen bir sınavı geçip, diplomasına kavuşur. Bu tanımda öğretmen dolu bir sürahiye, öğrenci ise boş bir bardağa benzetilebilir. Öğretmen bardağı doldurur, kendinde olup öğrencide olmayanı öğrenciye aktarır.

Oysa günümüzde eğitim, en azından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, farklı bir tanımlamanın sınırları içerisinde algılanıyor. Artık ne öğretmen dolu bir sürahi, ne öğrenci boş bir bardak olarak algılanmaktalar. Öğretmen yaptığı işin her aşamasında yeni şeyler öğrenir, dolayısıyla aynı zamanda bir “öğrenmendir”. Öğrenci de boş değildir sınıfa girdiğinde, bir birikimi vardır, bir karakteri vardır, bildiklerinin üzerine inşa edebileceği şeyler vardır. Öğrenci olduğu kadar hem öğrenmenine hem de sınıftaki diğer arkadaşlarına karşı “öğretcidir” de. Öğrenci okula bir şeyler öğrenmek için değil, bir şeyler öğrenmeye hazır hale gelmek için gelmelidir. Yani, öğretmenin görevi öğrenciye bilgi vermek değil, öğrenciyi bilgi almaya hazır hale getirmek ve onu bilgi “talep” eden bir “talebe” haline getirmektir. Bilgiyi arayıp bulacağı ilk yer tabii ki okuldur ama öğrencinin, bilginin sınırsızlığının farkına varacağı yer de okuldan başka bir yer değildir.

Öğretmenin görevi, sınıfın karşısına geçip, öğrenciye bilgi vermek, doğruyu dayatmak ya da ahlakın değişmez kurallarını anlatmak değildir. Öğretmenin görevi, öğrencinin bilgiye ulaşmasını sağlamak ve bu süreç sırasında olası vakit kaybını en aza indirmektir. Dik üçgeninin en uzun kenarının uzunluğunun karesinin diğer iki kenarın uzunluklarının karelerinin toplamına eşit olduğunu, öğretmenin yol gösterici yönergeleriyle, öğrenci kendisi keşfetmelidir. Bu sonuca ulaşmak kimi zaman birkaç saat alabilir ama sonuçta öğrenci keşfetmenin tadına varacaktır. Pisagor’u, işi gücü karmaşık matematiksel kuramlar üreten bir dahi olarak değil de kendisi gibi düşünen bir insan olarak görecektir. Hepsinin ötesinde, öğrenci neyi neden yaptığını anlayacak ve yapmış olduğu keşfin verdiği zevkle yeni keşiflere yelken açmak isteyecektir. Kısacası matematiği ve matematiksel bilgi edinim yöntemini içselleştirecek, onu sevecek ve hayatın farklı alanlarında matematiksel düşünceyi severek kullanacaktır.

Günümüzde “öğrenci merkezli eğitim” denilen bu akım aslında Sokrat’tan beri bildiğimiz bir yöntemin günümüze uyarlanmış halidir. Eflatun’un diyaloglarından birinde Sokrat bir öğrenciye karenin alanının iki kenarının uzunluklarının çarpılmasıyla bulunduğunu öğretir. Yalnız bunu öğretirken yaptığı tek şey soru sormak ve her sorudan sonra öğrencinin teyidini almaktır. Sonunda öğrenci karenin alanını nasıl hesaplayacağını öğrenir. Sokrat ise (aslında Eflatun) işin yönteminde takılmıştır. Öğrenciye sorar “Şimdi ben sana yeni bir şey öğrettim mi?”. Öğrenci “Hayır” der. Eflatun’un “Matematik bir hatırlamadır” sözüne çok güzel bir açıklama olabilecek bu diyalog aynı zamanda günümüzün eğitim anlayışına da ciddi bir yakınlık arz eder.

Kısaca özetlemek gerekirse, öğretmen öğrencinin öğrenmesine yardımcı olan bir etkinlik düzenleyicidir (facilitator). Ortamı hazırlar, öğrencinin olası sorularının yanıtlarını kullanıma hazır hale getirir, öğrenciyi soru sordurmaya teşvik eder. Böylece öğrenci öğretmeni karanlığı aydınlatan bir fener olarak değil, karanlık yollara konmuş işaretleri gözden kaçırmamasını sağlayan bir iç ses olarak algılar. İşaretleri söylemez öğretmen, “Şunu yap, bunu yap” demez, elinden geldiğince geri planda kalıp, öğrenciyi aktif hale getirmeye çalışır. Kolay gibi görünen bu yöntem aslında aktif ders anlatmaktan daha zor ve yorucudur. Ayrıca daha çok entelektüel birikim ve öngörü gerektirir. Öğretmen öğrenciyi tanımalı, öğrencinin bilişsel birikiminin ve entelektüel yeteneklerinin düzeyine vakıf olmalıdır.  

Gelelim günümüzde Türkiye’de uygulanan sisteme. Maalesef yukarıda anlattığım ideal yöntemlerden çok uzak bir noktadayız Türkiye’de. Başbakan dershaneleri kapatma tehdidini bir takım çevrelere savuradursun, okulların birer dershaneye dönüşmüş olması gerçeği, alabildiğine acı verici, alabildiğine gerçektir. Hem okullar dershanelere dönüştükten sonra, yani eğitimin can damarı olan ulusal eğitim sistemi, dershaneci bir sisteme indirgendikten sonra, hükümet isterse kapatsın dershaneleri, bir değişiklik olmayacaktır ülkenin yakın geleceğinde.

İngilizcede örgün eğitim kurumlarında çalışan eğitmenlerle, öğrencileri bir takım sınavlara hazırlayan kurumlarda çalışanları ayıran kelimeler vardır. Örgün eğitim kurumlarında çalışanlara “teacher” denirken, öğrencileri sınavlara hazırlayanlara “tutor” denilir. Batıda bu ayırımın ciddi bir ontolojik anlamı vardır. “Teacher”ın görevi bilgiyi öğretmek;  nedeniyle, nasılıyla işlemek ve öğrenciyi bilgiye aşina kılmaktır. “Teacher” öğrencinin akademik gelişimi kadar onun sosyal ve ahlaki gelişimini de gözlemler, kayıt altında tutar ve gerekirse, uzmanların da desteğiyle, sürece müdahale eder. “Teacher” bilim ve matematik sevgisini aşılamakla yükümlüdür, bilime ve bilimsel düşünceye saygılı olmak zorundadır, bilimsel yöntemi tek bilgi edinme yöntemi olarak kabul etmelidir.

Oysa “tutor”un böyle bir sorumluluğu yoktur. “Tutor” sınavda çıkabilecek soru türlerine odaklanır, o türde soruları öğrencinin nasıl en çabuk ve en doğru biçimde çözebileceği üzerine kafa yorar. Hedef bilgi vermek ya da bilim sevgisi aşılamak değildir. Hedef bir sınavı geçmek ve sonuçta istenilen bir üst okula gitmektir. Durum bu olunca “tutor” ile “teacher” arasındaki ontolojik fark kapanmayacak bir uçurum olarak algılanabilir. Birincisi alabildiğine pragmatist ve işlevseldir, diğeri kuramsal ve idealist.

Yukarıda da yazdığım gibi, günümüzde okullarımız birer dershane havasında idare ediliyorlar. Özellikle özel okulların başarıları, üniversiteye gönderebildikleri öğrenci sayısıyla ölçüldüğü için, durum daha bir içler acısı hale geliyor. Laboratuvarda deney yapıp öğrenciye yerçekimi ivmesini ölçtürmenin ne gereği var, 10 m/s2 olarak kabul edelim yeter. Öğrenci bir kere bile kimya laboratuvarına girmeden bitirebilir liseyi. Dört sene boyunca kimya dersi alır ama derslerde sürekli sözü edilen moleküller, bileşimler, asitler, bazlar; üç-beş harfin yan yana gelip, sağlarına sollarına birkaç sayı kabul ettikleri soyut nesneler olarak kalırlar zihinlerde. Hayatında hiç asit görmez, hiç baz da görmez. Limonun asidik, sabunun bazik olduğunu da, eğer şanslıysa ve bir şekilde bilime merak sarabilmişse, çok sonraları okuduğu kitaplardan öğrenir.

Durum böyle olunca insan durup düşünmeden edemiyor: Neyin öğretmenler gününü kutluyoruz? Eğitim sistemimizin hal-i pür melali gözlerimizin önünde. Bir de bunun yanında okulsuz köylerimiz, okulsuz öğretmenlerimiz, öğretmensiz okullarımız varken, nasıl oluyor da insanlar öğretmenlerin gününden bahsedebiliyorlar?  Öyle okul girişi öğretmenlere bir çiçek vererek, öyle okulun “herkes” butonundan tüm çalışanlara “Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun” mesajları atarak mutlu olmuyor öğretmenler maalesef. Bu ülkede sınıfında bıçaklanıp öldürülen öğretmenler var, bu ülkede kaçırılıp günlerce ailelerinden uzak tutulan öğretmenler var, bu ülkede bir şeyler değiştirmek istediği halde sürekli bürokrasinin kalın duvarına çarpan, azarlanan, haddi bildirilen, aptal yerine konan öğretmenler var. Beş yıldızlı otellerde akşam yemekleri verip, kürsüye çıkıp, vatan-millet-gelecek tekerlemelerini sittin kere tekrar ederek, öğretmenlerin günü gün olmuyor maalesef… 

Son olarak da saygı sorununa değinmek istiyorum. Ben hiçbir mesleğin bir diğerinden daha üstün ya da daha fazla saygıyı hak ettiğini düşünmüyorum. Dolayısıyla öğretmenler de bir marangoz ustasından ya da bir manavdan daha fazla saygı hak etmezler. İlla bir saygı görecekse bu saygıyı kazanmalıdır öğretmen. Öğrencinin gözünde yükselerek, öğrencinin kalbini kazanarak, öğrenciye kendini sevdirerek yapar bunu. Yapamazsa da sorun değildir zaten. Yani öğrenme işlemi, öğrenci öğretmene saygı duymasa da gerçekleşir. Nasıl ki lokantada karnımızı doyurmamız için garsona şekilci bir saygı gösterisinde bulunmuyoruz –bu garsonun emeğine saygı duymadığımız anlamına gelmez-, nasıl ki bindiğimiz otobüsün şoförünün önünde ceketimizi iliklemiyoruz, aynı şekilde öğretmenin karşısında da olduğumuzdan farklı görünmemiz gerekmez. Bir insan, işini yapan bir görevli, ne kadar saygıyı hak ediyorsa o da o kadar saygı hak ediyordur etrafından. Öğrenci bu kadarını bile anlasa, yani “karşısında işini yapmak isteyen bir insan var ve sırf insan olduğu için saygıyı hak ediyor” düşüncesine kendisini alıştırsa, aslında o tuhaf saygı güzellemelerine de gerek kalmayacak ve eğitim gereksiz kutuplaşmalardan uzak bir şekilde, kendi varlığını ikame edebilecektir.

Bu şekilci saygı kültüründen kurtulduğumuz gün, öğretmenler gününe de gerek kalmayacaktır. Tıpkı diğer emekçiler gibi, öğretmenler de 1 Mayıs’ta meydanlara çıkıp, baharın ılık güneşi altında şarkılar söyleyip, işçinin bayramını kutlarlar. Nihayetinde öğretmenler de birer işçidir, hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak elini taşın altına koyan bir işçidir. Onun bayramı da diğer emekçilerin bayramıyla aynı gündür. Özel günler üretip, gereksiz taltifler ve tezyinlerle alay edileceklerine, en azından gerçekle yüzleşmiş olurlar.   
                                                                                              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder