Bu Blogda Ara

24 Ekim 2012

Türkiye'den Mektuplar 20


Bir yerde okumuştum, dünyadaki sorunların pek çoğunun –belki de hepsinin- iletişimsizlikten kaynaklandığını. İletişimsizlik; yanlış iletişim, eksik iletişim, iletişim araçlarının işlevsel olmamaları ya da işlevlerine uygun kullanılmamaları gibi yan kollara da ayrılabilir. Bir iletişim mühendisi olmadığım için ve bu konuda tek bir kitap bile okumadığım için konuya bodoslama dalacağım ve salt kendi deneyimlerime göre bir sınıflandırmaya girişeceğim. Kısa başlıklar altında incelersek şöyle bir liste çıkarabiliriz iletişimsizliğin çeşitliliği üzerine:

1. Eksik İletişim: İletenin iletilene eksik bilgi vermesi ve buna rağmen iletilenden tam iş beklemesidir. Yapılması gerekenler a, b ve c iken gönderilen iletide ya da takip edilmesi istenen emirde sadece a ve c geçer. Dolayısıyla iletilen kişi işi tamamlayamaz. Eksik iletişim eksik işi doğurur. Bu da zaman kaybını ve gereksiz stresi getirir.

2.  Yanlış İletişim: İletenin iletilene yanlış bilgi vermesi ve buna rağmen iletilenden doğru işi beklemesidir. Yapılması gereken iş “a” iken, gönderilen iletide ya da takip edilmesi istenen emirde “b” işi tarif edilmiştir. Bu durum, yanlış işin yapılmasına yol açar. Yine gereksiz zaman kaybı kaçınılmazdır.

3. İletinin Muhatabını Bulamaması: Bu üç farklı şekilde olabilir.

a. İleti gereğinden fazla kişiye gönderilebilir: Bu durumda iletiyle ilgisi olmayanlar gereksiz yere vakit kaybederler. Sürekli devam eden benzer durumlarda aynı kişiden gelen iletilere karşı bir ilgisizlik doğabilir. Bu ise ileride gönderilmesi muhtemel gerekli bir iletinin kaçırılmasına neden olabilir.  

b. İleti gereğinden az kişiye gönderilir: Bu durumda toplantıya katılması gereken kişi toplantının varlığından haberdar olamaz, metnin içeriğine katkıda bulunabilecek kişi es geçilir.

c. İleti tamamıyla yanlış kişilere gönderilir: Bu durum çabucak fark edilecek bir sorundur. Basit bir özürle çabucak telafi edilebilir. Yalnız,  özrün ve telafinin geciktiği durumlarda bilgi kirliliği ve kısa süreli kaos ortaya çıkabilir.

4. İletişim Araçlarıyla İlgili Sorunlar: Bunu da dört ana kategoride inceleyebiliriz.

a. İşlevsel olamayan teknik altyapının kullanılması: Bir çalışıp, bir çalışmayan bozuk bir sistemle iletişim kurmaktır. İleti gönderilir ama karşı tarafın alıp almadığından emin olunamaz. Sistem sürekli arıza veriyorsa doğru iletişimin, doğru zamanda yapılıyor olduğundan asla emin olamazsınız.

b. İletenin ve iletilenin teknik bilgiden yoksun olması: İletenin ya da iletilenin mevcut iletişim araçlarını yetkin bir şekilde kullanamaması ya da kullanmamak için bahaneler uydurmasıdır. Örneğin, bir toplantı duyurusu için sıradan bir elmek (e-posta) yerine elektronik takvim kullanmak gereklidir. Böylece kimlerin katılacağını, kimlerin katılmayacağını ve kimlerin iletiyi görmediğini anlayabilirsiniz. Elektronik iletişim araçlarını doğru ve verimli bir şekilde kullanmak için de kurumların çalışanlarına eğitim vermeleri zorunludur.

c.  Kabul görmüş ortak bir iletişim ortamının oluşmamış olması: İletenin ve iletilenin aynı iletişim ortamında buluşamamaları durumudur. Birisi elektronik takvimi kullanırken, diğeri elmekle yetinir. Biri dosya paylaşım programlarıyla işleri yürütürken diğeri yazılan her şeyi yazıcıdan çıkarıp üzerinde çalışma yanlısıdır. Ortak bir payda olmadığı için de iletişim sık sık kesintiye uğrayabilir.

d. İletişim aracının yanlış seçilmesi: Bu; yüz yüze sözlü, telefonda sözlü, kağıda yazılı, ekrana yazılı ve benzeri iletişim ortamlarının yanlış yerlerde –doğru içeriğe sahip olsalar da- kullanılmalarının bir sonucudur. Örneğin, toplantı tutanakları elmekle herkese gönderilebilir ya da ortak bir paylaşım klasöründe saklanabilir. Özellikle, toplantılarda alınan kararlar kesinlikle yazılı bir şekilde herkese iletilmelidir. Sözlü iletişim, iletişim yöntemlerinin en verimsiz olanıdır çünkü insan unutur, savsaklar, başka şeylere takılır. Yazılı iletişim mümkün olduğunca sözlü iletişime tercih edilmelidir. Hadi eskiden mürekkep israfı, kâğıt israfı derdik. Artık o bahane de kalmadı. Bilgisayarlar zaten sabahtan akşama kadar açık. İnternete de bağlıyız tüm gün. Kullanalım işte bilgisayarları, yazalım her şeyi, insanın unutmasına giden yolları tıkayalım.

Doğru iletişim verimi arttırır, yanlış anlaşılmaları ve pürüzleri en aza indirir. Bunun yanında iletişimsizlik kısa erimde zaman kaybına, uzun erimde strese ve kişiler arası sürtüşmelere yol açar. Bunun yanında iletişimsizlik amir-memur arasındaki zaten adaletsiz olarak dağıtılan dengeyi iyice amirin tarafına çevirir. İletişimsizlik nedeniyle bir iş yapılamayınca ya da yanlış yapılınca fırçayı memur yer. Yine aynı amirler, iletişim araçlarını doğru kullanmayı beceremedikleri için memurlara durduk yere sorumluluklar yüklerler. Kendilerini muaf tuttukları o iletişim araçları memurlar için bir kâbusa dönüşebilir, özellikle de eğer amir plansız programsız birisiyse. Böyle bir durumda, amir, otoritesini kullanarak, iletişimsizlikten doğan açığı kapatmaya çalışır. Dolayısıyla var olan iletişimsizlik sorunu, memurların verimsizliği adıyla anılır ve asla çözülemez.

Bu kısa iletişim seminerinden sonra şimdi asıl konuya başlayabilirim. Başta da dediğim gibi iletişim konusunda uzman değilim –aslında hiçbir konuda uzman değilim ben- ve yazdıklarım / yazacaklarım tamamıyla kişisel deneyimlerimin birer sonucu. Bir profesyonel iletişimci çıkar da “Yok kardeşim, öyle değil de böyle.” derse, o insanın elini öper başıma korum, dediklerine göre de bu yazıyı tekrar düzenlerim.

Geçen hafta Pazartesi günü Fatih’teki İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesine gitmiştik. Amacımız J’ye ikametgah tezkeresi almak ve böylece onun da tıpkı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi genel vatandaşlık hizmetlerinden faydalanmasını sağlamak. Bunun için, Türkiye’ye gelir gelmez internetten başvuru yapmış, Temmuz ayının başında yaptığımız başvuru için Ekim ayının ortası için randevu almıştık. Bu randevu o kadar resmiydi ki J’nin vizesi bitmiş olacak olsa da randevu tarihine dayanarak Türkiye’de kalabilecekti. Bana kalırsa saçma ve su-i istimale açık bir durum. Yıllarca yurt dışında “çalışma izni”yle yaşamış birisi için pasaportta vizenin dolum tarihi olmadan o ülkede kalıyor olmak saçma göründü bana. Öyle ya da böyle, burası Türkiye ve işler bu şekilde yapılıyor.

Randevumuz saat 3:30’daydı. Benim kafamda canlandırdığım sahne şu şekildeydi. Geniş bir kapıdan içeri gireceğiz, randevu saatim geldiğinde bir odaya çağrılacağız. Bizden istenen belgeleri teslim edeceğiz. Polis memurları bana ve J’ye bazı sorular soracak. Onları yanıtlayacağız. Bizim yalan söylediğimizden emin olacaklar. Parayı yatıracağız ve iki hafta sonra tezkereyi teslim almak için geri gelmek üzere yabancılar şubesinden ayrılıp, mutlu bir şekilde eve gideceğiz. Ben bu kadar naif, bu kadar hayal dünyasında yaşadığım için de saat 1:30 gibi Sultan Ahmet’de bir süreliğine durup, vakit öldürüyoruz. Ne de olsa randevu saatimize daha iki saat var, ne de olsa bizden istenen –randevu aldığımızda ekranda görünen dört belge- evrakın tamamı elimizde. Ne yanlış gidebilir ki? Hem sistem tamamıyla elektronikleştirilmiş, sırası gelen girecek. Kavga yok, açıkgözlülük yok, gittiğimiz yerde sıraya girmemize bile gerek yok. Ne de olsa sıra numaramız var!

Sultan Ahmet’de biraz oyalandıktan ve kedilerin, köpeklerin, dikili taşların, kuşların, turistlerin fotoğraflarını çektikten sonra tramvaya binip tekrar çıktık yola. Randevu saatimizden önce gelmiştik. Olsun, erken gelmek geç gelmekten iyidir. Bildik güvenlik tedbirlerini geçtikten sonra, her yönüyle dev bir binaya girdik. Bina tadilat aşamasındaydı. Her tarafından bir şeyler dökülüyordu, bir yanda iş makineleri, bir yanda boyacılar, tuğlacılar… Neyse dedik, görüntünün ne önemi var. Dış cephesine bakarak almayacağız ya tezkereyi. Binanın içi serindi ama giriş kattaki fotokopi ve vezne bölümlerinin önlerinde uzun kuyruklar vardı. Bir kat yukarı çıktık. Merdivenlerin bittiği yerdeki danışma kulübesinin yanında boya tenekeleri ve çuvallar vardı. Hiç kimseye bir şey sormadan danışmanın önündeki sıraya girdim.

Sırada beklerken insanları dinleme fırsatını bulmuştum. Etraftakilerin pek azı Türkçe konuşuyordu. Onlar da burada çalışan memurlar ya da Orta Asya ülkelerinden gelen Türki göçmenler. Kulağıma en sık gelen ikinci dil Rusçaydı. Bir de Farsça ve Arapça vardı, çarşaflı kadınların ve sakallı adamların konuştuğu. Sıra bana gelince, elimdeki randevu kağıdını uzattım memura. O kağıttaki numaraya ve saate baktı. Birkaç saniye aradaki diğer belgelere baktıktan sonra bana “Tamam, şu ileriki koridora gidin, bekleyin.” dedi.

“Tamam” dedik ve gittik bize gösterilen koridora. Dar, penceresiz bir koridordu burası. Beyaz duvarlar kirli ya da nemden dolayı pürtüklü hale gelmiş. Tavandan gelen beyaz ışık oldukça yetersiz, zaten mutsuz olan yüzleri gereğinden fazla mutsuz gösteriyor. İçeride kesif bir “çiş” kokusu var. Evet, bildiğiniz çiş kokuyor mekân. Belki koridorun sonundaki tuvaletten geliyor koku ya da başka türlü bir tuvalet sistemi arızasından. Koridorun her iki tarafına oturmuş insanlar var. Her milletten insan, yüzleri bıkkın ve yorgun, bacakları oturaklardan kalan ince şeriti kapatacak kadar gerilmiş, kollar vazgeçmiş tutunmaktan. “Bitse de gitsek” türünden bir yakınma var gözlerinde… Bu sahneyi görünce afallıyorum. Acaba kaç saattir bekliyorlar bu koridorda. Belki de sabah geldiler ve belgelerini danışmaya teslim edip buraya geldiler. Sabahtan beri de buradalar. Koridorda oturacak yer yok. Ayaklardan kalan ince şeritte dikkatlice yürüyüp, koridorun sonundaki geniş bekleme salonuna giriyorum. Burada da benzer yüzlü insanlar var ama en azından bu odada bir pencere var. Dışarıdan inşaat sesi geliyor, pencerenin önünde ellerinde spatula iki işçi şakalaşıyorlar.

Oturuyorum oturakların birisine, J de yanıma oturuyor. Yarım saat bir şey yapmadan bekliyoruz. Oda koridor kadar sıcak değil ama yine de dışarıya kıyasla azımsanmayacak bir sıcak var odada. Bir ara danışmaya gidip, tekrar sıraya giriyorum. Sıram gelince soruyorum memur beye “Bize koridorda bekleyin dediniz ama ne yapacağız orada? Bizi çağıracak mısınız? Ayrıca nerede bekleyelim? Koridorda mı odada mı?” Memur bana bakıyor ve “Koridorda bekleyin beyefendi, çağıracağız biz sizi!”diyor. Ben de tıpış tıpış gidiyorum odanın koridorun tam karşısında yer alan oturağına. On-on beş dakika daha bekledikten sonra bir memur gelip bir sürü adla birlikte her adın ardından bir rakam okuyor. J’nin adı okunuyor, ardından da sayısı geliyor: 13

Hemen 13 numaralı vezneye gidiyoruz ama orada da ayrı bir sıra var –ne zaman geldi bunlar-. Zaten vezne ile veznenin karşısındaki duvar arasındaki mesafe bir insanı alabilecek genişlikte. Dolayısıyla kimin hangi vezne için beklediğini anlamak zor. Tıkış pıkış araya sığışıyoruz. Saat 4’e geliyor. Veznelerin üzerlerinde sıra numarasını gösterecek elektronik bir sayaç var ama sayaçların hiçbirisi çalışmıyor. Benzer bir durumu ehliyet almak için gittiğim Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’nde de görmüştüm. Hadi orası sadece biz Türkiyelilerin gittiği bir yerdi ama bari yabancıların sürekli gelip gittiği bir yeri insan düzenli ve temiz yapardı.  Hani o çok övündüğümüz Türk misafirperverliği? Ülkemize gelen yabancıları bu çiş kokan, daracık koridorlarda mı karşılayacağız? Tabii, bunlar ülkeye para bırakıp giden turistler değiller. Bunlar burada çalışmak zorunda olan ya da eş durumuyla / öğrencilik yüzünden Türkiye’de yaşamak zorunda kalan insanlar. Ne gerek var bu insanlara güler yüz göstermeye, onlara nezih ve tertipli bir mekân sunmaya?

Önümüzdeki adam ya Rusyalı ya da Kafkasyalı. Sert, kütüğü andıran, kış gibi bir aksanı var. Çok da atarlı ve sinirli. Kendi kendine sürekli konuşuyor ama bir şeylere ya da birilerine kızdığı belli. En sonunda beklenen oluyor ve kavga etmeye başlıyor, polis buna Türkçe bağırıyor, bu kıt Türkçesiyle bir şeyler söylüyor ama kimse anlamayınca Rusça bağırmaya başlıyor. Elindeki kâğıtları da veznenin penceresinden içeriye atıp sıradan ayrılıyor. Sonradan ben işlemlerimi halletmeye çalışırken bu adam geri geliyor ve kâğıtlarını alıyor. Ne yapacak başka? Bu polis memurlarına muhtacız hepimiz! Anamıza da sövseler, görünüşümüze bakıp bize zorluk da çıkarsalar elimizden gelen bir şey olacağını sanmıyorum. Emniyet binasının içindesin. Kargaşa çıkarırsan seni koyacakları bir kodes bulmakta zorlanmayacaklardır. Tükürdüğünü yalamaktan başka çaren var mı? Ben daha işimi bitirmeden bir daha geliyor. Bir makbuz veriyor. Bu sırada karşıdaki kadın polis memurunun buna doğru attığı kâğıda sinirlenip bir daha kavga çıkarıyor. Kadını saygısızlıkla suçluyor. Kimsenin anlamadığı küfürler ede ede, ip gibi uzun ve dar şeritte, insanlara çarpa çarpa –ne gıcık bir durum, sinirliyken dokunmak ve dokunulmak istemez insan oysa- odadan çıkıyor.

Gelelim benim işlemlere. Veriyorum belgeleri, bir süre bekliyorum. Karşımdaki iki memur da işi pek bilmiyorlar, amirlerini bekliyorlar. Bir süre sonra amir geliyor. O da belgelere tek tek bakıyor. Sonra o içeride koltuğuna oturmuş bir halde, ben kafamı vezne deliğine doğru eğmiş bir vaziyette konuşmaya başlıyoruz:

-Siz evli misiniz?
-Evet.
-Eşiniz nereli?
-Taylandlı
-Nerede tanıştınız?
-Tayland’da
-Tayland’a neden gittiniz?
-Çalıştım orada ben, altı yıl. Eşim ve ben aynı okulda öğretmendik.
-Ne öğretmenisiniz?
-Matematik
-Eşiniz de mi öğretmen?
-Evet, ama şimdilik çalışmıyor. Sadece Türkçe öğreniyor.
-Hani evlilik cüzdanınız nerede?
-Evlilik cüzdanımız yok, Türkiye’de hiç olmadı. Başvurmak için gittik, önce ikametgâh tezkeresi alın dediler.
- Peki ben sizin evli olduğunuzu nasıl bileceğim?
- Tayland’dan aldığımız bir evlilik belgesi var, Tayca ve İngilizce. İngilizcesi tasdikli.
-Nerede o?
-Evde
-Neden getirmediniz?
-Randevu aldığımızda buraya gelirken getirmemiz gereken belgelerin listesi ekranda belirmişti. Bakın bu kâğıtta da yazıyor bu belgeler. Bunların hepsini getirdik. Burada evlilik belgesi yazılmamış.
-Olmaz öyle şey, evlilik belgesini Türkçeye çevirtin noterden onaylatın. Yarın sabah bir daha gelin.
- Yarın gelemem. Bakın listede geçen tüm belgeleri getirdim. Nereden bilebilirim listede olmayan bir belgeyi isteyeceğinizi?
-Onu ben bilemem beyefendi. O belge olmadan işinizi halledemeyiz.
-Ama bu saçmalık değil mi? Madem öyle neden yazmadınız istenen belgeler listesine.
-Beyefendi, gidin şikâyet edin çok istiyorsanız. Yarın evlilik belgesini getirirseniz işinizi yaparız. Sonuç odaklı çalışalım. Ben size çözümü öneriyorum. Bundan başka çözümü de yok bu işin.
-İyi tamam, ama yarın gelemem. Çalışıyorum ve evim buraya çok uzak. En erken Cuma günü, öğleden sonra gelebilirim.
-İyi o zaman, Cuma günü öğleden sonra gelin.
-Bu arada eşimin vizesinin tarihi geçti, bir sorun olmaz değil mi?
-Olmaz. Benim size geri verdiğim randevu kâğıdında imzam ve yapmanız gerekenler var. Birileri sorarsa o kâğıdı gösterirsiniz.
-Tamam.

İşte böyle. Yabancılar şubesindeki ilk maceramız bu şekilde sonlandı. Bu noktadan sonra iletişimsizliğe neden bu kadar taktığım anlaşılmıştır herhalde. Eksik bilgi içeren (1. madde) iletiyle ortaya çıkan zaman kaybı inanılmaz boyutta. Güzelim Pazartesi öğleden sonram çöpe gittiği gibi Cuma öğleden sonram da bu çiş kokan, nükleer bir kıyamet sonrası insanların sığındığı yer altı mahzenlerini andıran yerde geçecek.

Cuma günü okuldan çıkar çıkmaz, J ile metro durağında buluşuyoruz. Bu defa daha kısa bir yol olan otobüsü tercih ediyoruz. Çok daha kısa bir zamanda ulaşıyoruz Yabancılar Şubesine. Bu sefer belgelerimiz tam, evlilik belgesini de çevirtmişiz, onaylatmışız. Danışmaya hiç uğramadan, doğrudan 13 numaraya gidiyoruz. Önümüzde Orta Asyalı bir kadın ve onun Türkiyeli kocası var. İki tane de çocuk arkalarında. Ailecek gelmişler. Sanırım çocukların kaydıyla ilgili sorunları var. Çok beklemiyoruz. Sıra hemen bize geliyor. Belgelerimizi uzatıyorum. Aynı polis amiri bakıyor belgelere, detayla inceliyor adları. Sonra bana dönüp konuşmaya başladı:

-Bu adlar tutmuyor beyefendi?
-Hangi adlar?
-Bakın burada (nüfus kayıt örneğini göstererek) eşinizin evlenmeden önceki soyadı  ^+%%&+&% yazılmış, burada ise (evlilik belgesini göstererek) ^+%%&+&* şeklinde yazılmış. Bunlar aynı değil.
-İyi ama nüfus kayıt örneğini ben yazmadım ki! Onu Bangkok Büyükelçiliği yazmış. Onlar bizim evlilik belgemizi kafalarına göre çevirmiş ve çeviriyi Mesudiye Nüfus İdaresine bildirmiş. Ya onların çevirisinde sorun var ya da çeviriyi alan Mesudiye’deki Nüfus Müdürlüğü yazarken yanlış yazmış.
-Tamam, sorun neyse onu halletmeniz gerek.
-İyi ama bu eşimin evlenmeden önceki soy adı. Artık kullanmıyor bu adı. Cidden önemli mi bu?
-Önemli tabii, şimdi ben sorun çıkarmasam ileride vatandaşlık için başvurduğunda sorun yaşarsınız. Gidin bunu değiştirin?
-Nereye gideyim?
-Ne bileyim ben? Kaydı kim yapmışsa ona gidin.
-Bangkok’a?
-Bangkok neresi?
-Tayland’ın başkenti. Biz evlenince evliliğimizi oradaki büyükelçiliğe bildirmiştik. Hatayı ya onlar yaptı ya da buradaki nüfus müdürlüğü.
-Tamam işte, onlara söyleyin, düzeltsinler. Haftaya pazartesi tekrar gelin. Bitirelim işinizi.
-İyi ama bu iş hemen hallolmaz ki! Ben Bangkok’a yazacağım, belgeleri göndereceğim. Onlar kayifleri esince bana yanıt yazacaklar. Ayrıca bana yazmaları da yetmez. Benim durumumu anlayacaklar, hatayı kabul edecekler, Mesudiye’ye hatayı düzeltmeleri için yazı gönderecekler, Mesudiye hatayı düzeltecek, bu düzeltme sisteme işlenecek… İşimiz çok, çok uzun sürer.
-Valla beyefendi, nasıl yapıyorsanız öyle yapın. Çok geciktirmeyin. Makul bir zamanda getirin belgeleri bana, ikametgâh tezkeresini çıkaralım.
-Makul zamandan kastınız?
-Bir iki hafta içinde
-Yetişmez! Haftaya bayram var. Elçilikler kapalı.
-O zaman üç dört hafta olsun. Ama çok fazla geciktirmeyin. Makul bir zamanda geri gelin.
-Ya, memur bey, bakın ben bu yanlışın çok ciddi olduğunu düşünmüyorum. Tayca bir metin otuz farklı şekilde yazılabilir Latin alfabesiyle. Bu tür transkripte çevirilerde aynılık aramak anlamsızdır. Örneğin Tayca “l” ile biten sözcükler “n” ile bitiyormuş gibi okunur. Bu yüzden bazı çevirmenler “Narumol” diye bazıları da “Narumon” diye çevirir.
-Beyefendi, bana işimi öğretmeyin. Yarın öbür gün, bir müfettiş gelse, yaptığımız işe baksa, sizin belgeleri görse, ne yapacağım ben? Öyle saçmalık mı olur? Belgede neyse o? Nüfus kâğıdı örneğinde evli olduğunuz kişiyle evlilik belgesinde evli olduğunuz kişi aynı kişi değil. Ben laflara değil, belgelere bakarım.
-İyi ama nüfus kâğıdı örneğini ben yazmadım ki, yazarken bana da sormadılar. Nereden bileyim ben eşimin soyadının yanlış yazıldığını?
-O kısım beni ilgilendirmez beyefendi. Gidin düzeltin yanlışı. Şimdi hadi uzaklaşın da diğer vatandaşların işlerini halledelim.

İşte böyle. Yabancılar Şubesindeki ikinci günümüz de bu şekilde bitmiş oldu. Bu seferki iletişimsizlik “yanlış bilgi” (Madde 2) vermeye giriyor. Ben sorunun kaynağını halen bilmiyorum. Ya Bangkok’taki elçilik belgeleri yanlış çevirdi ve o belgeleri Mesudiye’ye gönderdi. Ya da Mesudiye’deki memur eline geçen belgedeki yabancı soyadı kütüğe yanlış yazdı. Her iki durumda da mağdur duruma düşen ben oluyorum. Nedense bana ikincisi gerçekleşmiş gibi geliyor. Malum bizde meşhurdur nüfus memurlarının adları, tarihleri yanlış yazmaları. Hepimizin bir yerleri yanlış başlar. Sonra o yanlışı düzeltmek isteyen bazı iyi niyetliler yüzünden işler iyice karışır. Kabak yine senin başına patlar, bürokrasinin labirentlerinde sürünürsün. Vietnam’dayken benim ben olduğumu kanıtlamak için uğraşmıştım, burada da yıllardır birlikte yaşadığım eşimin eşim olduğunu kanıtlamam gerekiyor. Birileri bir yerde iletişim hatası yapıyor, hassas bir noktada savsakça davranıyor. Sonra da hatalar zinciri canımızı acıtmaya başlıyor.

Doğum tarihimi nüfus cüzdanına beş gün erken olarak yazan memur da benzer bir hatayı yapmıştı. Adımı nüfus cüzdanıma birleşik yazan memur da, nüfus cüzdanında birleşik yazılmış adı pasaporta ayrı yazan memur da aynı vurdumduymazlıkların ürünleri. Bu ad karmaşası yüzünden az çekmemiştim Vietnam’dayken. Pasaportta adım ayrı yazıyordu ama diplomada birleşik yazıyordu. Vietnam’daki göçmen ofisi yetkilileri haklı olarak bu iki kişinin aynı kişi olduğuna dair kanıt istemişti benden. Tam iki bakanlık ziyareti, beş mühür yemişti diplomam bu süreçte. Altı ay geç alabilmiştim oturma iznimi.

Böylesine bir sonuçla biten uzun günce notunu, güzel bir fıkrayla bitireyim de en azından sonu tatlıya bağlanmış olsun. Yorucu ve sıkıcı bir yazı oldu zaten. Hayat da böyle, yorucu ve sıkıcı çoğu zaman. Fıkralar da olmasa nasıl güler bir insan, hele bir de benim gibi kendi kabuğunda yaşayan birisiyse…

Resmi bir kurumdaki görevli işini halletmek için gelen vatandaşa adını sorar. Adam “Hüs-hüs-s-s-sey-sey-in” der. Görevli “Kusura bakmayın. Kekeme olduğunuzu bilmiyordum. İsterseniz nüfus cüzdanınızı verin, gerisine ben bakayım.” der. Vatandaş yanıtlar “Yok, ben kekeme değilim. Babam kekemeymiş. Nüfus müdürlüğündeki memur da puştun önde gideniymiş.” :))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder