Bu Blogda Ara

24 Ekim 2012

Türkiye'den Mektuplar 19


Monet sergisinde bi’halt yoktu. Tamamlanmamış ya da kendisinin bile çok ilgilenmeyip, savsakladığı tablolarını getirmişler. Nerede Monet’nin o rengarenk, bakınca insanın içine baharı getiren, şöyle gözlere bayram yaşatıp nerdeyse insanı resimdeki bahçelere, bağlara çeken tabloları; nerede bizim sergide gördüğümüz hilkat garibeleri. Bir sanat eleştirmeni olmadığım için ve resim sanatıyla çok yakından ilgilenmediğim için uzun uzun yazamayacağım ama bu, güzel olmayandan anlamıyorum anlamına gelmez. Hatta güzel olmayandan anlamak güzel olandan anlamaktan daha kolaydır diyebilirim çünkü güzel olmayan hiçbir kıpırtıya yol açmaz insanın içinde, hiçbir rahatsızlık vermez.

Google’da “Monet” yazsam ve çıkan resimlere baksam, daha çok haz duyar, daha çok keyiflenirdim. Gerçi otları, böcekleri, çiçekleri çizip durmuş hayatı boyunca. Tamam, renklerle şiirler yaz, yeni yöntemler dene, kendi akımını kur ama ara sıra da gözlerini o otlardan, böceklerden ayırıp, insanların dertlerine, acılarına yönelt. Picasso da abudik-gubidik resimler yapıp kübizme ön ayak oluyordu ama Guernika’yı es geçmiyordu, hem de en kesif, en şiddetli renkler ve imgelerle. Kore savaşı hakkında yaptığı (Massacre in Korea) tablosu bile var, Picasso’nun.

Monet’nin sanatının değerini bilemem ama sanatçının bir insan olarak değeri, insanlığın ortak acılarına parmak basıyor olmasıyla ilintilidir. Hiç sanmıyorum hazretin yaşadığı devirde, Fransa el bebek gül bebek, kendi halinde yaşıyor olsun. O bahçesindeki Japon köprüsünü bilmem kaçıncı defa, farklı renklerle resmederken, Fransa; Vietnam’ın, Kamboçya’nın ve daha pek çok ülkenin kanını emmeye devam ediyordu. Bu ülkelerin kanları emilip, enerji paketleri halinde Fransa’ya peşkeş çekildiği için Fransa güçleniyor, zenginler paralarını otun bokun resmine gocunmadan yatırabiliyor, bundan nemalanan sanatçılar da inzivaya çekildikleri bağlarda, bahçelerde; leylakların, göletlerin, nilüferlerin, akşam yürüyüşlerinin, sabah çaylarının resimlerini yapabiliyorlardı. Ondan sonra da gelsin yok “Avrupa kültürün merkezidir.”, yok “Avrupa’nın sanatı yücedir.”  Yok “Avrupa’nın aklı şöyle üstündür” falan filan. Bu tip ırkçı laflara Chris Harman çok güzel yanıt veriyordu kitabında: Madem o kadar üstündü neden ortaçağda doğunun gerisinde kalmıştı.  Neyse, gereğinden fazla zaman ayırdım Monet’ye. Hiç aklımda yoktu oysa! Seul’de Andy Warhol sergisini gezdiğimde de benzer bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Onun acısını, ertesi gün Brazilya’lı bir fotoğrafçının Afrikalı kabileleri resmettiği muhteşem bir sergiye giderek telafi edebilmiştim. Bunun için de bir şeyler bulmalıydım.

Müzeden çıkar çıkmaz, yolun karşı tarafına geçtim ve sahilde ayaklarımı sallandırarak oturdum. Ne de olsa hava güzel, belki de yazdan kalma günlerin sonuncusu yaşanıyor, boğazın suyu cam gibi berrak, çakılları, yosunları tek tek seçebiliyorum, yakamozlar raks ediyor ayaklarımın dibinde, kayalardan kurtulmuş bir midye ufak dalgaların ritmiyle vals yapıyor sanki. İleride Fatih köprüsü, beride “hadi rastgele” deyip oltalarını suya daldıran amatör balıkçılar, arkamda romatizmalı dizlerini artık ısıtmayan güneşe tutan yaşlı bir amca ve onun yanı başında yere boylu boyunca uzanmış güzel bir köpek… Yoldan geçen bir adam çay satıyor, ben de alıyorum keyfime keyif katmak için. Kağıt bardakta verdiği çay bana üniversite kantininde içtiğim çayları anımsatıyor. Ben İstanbul’un boğazına asla doyamayacağım sanırım. Öyle güzel, öyle kıpır kıpır bir duygu içimde, yolun altında kalan oyuklara girip çıkan deniz suyu gibi kıpraşıp duruyor. Çantamdan sabah okumaya başladığım kitabı çıkarıyorum:  Paris ve Londra’da Beş Parasız.

Genel kanının aksine, ben Orwell’ı 1984’den ya da Hayvan Çiftliği’nden dolayı değil de başka bir kitabından dolayı severim. Bu iki kitapta zeki bir yazarın, kurgu kabiliyetini ve nitelikli yazınını görürüz. Ben Orwell’ı “Burma Günleri” adlı yapıtıyla sevmiştim. Post-sömürgeci edebiyatın kültlerinden birisidir bu yapıt. Orwell çok iyi analiz eder, sömürenin ve sömürülenin arasında kalıp, sömürenden yana tavır takınan yerli hainleri. Hindistan’dan Bangladeş’e, Malezya’dan Mısır’a pek çok ülkeyi sömüren Avrupa ülkelerinin aslında ellerindeki en büyük silahtır bu yerli hainler. Onların sayesinde sefil halk ayaklanmaz, onların ikiyüzlülükleri yüzünden sömürü çirkin yüzüyle çıkmaz halkın karşısına. Bu hainler yumuşatırlar kan emicilerin bitmez tükenmez iştahlarını. Beyaz sahiplerin halka yardım ettiklerinden, ülkeye yatırım yaptıklarından dem vururlar. Onların yüzünden halk müteşekki olacağına müteşekkir olur sömürgecilere. Sartre da anlatır bunları “Hepimiz Katiliz”de.

(Burada parantez açıp bir noktayı ekleyeyim. Başkalarını bilmem ama bana göre bir yazarın her yönde mükemmel olması gerçekten olağanüstü bir durumdur. Mesela Orhan Pamuk kurgulama ve hikayeleme konusunda kendisini geliştirmiş ve yıllar süren bir çalışmayla ustalaşmıştır. Gerçekten de Kara Kitap, Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı gibi yapıtlar Türkçe edebiyatta eşine az rastlanır bir kompleksliğe, ayrıntı zenginliğine ve kurgu derinliğine sahiptir. Fakat bu Orhan Pamuk’un dilini mükemmel yapmaya yetmez, basittir onun dili, bazen yanlış veya eklektik göründüğü de olur. Hatta O.P.’nin dili o kadar yavandır ki ben “Benim dilim O.P.’ninkinden iyidir.” desem kendimi övmüş olmam. Bu konuda eleştirmenler sayfalarca yazmıştır, bu yüzden bilineni tekrar etmeye gerek yok. Bunun yanında Aziz Nesin karmaşık kurgular denemez ama günlük hayatın karmaşasını ve çelişkilerini kısa gülünç öykülerle çok iyi resmeder. Onun kadar güldüren, düşündüren, fotoğraf çeker gibi toplumun ve kişilerin hallerini, tavırlarını anlatan başka yazar var mı? Dil konusunda ustalaşmak ise başka bir alana, belki şiire biraz daha yaklaşmaya bağlı bir şey. Dil konusunda, hem Türkçe’nin sınırlarını zorlaması yönüyle hem de Türkçe sözcüklere düşkünlüğüyle, ben Bilge Karasu’yu severim. Onun metinlerini okurken iyi bir sürpriz paketini açıyormuşum gibi geliyor hep. Karasu’nun denizin serinliğine, küçük kasabalara, akşamüstü alacakaranlıklarına, adaların sessizliğine olan hayranlığı da etkiliyor bir okuyucu olarak beni. Sonra bir de epik eserleriyle Yaşar Kemal vardır. Yerli Tolstoy’dur Kemal. Onlarca karakter, onlarca olay, gerçek insanlar, gerçek hikayeler, acılar, aşklar, dertler, sevinçler… İngilizcede “larger than life” denilen cinsten romanların yazarıdır Yaşar Kemal. Dolayısıyla Pamuk okurken kurgunun derinliğine ve karakterlerin usul usul değişimine, Nesin okurken fotoğraftaki detaylara ve yazarın matrak oyunlarına, Karasu okurken betimlemelerin inceliğine ve dilin ustalıklı kullanımına, Kemal okurken birbirine bağlı hikayelerin sihirli açılımlarına ve insanın olası en kısa özetine odaklanırım. Böylece gereksizce yormam kendimi yazarın bana veremeyeceği nitelikleri yazardan bekleyerek.)

Orwell, şimdi okuduğum kitabında Paris’teki yoksulluk günlerini anlatıyor. Günlerce aç kalışını, yiyecek bir şey bulamayışını, Rus bir arkadaş edinip açlığa ve sefalete birlikte başkaldırışlarını. Kimi zaman yürek burkan hikayeler okuyorum, kimi zaman da gülünesi ve ders alınası. –Orwell’ın üç gün ağzına tek lokma koymadan sokaklarda sürtüyor olması ne kadar insanın yüreğini derinden burkuyorsa, Paris’in ünlü bir fahişesinin adını taşıyan otelde geçen “Dahl öyküsü” tadındaki anı da o derece güldürüyor.- Anlaşılan Orwell da naif bir kişilikmiş. Aç kalıyor ama kimseye el açmıyor. Bunu yaparken, sürekli yürüyerek geçtiği sokaktaki bakkalın çakkalın ona ne diyeceğini hesaplıyor kafasında. Onlardan alışveriş yapmadığını anlamasınlar diye en ufağından ekmekleri –çavdar ekmeği yuvarlak olduğu için onu tercih ediyormuş- cebine tıkıştırıp geçiyor önlerinden. Boris’le paraları birleştirip zar zor yiyecek bir şeyler aldıklarında bile naifliğinden ve iyi niyetinden ödün vermiyor. Şöyle diyor kitabın 53. sayfasında:

Tek kulplu, derince bir tavayla bir kâsemiz ve tek bir kaşığımız vardı.  Her gün hangimizin tavayı –tava daha çok yemek alırdı-, hangimizin kâseyi alacağı konusunda birbirimize ikram yarışına giriyorduk. Her gün de önce Boris pes ediyor ve tavayı alıyordu. Sesimi çıkarmadan öfkeleniyordum.

“Sesini çıkarmadan öfkelenme”dir aslında naifliğin anahtar karakteri. İçine atmak, başkası için kendini paralamak, sessizce içinde büyüyen bir kin bulamacının seni ele geçirmesine izin vermek ya da o bulamaçta amansızca boğulmak. Kimi zaman bunun yazarlarda sıkça görülen bir karakter olduğunu düşünüyorum. İçlerine atıyorlar ve sonra da rahatlamak için yazıyorlar. Yazmazlarsa patlayacaklar, delirecekler, bir ur gibi genişleyen “ezilmişlik” veya “haksızlığa uğramışlık” psikolojisi akıllarını esir alıp, belki doğrudan zihinsel belki daha da ileriye gidip psikosomatik rahatsızlıklara neden olacak. Yazarlığın bir sağaltım aracı olması bundan mı acaba?

Böyle bir şeyi iddia etmek fazlasıyla öznel bir yaklaşım olur çünkü ben sıklıkla “sesini çıkarmadan öfkelenen” birisiyim. Belki geçmişimdeki itaati esas kılan yaşam tarzının bir etkisidir bu, itiraz etmeden denileni yapma geleneğinin bir sonucu. Maalesef geçmişime gidip yaşanmışları değiştiremem ve maalesef içimde büyüyen öfkeyi yazmanın dışında bir çare bulamam. Hele Türkiye gibi bir ülkede, çalışma ortamında bile “Sesini çıkarma, denileni yap” mantığıyla yönetiliyorsanız, düşünen bir insan olarak öfkelenmemeniz imkânsızdır. Ancak “ben işimi yapayım, paramı cebime koyayım, aileme bakayım, gerisi önemli değil” mentalitesiyle çalışırsanız, akıl sağlığınız yerinde kalır, geceleri deliksiz uyursunuz, gündüzleri dinç görünür, akşamları arkadaşlarla takılıp biraları tokuşturabilirsiniz. Bir şeyleri değiştiremediğiniz gibi zırnık takmazsınız etrafınızdaki saçmalıklara.

Orwell iş ahlakı konusunda da naifliğinin kurbanı oluyor. Yeni açılacak bir Rus lokantasında çalışacağına dair söz veriyor birilerine ama bu arada lüks bir otelin lokantasında bulaşıkçı olarak çalışmaya başlıyor. Otelin personel şefi Orwell’a bir aylık iş teklif edince, bunu kabul etmiyor çünkü Rus lokantasına söz vermiştir ve on beş gün sonra orada çalışmaya başlayacaktır. Bu olayı akşam Boris’e anlatınca Boris’in tepesi atıyor. Orwell’a okkalı küfürler ve hakaretler ediyor.

“Aptal, aptalın teki! Hemen silkip atacaksan sana niye iş buldum ki ben sanki? Nasıl olur da öteki lokantanın lafını edecek kadar kaçık olabilirsin? Bir aylığına söz verip başka hiçbir şey demeyecektin. “
“Bırakmak zorunda kalabileceğimi söylemek daha dürüst geldi.” diye karşılık verdim.
“Dürüst, dürüst gelmiş! Dürüst plonjor (bulaşıkçı) diye bir şeyi kim duymuştur acaba? Mon ami, “Bütün gün şurada çalıştın. Otelde çalışmanın ne olduğunu gördün. Bir plonjörün onur diye bir şey taşıyabileceğine aklın kesiyor mu?”

Evet, ya onurunla çalışacaksın ya da onurunu bir yana bırakıp, işlerini yoluna koyacaksın. Orwell, o akşam otele dönüp tükürüğünü yalıyor, sözleşmeyi imzalıyor. Yani öğreniyor piyasanın bir numaralı kuralını kendi ahlak prensibini çiğneme pahasına: Asla senin hakkında gereğinden fazla bilmelerine izin verme. Yüzlerine gül ama alttan alta işini de hallet. Baktın daha güzel bir iş buldun, bas git sesini çıkarmadan. Bir otel işletmecisi için çok ürkütücü olmasa bile bir okul yöneticisi için korkutucu bir plandır bu. Geçmişte çalıştığım okullarda yapanlar olmuştu böyle şeyleri. SIS’deki Amerikalı matematik öğretmeni bir sabah okula gelip, istifasını vermiş ve hiçbir gerekçe göstermeden ülkesine dönmüştü. Onun dersleri de yeni bir öğretmen bulunana kadar bana verilmişti. Vietnam’daki okulda da okula yeni gelen bir hoca başka bir iş bulduğunu öğrendiği gün istifasını vermişti.

İşte kafamda bu düşünceler, elimde Orwell, önümde boğazın suları –hop desem içine düşüp boğulacağım-, bir süre oturdum orada. Çayım bitip, J sabırsızlanınca da kalktık yürüdük İstinye’ye kadar. Biraz alışverişten sonra eve geldik. Facebook’da gezinirken bizim U’nun Beyoğlu’nda olduğunu fark ettim. Hemen bir kısa mesaj gönderdim, akşam buluşalım diye. Saat 7:30 gibi Beyoğlu’nda Baraka barının balkonuna oturmuş, bir yandan İstiklal caddesinin kalabalığını kuşbakışı gözlemlerken, bir yandan da eski günlerimizi konuşuyorduk. Vietnam’da sürekli gittiğimiz Koreli matrak bir adamın işlettiği bar-lokantada başımıza gelenleri konuştuk kahkahalar eşliğinde, üç Koreli misyoner kadınla aynı masaya oturup onları nasıl çileden çıkardığımızı, mekanın sahibinin Afrikalı kadınlar hakkındaki atıp tutmalarını… Sonra Phu My Hung’daki derenin kenarında sabaha karşı şiirler okuyup, gezinmemizi anlattık birbirimize. Motor üzerinde yeni açılacak bir üniversiteyi aramaya çıkıp, 3-4 saat sonra eli boş dönüşümüzü, Vietnamca kursuna gidip hiçbir şey öğrenmememizi, S abinin Vietnam tutkusunu, Nha Trang’daki Meze Lokantasını…  

Eve geldiğimde kafam dumanlıydı, bulutsu gözlerle aradım buldum yatağı yorganı, çabucak da uyudum. Unutmuştum Türkiye’de olduğumu. Sanki Phu My Hung’da gece geç vakte kadar demlenmiş, gece yarısına doğru da eve gelmiştim, sanki ertesi sabah %99 olasılıkla yine güneşli olacaktı, sanki sabah soğuk suyla banyo yapıp, motoruma binip okula gidecektim, sanki Türkiye hep uzaklarda, “You can’t go home again*” cinsinden bir ukte olarak kalacaktı.

İlgilisine: You Can’t Go Home Again, Thomas Wolfe’un 1940 yılında yayınladığı romanın adıdır. Romanın konusu, İngilizcede “Reverse Culture Shock” diye adlandırılan, bir insanın yıllar sonra doğup büyüdüğü topraklara dönüşünde yaşadığı hayal kırıklıkları ve çeşitli adaptasyon sorunları. Kitabın adı, kitabın içinde geçen şu paragraftan alınmış:

You can't go back home to your family, back home to your childhood ... back home to a young man's dreams of glory and of fame ... back home to places in the country, back home to the old forms and systems of things which once seemed everlasting but which are changing all the time – back home to the escapes of Time and Memory.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder