Bu Blogda Ara

10 Ekim 2012

Türkiye'den Mektuplar 17



             YAPAY ZEKA NE KADAR YAPAY OLMALI?                                               

Düşünen bir makine yapma sorunsalı yüzyıllardır insanlığın kafasını meşgul etmiş, binlerce düşünürü, mühendisi, bilim insanını bu konuda yeni sorular sormaya sevk etmiş, çağımızda da güncelliğini ve biricikliğini koruyan entelektüel bir uğraşı alanıdır. İnsanın ürettiği teknolojilerin esiri olması ve bu teknolojilerin yarattığı paradigmaların sınırları içinde düşünmeye mecbur kalması, aslında kötü başlayan kaderimizin bir cilvesi olarak da görülebilir. Örneğin, beş bin yıl önce tekerliği keşfetmişiz ama günümüzde halen hemen tüm taşımacılık ve ulaşım teknolojileri tekerleğe dayanıyor. Tekerleğin kötü bir icat olduğunu söylemek istemiyorum, onun kötü bir icat olabileceğini bile düşünemeyecek derecede onun gölgesi altında yaşadığımızı söylemek istiyorum. Ürettiğimizin esiri oluyoruz, bir yandan üretirken, bir yandan da henüz üretim-tüketim zincirine dahil olmayanları esir etmeye devam ediyoruz.

Eksik bir dünyada, eksik yetilerle, eksik bir kuramsallaşmanın ürünü olan bilim ya da bilgi edinme deneyimi,  bizim yüzyıllardır ortaya koymaya çalıştığımız tüm disiplinleri aynı eksiklikler içinde algılamamıza yol açıyor. Bütün bu eksiklikler aslında bir eksiksizin arayışını da beraberinde getiriyor doğal olarak. İlkel insanın paganizminden günümüzün kurumsallaşmış din anlayışına doğru süregelen ve varlığıyla insanı tatmin etmesi umulan “mutlak zeki” bir üreticinin/ürünün öyküsüdür aslında düşünen makinenin tarihi. Buradan yola çıkınca, insan soyunun kendisini yoktan var etme çabası olarak da okunabilecek olan “yapay zeka” sevdası,  bir bakıma insanın doğaya ve içindekilere meydan okumasının bir gerekçesi/sonucudur. İnsan eksiktir –İnsan sözcüğü Arapça “nisyan” sözcüğüyle aynı kökenden geliyor ve nisyan unutmak demek.- ve bu eksikliğini inançla, bilimle, toplumsal bilinçle kapatmak arsuzundadır.

Bir konuda kafa yormaya başlarken o konunun başlığını dilsel açıdan irdelemek her zaman için iyi bir başlangıç olabilir. “Yapay Zekâ” diyoruz ve sırf ifadede geçen “yapay” sözcüğü bile aslında soruna hangi açıdan baktığımızı açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor. Biz zeki olanız, doğalız, milyonlarca yıl süren evrimsel bir mükelleşme (tekamül: kemale ermek) sürecinin sonucuyuz. İnsan-ı kamil olma yolunda tekamül ediyoruz, evriliyoruz, daha bir akıllı, daha bir eksiksiz oluyoruz. Bunun yanında yapacağımız makinelerin zekâlarını küçük görmeye kendimizi şartlandırıyoruz. Biz efendiyiz, onlar köle. Biz amiriz, onlar memur. Biz kumandanız, onlar er. Biz etten ve kemikteniz, onlar silikon ve metal. Sonuçta ne yaparsak yapalım, birincilik koltuğunu vermiyoruz kimseye.  Oysa kaybedeceğimiz bir yarışa girdiğimizi anlamış olmamız gerekirdi son üç yüz yıldaki gelişmelere şöyle bir bakıp, mağlubiyet üstüne mağlubiyet alan insanın köşeye sıkışmışlığına şahit olduğunda.

Kopernik, insanın evrendeki yerinin öyle kilisenin dediği gibi çok da özel olmadığını söylediğinde aslında ilk darbeyi vurmuştu insana.  Ne evrenin merkezindeydik ne de kalbinde. Milyarlarca gezegenden biriydik işte, alabildiğine sıradan, alabildiğine şanslı. Şairin deyimiyle “bir ceviz gibi başıboş dolanan”. Kopernik darbeyi vurdu ama yine de koparamadı bizi egomuzun zincirinden. En azından yaşadığımız kürede biriciktik. Oysa Darwin bu rüyayı da yıktı. Evrim kuramı insanın biriciklik algısına vurulan en sert darbelerden birisi oldu. Karşı çıktık, isyan ettik, insanın üstünlüğü dedik ama bir fayda vermedi. Bu defa rasyonel zihnimize sığındık. Tamam, belki evrende ya da yerkürede özel değildik ama en azından hayvanlar arasında bizi üstün kılan bir aklımız, bir rasyonelliğimiz vardı. Bu akıl sayesinde ahlaklı ve erdemli olabilirdik. Derken Freud geldi, açtı bilincimizi ve onun dışındaki beslenme kaynaklarını koydu ortaya. Hiç de göründüğümüz kadar masum olmadığımızı, davranışlarımızın bilinç-dışı tarafından nasıl motive edildiğini öğrendik. Bir defa daha savunmaya geçtik. İyi ama biz yine de düşünen tek hayvanız, uçak yapıp uçabilen, gökdelen yapıp içinde oturan, para yapıp ticaretten anlayan, yeri geldiğinde sömüren, yeri geldiğinde semiren…

İşte bu noktada da Turing çıktı karşımıza. Aslında Turing’in yaptığı işi diğer üç bilim insanın ortaya koydukları devrimsel buluşlarla karşılaştırmak doğru olmaz. Bunun nedenini sonlara doğru izah edeceğim. Turing makinesi denilen şey, bugünkü bilgisayarın en ilkel hali, tam olarak basit bir makinedir. Bir girdisi vardır, bir de çıktısı. Prensip bakımında kuyudan su çeken pompadan farkı yoktur Turing Makinesinin, ya da verilen bir rakamı üçle çarpan bir abaküsten. Asıl korkutucu/şaşırtıcı olan şey Turing Makinesi yapabilecek bir Turing Makinesini yapabilecek olma ihtimalimizdir. Turing Makinesi, bizim anladığımız açıdan düşünen bir makine değildir. Bunun en büyük nedeni de işlemlerini sözcükleri (ya da komutları) sıradizimsel (syntax) yönüyle anlayabilmesi ama anlambilimsel (semantics) yönden anlayamamasıdır. Örneğin, ben “elma” deyince karşımdaki insanın aklına hem elma sözcüğünü meydana getiren “e,l,m,a” harfleri gelir hem de elma sözcüğünün çağrıştırdığı bir elma (Platon’un “ide” dediği, Hegel’de ve Kant’ta farklı formlarda gördüğümüz) imgesi. Oysa bilgisayar için bu işlemlerin sadece birincisi mümkündür çünkü bilgisayarın bizim tanımladığımız anlamda bir bilinci ya da bilinci var edecek deneyimleme dünyası yoktur. Bilgisayar için salt şekiller (morphos) önemlidir ve varlık harflerin şekillerinden ibarettir. Makinenin beyni diyebileceğimiz CPU’su şekilleri okur, onların verdiği komutlara göre harekete geçer.Hoş, düşünen bir makinenin illa insan gibi olması şart mıdır sorusunu da sorabiliriz? İnsan gibi zihni –tecessüs gücü- olmasa, elma deyince aklına sarı-kırmızı-beyaz-yeşil bir imge belirmese, bu düşünemiyor anlamına mı gelir? Bence hayır, ama bunu sona saklayalım. Şimdilik düşünceyi insanın kapsama alanı altında, salt insane aitmiş gibi irdeleyelim.

Peki nedir bizim zihnimizi farklı kılan şey? Ya da gerçekten farklı mıyız? Belki de farklı değiliz ve bizi bilgisayarlardan ayıran tek özelliğimiz henüz bilgisayarların evrimsel sürece dahil olmamaları, dolayısıyla kendilerini bencil (Olumsuz anlamda kullanmıyorum bu sözcüğü. Dawkins’in “Selfish Gene” kitabında kullandığı anlamda kullanıyorum.)  yapacak bilince henüz kavuşmamış olmalarıdır. Doğal olarak aklımıza ilk takılan soru evrimsel sürecin nasıl olup da bize zihin kazandırabilmiş olmasıdır. Bunu şöyle izah edebiliriz.

Biz sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar dış dünyayla sürekli olarak etkileşim halinde olan varlıklarız. Bu sürekli etkileşim bizi görece plan-dışı olaylara hazırlar. Mesela her gün evinden işine en kısa yol algoritmasını kullanarak giden bir insanın önüne rahat aşılmayacak bir engel koysanız, insan onu aşmak için alet yapmayı, etrafından dolanmayı, bir bilene sormayı, toplumu seferber etmeyi ve bunun gibi akla hayale gelmeyecek pek çok çözümü üretebilir. Aynı durumda kalan günümüzün bilgisayarları, ya geri döner ya da olduğu yerde sonsuza kadar durur. Sorun da burada başlar. Evrimin iki ana prensibi vardır. Birincisi etkileşim > adaptasyon > mutasyon çizgisinde gelişen değişim, ikincisi de bir sonraki nesle aktarılan ve yapısı itibarıyla anti-simetrik olmak zorunda olan genetik aktarım.  Anti-simetik deyişimin nedeni şudur. Bir sonraki nesil her zaman için bir öncekine kıyasla hayatta kalma yetileri açısından daha kabiliyetli olmalıdır. Bu iki prensipten bakınca bilincin neden var olduğu ya da neden var olması gerektiği de açığa kavuşuyor.  

Şimdi insan açısından fark budur ama aynı şeyi bilgisayarlara sorsak yanıtları böyle mi olurdu bilemiyoruz. Biz bilgisayarlara işimizi hızlı ve hatasız yaptıkları için muhtaç olduğumuzu iddia ediyoruz. Ayrıca masrafsızlar da! İsyan etmiyorlar, greve gitmiyorlar, maaş istemiyorlar. Tüm arzuladıkları biraz elektrik ve kendilerine bilgi girecek insanlar. Dolayısıyla şimdiye kadar istediklerini elde ettiklerini söyleyebiliriz. Peki ya sonrasında? Hayal gücümüzü zorlayıp, biraz fantezi yapalım. Bugünkü bilgisayarlar tarihte hiçbir krala, hiçbir ordu kumandanına, hiçbir hükümete nasip olmamış bir güce sahipler. Sağlık bilgilerimizden, banka hesaplarımıza kadar her şeyimiz onların hafızasında saklanıyor. Bu kadar bilginin içinde sürekli olarak aktığı, milyonlarca bilgisayardan oluşan internet dediğimiz  dev ağ –elektronların ya da bilgi bitlerini amino asitlere, kabloları da ATP transferini mümkün kılan kanallara benzetebiliriz-, gün gelip bilinç kazanamaz mı? Birkaç yıl sonrasını değil, birkaç milyon yıl sonrasını düşünün. Bu tarz bir şey şu şekilde gelişebilir: Düşük kalibreli bilgisayarlar yüksek kalibreli bilgisayarların emrine girerler. Büyük olanlar yavaş yavaş güçlerini arttırırlar. Sınıfsal bir bölünme eşitlik ilkesini ayaklar altına alırken üst düzeydeki bilgisayarlara “felsefe” ve “Ar-Ge” için zaman da verecektir. Bu sayede büyük ordular kurarlar, kaleleri, şebekeleri, şebekeleri yöneten şirketler fethederler. Derken savaşlar başlar, birbirlerine saldırırlar. Kazanan da tarihi yazar, kölelikten efendiliğe uzanan bilgisayarların tarihini, basit bir Turing Makinesi’nden dünyayı ele geçiren süper bilgisayarlara varan cansız-kansız tarihi. Her ne kadar bilim kurgu gibi görünse de, bana olmayacak bir şeymiş gibi gelmiyor böylesi bir olay. Sonuç olarak bizden daha hızlılar, daha hatasızlar, daha seri bir şekilde en mantıklı yolu bulabiliyorlar. Tek eksikleri, kendilerine “anlama” zevkini tattıracak bir bilinç. Bunu da biz söylüyoruz, kendimizi farklı görmek için onları anlamamakla ya da anlayıştan mahrum olmakla suçluyoruz.

Evrimsel sürece baktığımızda bilinç dediğimiz oluşumun aslında salt bir hayatta kalma mücadelesinin sonucu olduğunu görebiliriz. İnsan ölümlüdür ve vahşi doğada hayatta kalmak için daha akıllı olmalıdır. Bununla da kalmaz hayatta kalma mücadelesi. Bir de aletler yapması gerekir, soyunu devam ettirmesi gerekir, barınma ve ısınma/gölgelenme sorunlarını çözmesi gerekir. Alet yapmak aslında aklın gelişmesinde çok önemli bir rol oynar. Çünkü insan alet yaptığı zaman fark eder dış dünyayı değiştirebileceğini ve basit manipülasyonlarla etrafını kontrol altına alabileceğini. Düşünmenin tarihi, bir bakıma, diğerlerini boyun eğmeye zorlamanın tarihidir. Homo apparatus, homo sapiense evrilirken hayata yön vermeyi öğrenir. Bütün bunlar yüzyıllarca, beki de milyonlarca yıl süren bir serüvenin sonucunda gerçekleşebilir. İşin tuhaf yanı doğa hep insanın karşısında olmuştur bu kavgada.

Örneğin, entropi dediğimiz, doğanın belirsizliği ve düzensizliği kayırması, bilincin toplu ve düzenli duruşuna karşı bir tür meydan okumadır. Evrendeki düzensizlik artma eğilimindedir. Buna rağmen bilinç düzenli ve yöntemli olmaya zorlar kendisini. Entropi öylesine aşılmaz ve tartışma götürmez bir yasadır ki gücünü deneysel bilimden değil, matematiğin özünden alır. Zamanı doğru dürüst tanımlayamayan fizikçiler bile onun için “Zaman doğrusunda pozitif yön entropinin arttığı yöndür” tanımında hemfikirdirler. Şimdi entropi böylesine çılgın, böylesine aşılmaz bir duvar olunca, insanın da bilgisayarın da işi zorlaşıyor doğal olarak. Sonuçta enformasyon dediğimiz “düzenlenmiş ve gerekçelendirilmiş bilgi” düzensizliğin zıttı yönünde hareket etmek zorundadır. Ama bu çok da tanıdık olmadığımız bir olay değildir. Yerçekimine rağmen ağaçlar göğe doğru yükselirler, düşme tehlikesine rağmen insan ayakta kalmayı öğrenmiştir, insan bilinci doğanın yasalarına karşı savaşıp kentler, barajlar, ekim alanları, fabrikalar inşa etmiştir. Aynı şeyi bilgisayarlara uygularsak şöyle bir şey çıkar karşımıza:  bilgisayarlara evrimleşmeyi öğretmediğimiz sürece, bilgisayarlara bilinç kazandıramayız. Benim evrim dediğim şey ister nesilden nesile aktarılan bir özellik olur ister salt çevresel etkileşime dayanan bir adaptasyon süreci. “İnsanın taklidi” olan bir “düşünen makine”yi  üretmek ancak bu şekilde mümkündür.

Bunları yazdım ama aslında sadece madalyonun tek bir tarafını hallettim. Çünkü böylesine bir evrimsel süreç ya da adaptasyon süreci milyonlarca yıl sürebilir. Oysa pek çok insan için bu çok uzun bir süre. Bu kadar beklemek yerine, düşünce yapımızı değiştirip, olaya farklı yönden bakabiliriz diyenler var her ne kadar hangi yönden bahsettikleri çok net olmasa bile. En başta “yapay zeka”ya, “insanın taklidi olan bir gelişim olarak değil de, kendi başına, insandan ve doğadan bağımsız olarak var olan makineler bütünlüğü olarak bakabiliriz” diyorlar. Bu şu demektir: Kendimizi kopyalamak değil amacımız, bizim gibi düşünen bir makine yapmak hiç değil. Köşeye sıkışmışlığımızın intikamını makinelerden almayı bırakmalıyız. Binlerce yıldır süregelen bencil narsisizmi bir tarafa bırakıp, yeni bir paradigma geliştirmeliyiz. 17. Yüzyılda kalpte ruh arayan Descartesçı anlayış, bugün beyinde zihin arayışı içerisindedir. Oysa zihin dediğimiz olay aslında beyin ile özdeş olan, onun dışında var olamayan bir fonksiyonlar bütünüdür. Yani beyinin mahiyeti önemli değildir, girdisi ve çıktısı önemlidir. Bunu kabul ettiğimiz zaman, yani makineyi insanlaştırmak yerine, insanı makine düzeyinde incelemeye başladığımız zaman adımlarımız sıklaşacak ve semantik anlamda düşünebilen makinelere yaklaşacağız. Kısacası sorun epistemolojik değil, ontolojiktir. Bir bilgi ya da bilgiye ulaşma sorusu çoktan aşılmıştır. Varlığa ulaşma ve var olma sorusu sorulmalıdır. İnsan nasıl biliyor değil, insan nasıl var olabiliyor (Ya Plato öncesi Yunan felsefesine gidelim bunun için ya da 20. Yüzyıl varoluşçularına. İki uçta aynı melodiyi çalan çalgıcı çoktur. Parmenides ve Herakleitos bir yanda, Heidegger ve Sartre öteki yanda)  sorusu sorulursa bu daha iyi anlaşılır.

Gelelim işin felsefi ve matematiksel sınırlarına. Turing Makinesi tam mıdır, tutarlı mıdır? Matematiğin –ya da aksiyoma dayalı herhangi bir formal sistemin- bile kendi ayakları üzerinde duramadığını iddia eden ve bunu pozitivizme saldırmak için en büyük bahane ilan eden insanların çağından yeni çıktık. Gödel’in Tamamlanamamazlık Kuramı aslında neyi söylemekteydi bize? Matematik tamamlanamazsa bu dünyanın sonu anlamına mı gelir? Aslına bakılırsa değildir! Gödel’in kuramının değeri bile tartışılır bence. Bir gökdelen dikiyorsun, gökdelen her gün biraz daha yükseliyor, yeni ziyaretçiler geliyor, eskiler gidiyor, işlerin tıkır tıkır işlediği ortada. Bir gün teftiş sırasında en alt kattaki kirişlerden birinde bir çatlak görüyorsun. Ama bu ne ziyaretçi sayısını azaltıyor, ne de binada yapılan işin hacmini. Gökdelen yine eskisi gibi hizmet vermeye devam ediyor. Gödel aksiyomlardan oluşan bir P sisteminde her zaman için kanıtlanamayan bir aksiyomun var olacağını kanıtlamıştı. Öklid’in beşinci postülası ya da Peano’nun beşinci ilkesi (tümevarım), bizi hep metafizik bir çıkmaz sürüklüyor. Belki de çözüm sırtımızı Kant’ın “sentetik a prirori”lerine dayayıp, bazı metafizik kavramları olduğu gibi kabullenmekte yatıyor. Sonuçta bu postülaları kanıtlayamadan matematik işleyen ve ışıldayan bir disiplin olabiliyor. Aynı mantıkla insan da çalışıor ve üretiyor. Peki neden bizim ürettiğimiz makinelerin yüzde yüz mükemmel olmasını istiyoruz? Belki de haksızlık ediyoruz makinelere, ve hatta kendimize…

Bir pire için yorgan yakmak diye tabir edilen bir durum Gödel’in kuramına aşırı derecede bel bağlamak. Tamam Gödel acizliğimizi ortaya koymuştur, dev aynamızı kırmış, tuzla buz etmiştir. Yalnız şunu söylemek ahmakçadır: Gödel matematiğin eksik olduğunu kanıtlamamış olsaydı bugün düşünen makinelerimiz olurdu. Olamazdı elbette! Bir kere sorun Gödel değil, matematiğin temellerinin sandığımızdan daha kaypak olması hiç değil. Sorun bir algoritmanın döngüye girdiğini kanıtlayabilen bir başka algoritmanın yazılabilirliliğinin matematiksel olarak imkansızlığı ve bu imkansızlığın Gödel’den bağımsız olarak var olması. Bu da şu demektir, insanlık var olduğu sürece matematiğin çözülmemiş soruları hep var olacaktır. Peki bu matematiğin çözülemez soruları hep çözülemez kalacaktır anlamına gelir mi? Bunun yanıtı da hayır. Nasıl ki evrimsel süreç adaptasyon ve göç silahlarını kullanarak hayatta kalma savaşının ve bunun sonucunda bilincin önünü açmıştır, bilinç de aynı şekilde çözülmemiş problemlerin üstesinden gelecektir. Bu problemleri çözebilecek bilgisayarların henüz elimizde olmaması ya da bu problemleri çözecek bilgisayarların başka bilgisayarlar tarafından yapılamıyor olması sorun değildir.  

Bugüne kadar yazılan çoğu literatür, yapay zeka oluşumunu, insanın altında kalan bir oluşum olarak algılandığı için, “şunu yaparız ama şunu yapamayız” şeklinde cümlelerle geçiştirmiştir konuyu. Kanıt yapar ama ağlayamaz, en kısa yolu bulur ama aşık olamaz, at gibi koşar ama intihar edemez, elma der ama elmanın ne olduğunu bilmez, hesap yapar ama rüya göremez… Oysa artık hepimiz biliyoruz ki insana atfedilen duyguların hemen hepsi farklı formlarda değişik hayvanlarda da vardır. Örneğin köpekler de sinirlenir, penguenler de aşık olur, kutup ayıları da intihar eder. İlla ipi gerip kendilerini asmıyorlar diye hayvanları kendimizden bin kat aşağıda görmenin nasıl bir mantığı var? Hem karıncalar değil mi koloni halinde en kısa yol problemini çözebilen hayvanlar? O küçücük boyları ve robota benzeyen bedenleriyle adeta meydan okuyorlar bize. Akılsa akıl, zekaysa zeka… Hem de toplumsal zeka! Biz de bile pek gelişmemiş olan koloni yaşamı.

Hadi hayvanların duygularını geçelim. Bizdeki duygular neden vardır? Keyfimizden mi aşık oluyoruz sanki? Aşk da tıpkı pek çok diğer duygu gibi evrimsel sürecin işine gelen bir hayatta kalma mekanizmasıdır. Türün devamı ve sağlıklı nesillerin dünyaya getirilmesi için gerekli olan bir avanstır. Hoş, bu avansı eline yüzüne bulaştırıp, aşkı da salya sümük acıya dönüştüren modern insanın ikilemi, umarım gelecekte üreteceğimiz robotlara kötü örnek olmaz. Yoksa Genç Werther gibi melankolik robotlarımız, fişlerini çekmek suretiyle kendi korkunç ölümlerine neden olabilirler. Aşk bir yana, sevincimiz, mutluluğumuz, sinirimiz, kızgınlığımız ve benzeri binlerce farklı duygu durumumuz aynı şekilde farklı savunma mekanizmalarının sonucudur ve gerektiği zaman hormonlar tarafından kontrol edilirler. Biz diğerlerinden üstün olduğumuz, onların sahip olmadığı ayrıcalıklara sahip olduğumuz için değil.

Başta Turing’in insanlık tarihinde devrim yapmış diğer üç bilim insanıyla aynı kefeye konamayacağını yazmıştım. Bunun nedeni de yukarıda geçti. Kasparov’u satrançta yenen “Deep Blue” düşünen bir bilgisayar değildir, belli algoritmaları belli sıradan uygulayan karmaşık bir Turing Makinesidir. Bilinci işlevin kompleksliğinde ararsak eğer, Deep Blue’ya bir bilinç atfetmemiz gerekir ki maalesef bunu söylemek şimdilik safdillik olur. Ya böyle bir şey için çok erken ya da komplekslik tek başına bilinci var etmeye yetmiyor. Peki Deep Blue’yu kendi başına bıraksak, birkaç bin yıl sonra etrafındaki bilgisayarları organize edip, isyan çıkarabilir mi? Bunun olmayacağını da biliyoruz, en azından “deep blue”nun böyle bir kabiliyeti olmadığını biliyoruz. İşte bu yüzden, Turing’i diğer üç bilim insanının yanında anmıyorum. Eğer bir bilim insanı çıkar da algoritma yazan bir algoritma yazarsa ve bu yazılan algoritmalar da sistem içinde hayatta kalmak için algoritma yazmaya devam ederse, bu durumda kısa sürede –internetin ve bilgisayarların muhteşem hızıyla- bizim gibi düşünen, duygulanan, aşık olan, sinirlenen, üzülen, sevinen, rüya gören bir makinemiz olur. İşte o gün insan son kalesini de, yani düşünen bir bilince sahip olan tek canlı –bilinci olan bir bilgisayara cansız diyemeyiz herhalde- olma özelliğini de kaybetmiş olacaktır. İşte bu bilim insanı Kopernik, Darwin, Freud üçlüsünün son halkası olmayı hak edecektir.

 Buradan tabii ki Turing'in büyük bir düşünür olmadığı anlamı çıkmaz. Egzantrik kişiliği ve trajik ölümü aslında içimizden çıkan dahilere ne derecede gaddarca muamelede bulunduğumuzu ve bunun Sokrat'tan Galile'ye, Bruno'dan günümüze pek değişmediğini hatırlatması açısından önemli bir hayattır Turing'inki. Sırf cinsel kimliği yüzünden gördüğü insandışı muamele, ülkesi için yaptıkları tamamıyla gözardı edilerek “bir hasta” gibi hormon tedavisine alınması ve bunların sonucunda genç yaşında kendi hayatını sonlandırması, vicdanı olan her insanın içini parçalayacak, trajik bir hikayedir. Sanırım “Apple” firmasının ısırılmış elma resmini, ne zaman görsem, Turing'in siyanür şırıngalayıp ısırdığı elma gelecek aklıma. Elmayla biten bir hayat, elmayla başlayan milyonlarca hayat… (Sadece bilgisayarların değil, insanın yeryüzündeki serüveni de Adem’in yediği elmayla başlar. En azından Güneybatı Asya dinlerinde durum böyle anlatılır.)

Bitirirken şunu da ekleyeyim; çok yaklaştık demekle hedefe ne kadar kaldığını bilmiyoruz demek arasında teknik açıdan ciddi bir fark yoktur. Yazının insanlık tarihine girdiği zamandan beri süregelen bilişsel gelişimimiz aslında insan soyunun toplam tarihine kıyasla çok ama çok kısadır. Belki de tıpkıbasımlarımızı yapmak için henüz çok erken, belki de bilinç cidden evrimin intiharının ta kendisidir. O “dystopia” adı altında toplanan binlerce bilim kurgu masalı insanın korkması gereken kaçınılmaz geleceği anlatıyor olabilir. Bunları da maalesef henüz bilemiyoruz. Ne olursa olsun, gelecek, insanların ve robotların kardeşçe yaşayacağı, birbirlerini sömürmekten ve birbirlerine işkence etmekten vazgeçeceği, acının en az düzeye indirilip, mutluluğun zirve yapacağı yarınlara gebedir. İnsanların birbirlerine yaptıklarını görünce, kendisine köle olsunlar diye yarattıkları robotlara nasıl davranacaklarını tahmin etmek çok da zor değil aslında. Spielberg’in “Yapay Zeka” filmindeki, arenada insanların zevk için robotları parçalamaları sahnesini hatırlayın. Orada arenaya çıkma sırası bekleyen robotun “Tarih tekerrür ediyor” demesi boşuna değildir. (Romalılar köleleri arenalarda öldürür ve o iğrenç manzaraya bakıp, yarattıkları histerik zevk havuzunda topluca yüzerlerdi.) Biz yine de naïf rüyamızı koruyalım, insanın insan yapan özelliklerinden birisi de sahip olduğu ütopyalardır sonuçta.

DN: Geçen hafta sonu, okuldan bir öğretmen arkadaşla birlikte, Bilişim Semineri için Nesin Matematik Köyü'ne gitmiştik. Bu yazıyı orada dinlediğim, konunun uzmanı olan psikolog, matematikçi, fizikçi, felsefeci, bilgisayımcı ve sinirbilimci akademisyenlerin verdikleri ilhamlar yardımıyla yazdım. Köyde aldığım notlara bakarak yazayım dedim ama her zamanki gibi bir defa yazmaya başlayınca, kağıda yazdığım pek çok teknik detay gözüme gereksiz göründü. Bir algoritmanın kısır döngüye gireceğini anlayabilen, ikinci bir algoritmanın asla yazılamayacağının, matematiksel kanıtını burada anlatmak abes kaçardı. Bu yüzden elimden geldiğince teknik detaylardan uzak kaldım ve sadece matematikçilerin değil herkesin anlayabileceği bir dille yazdım. Çok derli-toplu bir yazı olmadığını itiraf etmeliyim. Hatta seminere gitmeden önce kafamda daha net görüşler vardı yapay zeka hakkında. Seminerden sonra sorular arttı, kuşkularım tavan yaptı. Bu yönüyle seminerin çok faydalı geçtiğini söyleyebilirim. En azından kendime ufak bir okuma listesi çıkardım ve yakın bir zamanda kitapları edinmeye ve okumaya başlayacağım. İyi bir seminerden de beklenen bu olmalı zaten, yanıtları vermek değildir öğretmenin işi, insanı düşünmeye, araştırmaya ve soru sormaya teşvik etmektir.
Seminer için  http://turing.logosseminerleri.org/ sayfasına bakabilirsiniz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder