Bu Blogda Ara

18 Mayıs 2012

Bilim ve Ahlak


“Batının bilimini alalım, ahlaksızlığını almayalım.” cümlesiyle büyüdü bizim neslimiz. Batı bir yandan arabalar, bilgisayarlar, cep telefonları, uzay roketleri yapıyorken, bir yandan da ahlaksızlığın dibine vuruyordu güya. Biz müslüman Türkler çok ahlaklı, çok vicdanlı olduğumuz için diyorduk bunu. Evlilik öncesi ilişkileri hoş karşılamasıyla, eşcinselliği doğal bulmasıyla, ailecek içki içmedeki rahatlıklarıyla, erken yaşta gönül ilişkileriyle tanışmalarıyla ve isteyene istediğini elde etme olanağını veren özgürlükçü tutumuyla; Anadolu müslümanında kıskançlık noktasına varan bir nefrete yol açıyordu, batının bu dillere destan ahlaksızlığı. Bu yüzden batıdan bilimi ve tekniği almalı, onların ahlaksızlıklarına sırt çevirmeliydik. Sadece batıya değil, onu olduğu gibi içimize getirmeye çalışan düzenbazlara da kızıyorduk. Özgürlük, esarete alışmış bedenimize bol geldiği için çemkiriyorduk onu üzerine oturtmaya çalışanlara; etiketi yapıştırıyorduk hemen, “entel”, “lümpen”, “görgüsüz”, “batı borazanı”, “oryantalist” gibi yeni keşfedilen, anlamını bile tam kavrayamadığımız sözcüklerle...

Slogan haline gelen bu ifade sadece bir neslin değil, belki bin yıllık geri kalmışlığımızın da mührü durumundadır aslında. Gerileme dönemi Osmanlı padişahlarından tutun, devrim yapacağız diye faşist fikirlerle binlerce masumun kanına giren İttihat ve Terakki’ye kadar hep savunuldu bu tuhaf fikir. Batı, bilimde ve teknikte iyiydi ama ahlak noktasında çökmüştü. Onun bu çökmüşlüğünden ders alıp, kendi ahlaki anlayışımızı, temelleri 1400 yıl öncesine dayanan bir yaşam tarzını topluma yansıtmalıydık. Ancak bu şekilde korunabilirdik dalga dalga üzerimize gelen çirkefliklerden. Yaptık da, bilimi ithal ettik. Cep telefonu yapamadık ama kullanmayı öğrendik, araba yapamadık ama onların fabrikalarında işçi olduk, bilgisayar yapamadık ama parçalarını toplayıp satmayı öğrendik. Bilgi üretemedik ama tüketimde bir numara olduk. Vel hasılı kelam; yürüdük, yürüdük, yürüdük, ama bir arpa boyu yol kat edemedik.

Bunca yıldır gündemde olmasına rağmen hâlâ tek bir gelişmiş İslam ülkesi yoktur dünyada. Neden? Zengin olanlar var doğal kaynaklardan dolayı ama bilimde ve teknikte dünyaya örnek olabilecek, bilim insanları yetiştirecek, onları insanlığın hizmetine sunacak birileri çıkmış değil henüz. Eğitime harcanan milyarlarca dolara rağmen yok, batıdan getirilen misafir profesörlere rağmen yok, ultra-modern kampüslere ve o kampüslerdeki en gelişmiş laboratuvarlara rağmen yok... Tek tük Mısır’dan, Türkiye’den, Hindistan’dan müslüman bilim insanları çıksa da bunların çoğu eğitimlerini batıda yapmış, batı kültürüyle yetişmiş insanlar. Dolayısıyla müslüman bilim insanı olarak anılmayı ne kadar hak ediyorlar, sorulması gerekir.

Yaptığımız ve görünen o ki ileride de yapmaya devam edeceğimiz en büyük hata bilimi diğer toplumsal dinamiklerden bağımsız bir olgu olarak algılamamızdır. Oysa bilim etrafındaki pekçok siyasi ve toplumsal gelişmeye organik bir biçimde bağlıdır. Tek başına var olamaz, dışarıdan ithal edilemez, belli şartların yerli yerinde gerçekleşmesinden sonra, zamanla gelişir, dallanıp budaklanır, meyve vermeye başlar. Antik Yunan’ı felsefe ve bilim için cennet haline getiren etkenler deniz ticaretiyle zenginleşen halk ve kentleşmenin getirdiği ehilleşmeyle ortaya çıkan boş zaman bolluğudur. Coğrafi keşiflerin sonucunda zenginleşen, rönesansla tanrı-merkezlikten insan-merkezliğe dönen ve reform hareketiyle kiliseye karşı savaşı kazanmaya başlamış olan batı toplumu geliştirebilmiştir modern bilimi. Durduk yere çıkmamıştır Newtonlar, Gausslar, Galileolar... 

Ortaçağda, Yunanca’dan çevirdikleri eserleri yorumlayıp, dünya bilimine katkıda bulunan müslümanları da aynı çerçevede inceleyebiliriz. Çölde, doğal kaynaklardan ve toplumsal hayattan uzak yaşayan Araplar; ele geçirilen ganimetlerle, fethedilen topraklar üzerinde kurulan kentlerde, kurumsallaşmış eğitimle, kendilerinden önce varolmuş kadim medeniyetlerin arkada bıraktıkları eserlerle ve en önemlisi ehilleşmenin getirdiği boş zamanla tanıştılar. Bunun sonucunda da bilim, felsefe ve matematik, üzerinde gelişip serpileceği uygun bir zemin bulmuş oldu.  Fakat maalesef bilim İslam  dünyasında hiçbir zaman halk tabakasına yönelme çabasına girmedi, giremedi. Saf zihinleri iğfal etmemek için İslam alimleri bilgiye ve felsefeye sınırlar getirmekte gecikmediler. Ortodoks İslam kendisi dışındaki tüm akımların önünü tıkamak için ciddi bir kampanyaya girişti. Öyle ki bundan sadece Şiiler değil, bugün yine post-modern kitle tarafından “çeşitlilik” bahanesiyle kabul gören sufilik de etkilendi. Bir süre sonra da eli kolu bağlanan bilim insanları, tamamıyla tarih sahnesinden silindiler, kaybolup gittiler.

Gazali’nin İbn-i Rüşd’e karşı Tehafüt-el Felasife’de yazdıklarıyla felsefeyi adeta bir düşman olarak görmesi aslında müslüman coğrafyada bilimin önünün kesilmesinin başlangıcı olarak görülebilir. Öyle ki günümüzdeki müslüman alimleri Gazali’den sonra pek bir mesafe kat edememişler, bin yıllık bir durağanlığı kime ve neye atfedeceklerine karar verememişlerdir. Günümüzün post-modern dindarları her ne kadar Gazali’nin nedensellik karşıtlığını Hume’un eleştirileri derecesinde alkışlasalar da aradaki farkı görememek, basiretsizlikten başka bir şey değildir. Hume her şeye rağmen bilimi savunan, nedensellik sorunsalının çözümsüzlüğünü insan psikolojisine veren bir tutumu benimsedi. Gazali ise pamuğun yanmasını Allah’ın iradesiyle izah edip, bilimin içine asla yanlışlanamayacak bir öğe soktu. Aradaki fark İslam ve batı uygarlıkları arasındaki uçurumu da izah eden bir çatallaşmanın en ilkel halidir. 

Oysa bilime gerekli olan “her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen” bir Tanrı değildi. Çünkü Tanrı’yı denkleme dahil ettiğimiz zaman her türlü soru şıp diye çözülür; düşünmeye, kafa yormaya hiç gerek kalmaz. Ne diye uğraşsın o zaman bir fizikçi ışığın neden kırıldığını izah etmeye? Tanrı öyle istiyor der, çıkar işin içinden.  Zaten öyle de olmuştur. Pek çok İslam düşünürü bilim yapmak ya da bilimi teşvik etmek yerine Kur’an’daki bilimsel mucizelere yönelmiş, kişisel yorumlar eşliğinde kutsal kitabın sayfalarında elektriği, televizyonu, telefonu, büyük patlamayı, yedi kat göğü keşfe girişmişlerdir. Gazali’yle son bulan felsefi ve bilimsel merak yavaş yavaş yerini bilim düşmanlığına ve yobazlığa bıraktı. İslam’ın bilime katkılarını her fırsatta konu edinen yazarlarımız neden acaba son sekiz yüz yılda İslam’ın bilimle bir türlü barışamadığı üzerine bir şeyler yazmıyorlar? Bu barışamamanın, bu bozukluğun nedeni nedir?

Düşünürlerimiz (Ya da düşünmezlerimiz mi demeliyim?) bunun nedenini araştırmak, işin derinine inmek yerine, kolaya kaçıp, “Batının bilimini alalım, ahlaksızlığını almayalım.” sloganına sarıldılar. Oysa kimse kendi ahlaklılığımızı ölçmeye yeltenmedi. Kendi halkının üzerine bomba yağdırmak mı ahlaklılıktı, yoksa provakasyon var diye ozanların ve yazarların bulunduğu bir oteli ateşe vermek mi ahlaklılık oluyordu? Peki ya maçlara şike karıştırmak, peki ya devlete ağır ağır sızmak, peki ya televizyondaki erkeğe baktı diye eşini dövmek, peki ya 13 yaşındaki kızı erkeklere pazarlamak, peki ya dolandırmak, çalmak, yağmalamak, sömürmek, öldürmek, haklarından mahrum etmek, sürgüne göndermek, ırkçılık yapmak, peki ya namusumuz temizlensin diye kızını öldürmek, hapse düşmeyeyim diye bunu 15 yaşındaki yeğenine yaptırtmak? Bunlar ahlaklılık mı oluyordu? En azından batı dürüst davranıp, toplumu rahatsız etmediği sürece, ne yaparsanız yapın diyor bireylere. Gerisine karışmıyor. Keşke biz de o kadar “ahlaksız” olabilsek.

Yukarıda da dediğim gibi, bilimin bir toplumda gelişmesi için o toplumun kafa yapısının değişmesi gerekir. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği gibi ithal beyinlerle, teknoloji tüketimiyle, yabancı şirketlerin fabrikalarını burada açmakla bilim gelişmez, tam tersine geriler. Var olan cevheri de yitiririz. Bilimin gelişeceği toprakta özgürlük olmalıdır, insan-merkezcilik olmalıdır, tabulara karşı gelebilen güçlü bir sanatçı topluluğu olmalıdır, insan başkalarını rahatsız etmediği sürece istediğini istediği zaman yapabiliyor olmalıdır, yüksek zekâlılara verebileceğin kaliteli eğitim olmalıdır, bilimin üstünlüğü noktasında toplumun bilinci olmalıdır, bilim insanına saygı olmalıdır, bilimin önünde hiçbir engel tanınmamalıdır, ahlak ve toplumsal adetler bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirilip yeniden şekillendirilmelidir... Ancak toprak verimli olursa nitelikli ürün alabilirsiniz. Yoksa daha çok mırıldanırız biz aynı lakırdıları. Daha çok sayarız yerimizde. Daha çok kavga ederiz ahlaksız bilimle, Don Kişot’un yeldeğirmenlerine saldırması gibi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder