Bu Blogda Ara

25 Temmuz 2016

Moğolistan Notları 11-15

11

Hayvan sayısının insan sayısının on katından fazla olduğu bir ülkede etsiz yemek bulmanın zor olacağını tahmin ediyordum Sonuçta, Moğolistan’da tarıma uygun araziler çok az. Dolayısıyla sebze ve meyve ürünleri ya çok az üretiliyor ya da dışarıdan temin edildiği için pahalıya mâl oluyorlar. Buna rağmen Ulanbator sokaklarında gezerken pek çok etyemez (vejetaryen) lokantasına rastladım. Hindistan lokantaları zaten etyemezler için çölde bulunan vaha gibi bir şey ki en az üç tane Hindistan lokantası vardı. Çin’de (Çanco’da) çektiğimden daha az sıkıntı çektim Moğolistan’da etsiz yemek bulma konusunda. Bizdeki pişiye benzeyen, içine normalde etli ve soğanlı bir harç konan yağda kızartılmış ekmeklerin (Moğolca adı: Kuşhuur. Kırım Tatarları’nın ulusal yemeğiymiş ve adı çiburekki imiş. Bizdeki adı da doğal olarak çiğ börek.) patatesli ve peynirli olanları vardı mesela. Yine hemen her lokantada sebzeli kızartılmış nudıl bulmak mümkündü. Tofulu, mantarlı, çökelekli, bol sebzeli hamur işleri (pizza ya da pide türü gıdalar) benim iştahımı en çok kabartan ürünlerdi. Yemek yediğimiz mekânların içinde vegan (süt, yumurta, tereyağı gibi hiçbir hayvani gıdayı yemeyen) olanlar da vardı. Gerçi ben Moğolistan’da vegan olmak için ciddi bir neden göremedim. Pek çok veganın hayvani ürünlerden uzak durmasının nedeni hayvanların yaşarken sefil ve mutsuz bir hayat yaşıyor olmalarıdır. Pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede tavuklar bir kere bile güneşi görmeden dev çiftliklerde tutulurlar, daha sık yumurtlamaları için ya da daha çabuk büyümeleri için suni ilaçlarla beslenirler. Aynı şey inekler ve domuzlar için de geçerlidir. Dolayısıyla; veganlar süt, tereyağı, yumurta gibi ürünleri tüketerek bu zulme ortak olmak istemezler. Tutarlı bir yaklaşım olduğunu bilsem de yumurtadan ve sütten uzak durmayı göze alamadığım için vegan olmayı hiç denemedim. Yalnız, Moğolistan vegan olunacak en son ülkelerden birisi olmalı. Burada hayvanlar gayet mutlu bir şekilde yaşıyorlar. İnsanlardan bile daha mutlu olduklarını söyleyebilirim, eğer böyle bir karşılaştırmayı yapmama izin verilirse. Ölecekleri âna kadar çok bir keder, sıkıntı çektiklerini sanmıyorum. Uçsuz bucaksız çayırlarda sabahtan akşama kadar otluyorlar, yatıp yuvarlanıyorlar; beeeliyorlar, mööölüyorlar. Sütleri makinelerle değil, elle sağılıyor. Yünleri baharda kırpılıyor ki kışa kadar yeteri uzunluğa erişsinler. Keşmir denilen ve çok pahalı olan yünü elde etmek için keçiler kırpılmıyor bile. Sadece tüyleri taranıyor ve tarakta kalan parçalardan ip elde edilip; kazak, çorap, eldiven gibi ürünler üretiliyor. Kısacası boğazlarına bıçak dayanacağı âna kadar mutlu mesut yaşıyorlar. İnsanın günlük hayatın keşmekeşinde oflayıp puflayarak yaşamasının yanında çok daha iyi bir konumdalar. Bir gün öleceklerini bilmiyor olmaları, yani insan gibi bir öz bilince ya da farkındalığa sahip olmamaları –Bunu biz iddia ediyoruz. Hayvanların bu konuda ne gibi bir hipotezleri var bilmiyoruz.- bu açıdan bakınca işlerine geliyor. Sonuçta insan, ölümlü olduğunun farkında olduğu için ölümsüzlük peşinde koşar ve çoğunlukla bunu yaparken kolaya kaçtığı için kendisini türlü masallara ve gerçek dışı efsanelere inandırır. Âdemin cennetten kovulması hikâyesi de aslında insanın öz bilince kavuşmasıyla eşdeğerdir. Memnu meyve bilincin ta kendisidir. Ona kavuştuğu anda –yani meyveyi yediği anda*- huzuru kaçar, varoluşsal sancıların esiri olur. Çünkü insan cennetten kovulmakla, yani kendisini fark etmekle, ölümlülük hastalığına maruz kalmıştır. Cennetteki sonsuz hayata kavuşması için bilincinin sonsuz olduğuna inanması gerekir. Bu da din dediğimiz kurtarıcıyı ortaya çıkarır. Herhangi bir dinin ilkelerine bağlanmayan insan ise ölümün yok ediciliğinden kaçmak için sanata / bilime sığınır. Çünkü sanat ve bilim, insana tam anlamıyla ölümsüzlük bahşetmese de binlerce yıl sürecek uzun bir ömür kazandırır. İnsanlığın ortak hafızasında yer bulmak, en az dinsel mükâfatlar kadar albenilidir faniliğine çare arayan insan için. Bu iki ilacı (din ve sanat/bilim) birbirinden ayrık iki küme olarak algılamamak lazım, kesiştikleri noktalar da vardır. Hayvanların ölüm hastalığının farkında olmamaları onları hem daha huzurlu, hem daha barışçıl yapar. İnsanın vahşette sınır tanımaması, az sayıdaki kaynağı paylaşamamanın getirdiği kavgalar dönüp dolaşıp kan ve gözyaşı halinde bulur zayıf varlığımızı. Neyse, konu Moğolistan’dan iyice uzaklaştı. Burada keseyim.  

* Yasak meyvenin bir emre itaatsizlik ve otoriteye başkaldırma olarak algılanması dinlerin tarihi açısından da geç bir döneme denk gelir. Örneğin, İslam’ın emekleme devrinde inen (yazılan, ortaya çıkan) ayetler merhametten, şefkatten, adaletsizliklerin karşılıksız kalmasından söz eder. Neden? Çünkü İslam’ı ilk omuzlayanlar yoksul halk sınıfıdır, kölelerdir, kadınlardır. Emre itaatsizlik, isyan gibi kavramlar onlar için pek bir şey ifade etmemektedir. Oysa, İslam yeterli güce sahip olup siyasi bir otorite haline gelince ortaya çıkan Kuran ayetleri cezalardan, itaatten, hiçbir sözüne itiraz edilemeyecek olan bir Allah kavramından söz eder. Bu durum dinin sosyopolitik yanıyla ilgilidir. Benzeri bir durum Hristiyanlık inancında da görülebilir. İlk Hristiyanlar köleler ve yoksullardır. Ne zaman ki Hristiyanlık güçlü Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olmuştur, o zaman her türlü isyanı bastırmak, her türlü itaatsizliği cezalandırmak için bir araç haline getirilmiştir. 

12

Gandantegchenling Manastırı, şehrin merkezine bir buçuk kilometre uzaklıkta. Yürüyelim dedik. Hava çok sıcak ama Tayland’da, Vietnam’da çok daha sıcağını gördüm ben. Elimizde telefonlar, ekrandaki okun yönlendirmesiyle –bozulan oyuncağı yeni tamir edilmiş bir çocuğun hevesiyle-  bulduk yolumuzu. Şehir o kadar ufak ki birkaç dakika içinde tüm o cafcaflı kafeler, lokantalar; gölgesinde yürümekten zevk aldığımız yüksek binalar yerlerini toprak yolun kenarına yapılmış derme çatma barakalara bırakıyor. Burası bir ger (yurt) varoşu, yani göçebe hayatı bırakıp şehirlere yerleşen insanların ilk denemelerinin şekillendirdiği bir çeşit gecekondu mahallesi. Evlerin etrafı en az iki metre boyunda, diklemesine birbirine eklenmiş tahta bloklardan yapılma çitlerle çevrilmiş. Çitlerin arkasında ise kimisi derme çatma, kimisi tuğlalı ve çatılı evler, güneşin altında kurumaya bırakılmış meyveler gibi bize bakıyorlar. Sınırların olmadığı çayırlardan gelen insanın, sınırları belli etme konusundaki aşırı hassasiyet göstermesinin bir sonucu olsa gerek bu gördüklerimiz. Daha doğrusu; sınırlara alışık olmayan Moğolistan insanının, ilk defa karşılaştığı bu kavramla girdiği zor sınavın bir sonucu, bu ve bunun gibi pek çok mahalle. Yol boyunca ilerledikçe hem Moğolistanlı hem de yabancı insanların sayısı artıyor. “Demek doğru yoldayız” diyorum içimden. Salaş dükkânların, sıska köpeklerin ve sokakta oynayan yüzleri güneşten karamış mutlu çocukların arasından yürüyerek aradığımız ulu mekâna ulaşıyoruz. Manastır, bir yokuşun üzerinde, çok da öyle beklediğim gibi ihtişamlı bir görüntüye sahip değil. Zaten bu ziyaret ettiğimiz yer manastırın kendisi de değil, 1994’te restore edilmiş hali. Bugünkü manastırda orijinalinden kalma bir tek sütun varmış. Diğer kısımlar restore sırasında yeniden yapılmış, tamir edilmiş, boyanmış. Kapıdan girer girmez karşımıza çıkan dev Avalokitesvara heykeli 26,5 metre boyunda ve 1996 yılında yeniden yapılmış. Onun iki yanında, kendisinden ufak boyutlarda yapılmış, birisi kızgınlığı ve cezayı temsil eden, diğeri merhameti ve mükâfatı temsil eden iki heykel daha var. Mekân bir ibadethane olarak işlevini sürdürdüğü için buraya gelen Budistler, içeri girer girmez dev heykelin önünde ellerini birleştirip dileklerini diliyorlar. Ardından da heykelin etrafında, tapınağın duvarları boyunca tur atıyorlar. Tur atarlarken de kenarlara konmuş altın renkli büyük tenekeleri –başka kelime bulamadım- elleriyle çevirmeyi ihmal etmiyorlar. Gelenlerin çoğu önlerine çıkan tüm bu kutsal tenekeleri çevirme yarışına girseler de bazıları, tenekelerin önündeki yazıları okumadan eyleme geçmiyorlar. Bu yazılarda hangi tenekenin hangi derde deva olduğu belirtilmiş. Sınavdan iyi sonuç almak için şunu, hasta bir yakınınız için ileridekini, sağlıklı bir çocuk doğurmak için beridekini çevirmelisiniz. Buna benzer bir durumu Çin’deki ve Japonya’daki tapınaklarda da görmüştüm. Özellikle Japonya’da gezdiğim tüm tapınaklarda, neredeyse tüm bağışlar bu tarz bir sisteme bağlanmıştı. 10 TL - 50 TL verip, okunmuş (belli bir kutsallığı olan) ve hangi dileğin gerçekleşmesini sağlayacağı belirlenmiş olan muskayı alıyorsunuz. Paranız tapınağa bağış olarak gidiyor. Siz de sınavda başarılı olacağınıza inandığınız için daha çok çalışıyor –Zaten oraya da sınavda gerçekten başarılı olmak için geldiniz, yani çok çalıştınız, yani sınav sizin için çok önemli, önemli olmasaydı ne işiniz var ülkenin en kutsal mekânlarından birisinde?-, başarılı olduktan sonra da “Dileklerim kabul oldu. İyi ki o muskayı almışım.” diyorsunuz. Dinsel inanç da varlığını ve insanların zihinlerinde yer tutan iç tutarlılığını, bu “placebo effect”in yardımıyla korumuş / sürdürmüş oluyor.

13

Hedefte, Sovyetler Birliği – Moğolistan halklarının kardeşliğinin simgesi olarak yapılmış Zaijan Anıtı var. İkinci Paylaşım Savaşı’nda hayatını kaybeden (Moğol sınırında, Berlin savunmasında vb) Sovyet askerleri için inşa edilmiş olan bu anıt şehrin neredeyse dışında denilebilecek, şehrin tamamını gören bir tepenin zirvesinde. Yürüyerek gidemeyeceğimizi bildiğimiz için yolda birisine sorduk. Adam benimle Rusça konuşmaya çalıştı önce. Rus olmadığımı anladığında da yanındaki iki genç kızdan (beraber tur broşürü dağıtıyorlar) birisine bize yardımcı olmasını söyledi. Az ileriden sola dönüp, yeşil otobüse binecekmişiz. Yeşil otobüslerin biletlerinin fiyatı diğerlerinin iki katıymış. Son duraktan iki durak önce inecekmişiz. Teşekkür ettik ve durağa gittik. Otobüslerde bilet değil de para geçtiği için para bozdurmamız gerekiyordu. Durağın arkasındaki büfede çalışan çocuğa derdimizi anlatamadığımız için dondurma almak zorunda kaldık. Tam dondurmaları elime almış, paranın üstünü bekliyordum ki otobüs geldi. Paldır küldür otobüse bindik binmesine ama derdimizi şoföre nasıl anlatacağız? Telefondaki resmi gösterdik, ter içindeki şoför gülümseyerek başını salladı. “Tamam” dedik biz de, “anlamıştır herhalde nereye gittiğimizi. Bizi gereken yerde indirir.” Yoksa, iki yabancı neden binsin yerel otobüse, neden gitsinler nerede olduğunu bile bilmedikleri bir yere! Biz böyle umutlandık ama meğer şoför bizi anlamamış. Ha şimdi, ha bir sonraki durak derken son durağa geldiğimizi fark ettik. İnince, hesap sorar gibi şoföre resmi bir daha gösterdik. Bir bize baktı, bir de arkamızdaki tepeye. Önce sırıttı, (Unuttum ben sizi ya, kusura bakmayın der gibi!) sonra da parmağıyla gerimizde kalmış olan tepeyi işaret etti. Geçmişiz tepeyi. Tabana kuvvet yürümeye başladık yine. Neyse ki hafif de olsa yokuş aşağıya iniyoruz. Çıkmamız gereken tepeye yaklaşınca fark ettik ki tepeye giden iki yol var. Birincisi, insanların tırmanarak yaptığı ve anıta ters yönden ulaşan toprak patika; diğeri ise ön tarafta kaldığı için bizim görmediğimiz ama rehberde sözü edilen merdivenli yol. Tepenin etrafını dolanmak yerine, tepeye tersten tırmanmayı tercih ettik. Toprak patika yoldan, kimi zaman otları ya da kaya parçalarını, kimi zaman dallarına renkli çaputlar bağlanmış ağaçların gövdelerine tutunarak tırmandık dik yokuşu. Anıt yuvarlak bir şekilde inşa edilmiş, merkezinde camdan bir piramit var. Çemberin etrafını çevreleyen duvarlara Sovyet-Moğol kardeşliğini simgeleyen kabartmalar yapılmış. Bunlardan bir tanesi ilgimi çekiyor. SSCB’nin desteğiyle uzaya çıkmış Moğolistanlı bir astronot yanındaki Rus astronot ile birlikte resmedilmiş. Kendime sormadan edemiyorum tabii ki, bizim ülkemiz bunca yıldır ABD’nin müttefiki, neden bir tane astronotumuz yok NASA’nın yardımıyla uzaya çıkmış olan? Nüfusumuzun Moğolistan’ın nüfusunun 27 katı olduğunu da hesaba katınca soru daha bir önem kazanıyor. Bu nasıl ittifak diye ikircikleniyor insan! Hem zaten nasıl müttefikse tüm darbelerin arkasından ABD’nin karanlık güçleri çıkıyor. Nasıl ittifaksa devletin içine sızan yasadışı bir oluşumun (örgüt kelimesini bilerek kullanmıyorum) başını ülkesinde besliyor, yeri geldiği zaman ondan bilgi alıyor, yeri geldiği zaman ona okul açma (charter schools) izni veriyor. Fotoğrafları çekip, anıtın ön tarafına gelince Ulanbator şehrini görüyorum tüm çıplaklığıyla. “Sana dün bir tepeden baktım aziz Ulanbator” diyerek şehrin panoramik fotoğraflarını çekiyorum. Her şeyin çok küçük görünmesi, yanlarında yürürken insanda aşağılanmışlık hissi uyandıran o dev binalar şimdi ayağımızın altında, kafasını kaldırmaya çekinen utangaç bir öğrenci gibi ezik büzük… Bu sırada gözüme, merdivenlerin bittiği çizginin köşesinde sessiz sakin bekleyen bir kartal ilişiyor. Evet; serçe değil, güvercin değil, şahin ya da doğan da değil. Kanat genişliği iki metreye kadar uzayan, pençeleriyle yakaladığı bir kuzuyu alıp götürebilen, onlarca metre yüksekten uçarken bile otların arasında koşan bir fareyi görebilen yetişkin bir kartal bu. Orada öylece durmasının nedeni, güneşlenme arzusu değil tabii ki. Ayağı zincirli, sahibine para kazandırmayı bekliyor. Zaten ben kartala azıcık bakınca, köşede gölgede oturan adam hemen yanımda beliriyor. “Bir fotoğraf 2000 Tukrik” diyor. Yani 3 TL verirsem, bu kartalı koluma alabileceğim. Kartal onun komutunu dinleyip, hiçbir nedeni yokken kanatlarını açacak. O da beni ve kartalı tam bu anda fotoğraflayacak. Sonra ben bu fotoğrafı sevdiklerimle paylaşacağım, herkes çok beğenecek, kendimle nedensiz yere gurur duyacağım…  “Hayır istemiyorum” diyorum hiç düşünmeden. Kendisi gölgede otururken; havada özgürce uçup, çayırlarda kendisine yakışır şekilde avlanması gereken bu kuşu zincirlerle bağlayıp, güneşin altında bekleten adama para verirsem onun zulmüne ortak olurum. Ayrıca; yapmacık bir fotoğrafın, yapmacık bir hareketin ve hatta yapmacık bir ânın ne değeri var insanın hayatında? Ne kartal zevk alıyor yaptığından ne de ben korkuyorum onun bu kontrollü güç gösterisinden. Zaten ikimizin aynı resimde olması bile absürdün âlâsı değil mi? O halde ne anlamı var tüm bu turistik şarlatanlığın? Hayvanları kullanarak, onların yaşamlarını sömürerek ve onlara başka bir seçenek bırakmayarak kendimize kazanç sağlamaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Ne zaman anlayacağız, onların da en az bizler kadar bu dünyanın bir mirasçısı olduklarını? Ve ne zaman kavrayacağız bizim sömürme / kullanma arzumuz yüzünden dünyanın gitgide içinde yaşanmaz bir çöplüğe dönüştüğünü… İçim sızlıyor ama adama bir şey diyemiyorum. Çünkü bana ne yanıt vereceğini biliyorum. “Ekmek parası.” diyecek, “Evde iki çocuğum var.” diyecek. Ne yanıt vereceğim ben o zaman? Hafakanlarıma daha çok yenik düşüp, tereddütler içinde boğulmadan merdivenlerden aşağıya inmeye başlıyorum. Bir ara gökyüzüne başımı çevirdiğimde, çok çok yükseklerde siyah bir çizginin daireler çizdiğini fark ediyorum. İçimden haykırıyorum ona, “Gelme buralara sakın; gök senin, bulutlar senin, yağmur ve rüzgâr senin. Gelme ki ne senin özgür ruhun ne de insanın aklıyla bedeni arasında sıkışıp kalmış olan vicdanı daha fazla kirlenmesin!”  

14

Benimkisine çöl denmez ya, yine de züğürt tesellisi. Kumu, güneşi, develeri görünce hevesleniyor insan. Rehberimize göre Gobi Çölü’nün kıyısındayız. Arkamızda, üzerinden arabaların vızır vızır geçtiği bir karayolu var. Uzaklarda, adlarını bilemediğim yüksek dağların silik silueti, sağımız solumuz gerlerle (çadır evlerle) çevrilmiş. Az geride, çadırın yanındaki kazığa bağlanmış bir deve acı acı inliyor.  “Biraz yürüyelim, çölü hissedelim.” diyoruz. Rehber “Çok uzaklaşmayın. Şoför bekliyor.” diye uyarıyor. Çöl kumlarına bata çıka orta yüksekte bir kum tepesine tırmanıyorum. Bağdaş kurup oturuyorum zirveye, hakkını almaya gelmiş bir mirasyedi gibi inatçıyım. Güneş, bulduğu her delikten yakıyor tenimi ama kararlıyım ben, çölü konuşturana kadar yılmayacağım bu sevdadan. Kapıyorum gözlerimi, üfül üfül esen rüzgârın sesine veriyorum kulağımı.  Bekliyorum bir süre ama yok, hiç de çöl gibi hissettirmiyor burası. Daha ileriye, çok daha ileriye, yönün ve doğrultunun anlamını yitirdiği boşluk denizinde atmalıyım adımlarımı. Daha sıkı kapıyorum gözlerimi. Öyle ki rüzgârın dili olmuş kum parçacıkları benimle konuşmaya başlasınlar. O kadar derine işlemeliyim ki her bir tepe, her bir gölge, her bir vaha, bulutların ihanetinden arınmış masmavi gökyüzü; kaybolmuş yavrusunu bulur bulmaz bağrına basan bir anne gibi kucaklasın beni. İkinciye, üçüncüye çıkıyorum. “Çölde Çay”ın kahramanları gibi umutluyum. Bir süre sonra kayboluyor medeniyet namına ne varsa arkamda. Ve işte nihayet, nihayet ortasındayım kumun ve güneşin. Ben ben değilim artık, çölün ta kendisiyim. Her bir hücresi ayna görevi gören dev bir yansıtıcıyım boşluğun merkezinde. Çevresi her yerde olan ama merkezi hiçbir yerde olmayan bir küreyim adeta!  Ortasındayım kaybolmuşluğun, ortasındayım labirentlerin en karmaşığının. Çünkü çöl, tercih edilebilirlik açısından tüm yönleri eşit hale getirmesiyle labirentlerin en acımasızıdır kimine göre. Sonsuz alternatif arasında kalan insan çareyi hareket etmemekte de bulabilir, tek bir yönde hiç sapmaksızın ilerlemekte de! Kum tepelerinin sürekli yer değiştirdiği, kendi ayak izlerinin bile birkaç dakika içinde sana ihanet ettiği, kumun eriten ve soğuran gücüyle her şeyi çürüttüğü bir yerde insanın –benin- yitmişliğinin de bir anlamı kalmaz aslında. Orada sonsuzla sıfır aynı anlama gelir, orada ışık ve karanlık birbirini tamamlayan iki yapboz parçasına dönüşür. Çöl, tüm ihtişamı ve yalnızlığıyla, insanı alnından öperken ayağından çürütmeye başlar. Zamandır çünkü o, mekândan yakasını kurtarmış salt zaman. Onun yanında insan hiçliğin sınavına maruz kalan tembel bir öğrenciden başka bir şey değildir. Çünkü düşmüşü çölün vahşi ağzından kurtaracak olan ne akıldır ne de zekâ. Bilinç, bir suikasta hazırlanan bir casus gibi saklanır kumların arasına. Ve sen, kendi etrafında döndüğün zaman kendini görürsün sadece. Çöl sensindir artık; ruhunla, bedeninle esiri olmuşsundur seçimlerinin. Kumlara saplanmış ahşap bir merdiven araman beyhudedir ama aramadan da duramazsın. Varsa yoksa aynadır çöl, varsa yoksa senin sefil imge hazinendir. Orada başlar ve orada son bulur şiirlerden arta kalan tortular. Sonra bir ses gelir arkadan, tanıdık bir ses çağırmaktadır seni geride bırakamadığın uygarlığa. Tepelerin yerini düzlüklerin, kumun yerini asfaltın, belirsizliklerin yerini önceden yapılmış yolların aldığı bir kulvara davet edilirsin. Bu kulvarda her yaratış özgürlükten verilmiş bir ödüne bedeldir ama hazırsındır bu bedeli ödemeye. Koşa koşa gidersin ve binersin arabaya, gövdeni ait olduğu yumuşaklığa salarsın ve unutursun kumun yüreğine sapladığı keskin dili. Arkanda, gücünü yenilmezliğinden alan mağrur ama gözü yaşlı bir çöl bırakarak yoluna devam edersin.  

15 

Karakorum’a şehir demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Türkiye’deki pek çok nahiyeden daha ufak bir yer. Şehir olarak anılmasının nedeni geçmişteki önemi olsa gerek. Cengiz Kağan, seferlere çıkmadan önce karargâhını şehrin yakınlarındaki Orhun Vadisi’nde kurarmış. Ölmeden önce de oğullarına vasiyette bulunmuş, buraya bir şehir kurun diye. Karakorum, siyah duvar demek. Türkçe’yle Moğolca’nın paylaştığı ender kelimelerden birisi “kara”. Bunun tarihsel bir ortak geçmişten mi yoksa Türkiye’de cumhuriyetin ilanıyla gerçekleşen dil devriminden mi kaynaklandığını bilmek zor. Malum, dil devriminden sonra pek çok kelime Orta Asya dillerinden dilimize devşirilmiş. Aslımıza dönme arzusu olarak lanse edilebilecek bu durum aslında Arap ve Fars gelenekten kopma esasına dayalıdır. Dil konusunu bir tarafa bırakıp şehri gözlemlemeye devam edelim. Şehrin ortasından gidiş-dönüş iki şeritli bir yol geçiyor. Bir de bu yolu diklemesine kesen Orhun ırmağı var. Yolun bir tarafında Ulanbator’un varoşlarında da gördüğüm ger kasabaları var. Gerçi bunlara ger demek pek doğru değil. Pek çoğu, tuğladan ev yapmış, çatısına kiremit döşemiş ve araziye resmen yerleşmiş. Hafif bir yükseltiye çıkıp, mahalleye tepeden bakınca durumun çirkinliği çok daha belirgin hale geliyor. Yan yana dizilmiş, irili ufaklı dikdörtgenler. Her biri, bir diğerinden yüksek çitlerle ayrılıyor. Evlerin ve bahçelerin görüntüsü pek de iç açıcı değil. Kirli, dağınık, çer çöp içinde mekânlar. Bu durum bana Rousseaou’nun meşhur lafını anımsatıyor: Bir parça araziyi ilk defa çeviren ve “Burası benim” deyip kendisine inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk kişi, sivil toplumun gerçek kurucusudur. Öyle ya, bulunduğum yükseltiden ayaklarımın altındaki bu çirkin manzaraya bakarken elli yıl sonrasını hayal ediyorum. Yol genişlemiş, iki tarafına da büyük oteller inşa edilmiş. Az ilerideki manastırın olduğu cadde temizlenmiş, ışıklandırılmış, tam karşısına içinde Moğol kültürünü anımsatan heykellerin olduğu bir park yapılmış. Orada bar ve lokanta açamayan işletmeciler, benim tam önümdeki varoş mahallesini mesken edinmişler. Barlar, lokantalar, butik oteller, kadınlar için güzellik salonları, saatçiler, çantacılar, şapkacılar… Burada 300-500 metrekarelik araziyi kapatmış olan adamın torunları ciplerle geziyorlar, turistleri arabayla çöl turlarına çıkarıyorlar, butik otellere yerleşen sırtçantalı turistlerden az ama sürekli bir gelir elde ediyorlar. Orhun Irmağı’nın kıyısı ise lüks otellerle; Kore, Japonya, İtalya ve Fransa yemekleri servis eden lokantalarla dolmuş. Lüks alışveriş merkezleri, pahalı markalar, geceyi ışıl ışıl eden parklar ve bahçeler… Şimdi benim bulunduğum yerde de yasadışı olduğu için –ama bir ihtiyaç olduğu düşünüldüğü için kapatılmayan- şehir merkezinden sürülmüş kumarhaneler, kerhaneler ve kapısında mini etekli kızların oturduğu müzikli barlar olacak. Yalnız, özgüvensiz ve utangaç erkeklerin uğrak yerine dönüşecek olan bu mekânda mutsuzluklar unutulup, geçmiş bir geceliğine de olsa en derin anıların altına sürülecek.  O zamanın Karakorum’u bugünküne hiç benzemeyecek, o zamanın Karakorumlusu da bugünkülere. İnsanlar daha zengin olacak ama daha az Moğolistanlı olacak. Karakorum’un esnafı da dünyanın herhangi bir yerindeki (Tayland’daki Soi Cowboy’da, Pnom Phen’deki ırmağın kıyısındaki caddede ya da Çin’de East Nanjing Caddesi’nde), turistlere kültür üreteceğiz diyerek kendi kültüründen uzaklaşan ve uzun erimde kimliksizleşen insanlara dönüşecekler. Evet, Moğolistan 1989 devrimiyle dışa açılmaya başlamışsa, geri dönüşü olmayan bir gelişme-bozulma yoluna girmiş demektir. Karakorum bunun ne ilk ne de son kurbanı olacaktır. O zamanın turistleri de bugünküler gibi yeni olana, mutlu olana, gelişmiş olana sırt çevirecekleri için kendilerine yeni alanlar açmış olacaklar. Karakorum’u banal bulacaklar. Daha derinlere, elektriğin ve teknolojinin ulaşmadığı çöllere düşecekler. Kültür emperyalizmi denilen ve uzun erimde kendi kuyruğunu ısırmaya ant içmiş olan yılan kendilerini rahatsız edene kadar Sibirya’nın içlerinde, Antarktika’nın insan ayağı değmemiş karlarında yürüyecekler. Kim bilir, zenginler gezmeye Mars’a gidince dünya sırt çantalılara kalacak. Sonra zenginler Mars’ın doğasını bozacaklar. Daha zenginler güneş sisteminin dışındaki gezegenlere gidecek ve Mars sırt çantalıların olacak. Böyle böyle, hiç durmaksızın devam edecek evreni fethetme, keşfetme, dönüştürme ve nihayetinde kirletme sevdamız…                    
    
    - Devam edecek - 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder