Bu Blogda Ara

29 Temmuz 2016

Moğolistan Notları 16 - 20

16:

Sekizinci yüzyıldan kalma Göktürk kalıntılarının sergilendiği müzeyi de, müzeye giden 46 kilometrelik asfalt yolu da Türkiye Cumhuriyeti hükumeti yaptırtmış. Kalıntıların olduğu yer, uçsuz bucaksız bir alanın ortasında olduğu için ve bu müzeye gelecek turist sayısı yapılacak yatırımı asla karşılamayacağı için, Moğolistan hükumetinin bu konuda isteksiz olmasını anlamak güç değil. Zaten, 46 kilometrelik seyahatimiz boyunca sadece bir tane araç görüyorum, onun dışında uzun ince bir yolda tek başımıza ve oldukça da hızlı bir şekilde ilerliyoruz. Müzenin adı “Hoşoot Tsaidam Müzesi”. Girişte Türkiye’nin ve Moğolistan’ın bayrakları var. İçeride müzenin yapılış süreci, kalıntıların bulunuşu ve sergiye hazır hale getirilişi üzerine pek çok kaynak hem Türkçe, hem İngilizce hem de Moğolca olarak takdim edilmiş. Büyük sergi salonuna girerken hafiften heyecanlanıyorum tabii. İlkokul sıralarından beri adını duyduğumuz, tarih kitaplarında Orhun Abideleri adıyla ikide bir karşımıza çıkan Bilge Kağan’ın ve Kültegin Kağan’ın yazıtlarını göreceğim. Hatta bu yazıtlara dokunacağım, okuyamasam bile yakından inceleyeceğim. Evet, işte sergi odasındayım. Geniş ve ferah bir mekânın girişindeyim. Karşımda –sağ yanımda- iki tane dev taş sütun, her biri yaklaşık üç metre boyunda. Ulanbator Tarih Müzesi’nde replikasını gördüğüm, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Fakültesinin önünde replikasının olduğunu bildiğim taşın aslıyla karşı karşıyayım. Kültegin (Külityegin) Kağan’ın yazıtını kardeşi Bilge Kağan yaptırtıyor. Kültegin Kağan genç yaşta ölünce, onun ölümünden duyduğu acıyı ölümsüzleştirmek için duygularını, düşüncelerini taşa işlemiş Bilge Kağan: Küçük kardeşim Külityegin vefat etti. Kendim düşünceye daldım. Gören gözüm görmez oldu, bilen aklım bilmez oldu. Zamanı Tengri (Tanrı) yaşar, insanoğlu hep ölmek için türemiş…  Diğer yazıt ise Bilge Kağan’ın ölümünden sonra, 735 yılında hazırlanmış. Tıpkı Kültegin yazıtında olduğu gibi bunun da üç yüzü Türkçe, bir yüzü Çince yazılmış. Tarihte var olan ilk –en azından şimdilik- Türkçe metin olması nedeniyle bu yazıtların çok önemli bir yeri var kültür hayatımızda. Bilge Kağan’ın yazıtı Türk milletine verdiği nasihatlerle dolu: O yere gidersen Türk milleti, öleceksin. Ötüken yerinde oturup, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur.  Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açken tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlık düşünmezsin. Öyle olduğun için beslenmiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Orada hep mahvoldun, yok edildin…  Görünen o ki Bilge Kağan, torunlarının kendisinin sözünü dinlemeyeceklerini sezmiş. Demek ki o zamanlarda da vardı bizdeki Batı özlemi, ikide bir “Hadi batıya gidelim.” diyen devlet büyükleri.  Atalarımız, yüzyıllar süren bir göçle Anadolu’ya ve Balkanlar’a yönelmişler, yol aldıkça da arkalarında geniş bir coğrafyaya dağılan büyük bir dil ve kültür mirası bırakmışlar. Ötüken ise unutulup gitmiş, çok çok uzaklarda kalmış.   Artık “Ötüken” deyince, milliyetçi / muhafazakâr kitaplar basan bir yayınevi geliyor akla sadece. Hani; çok öyle milliyetçi duygularla coşan, gaza gelen birisi değilimdir ama yine de bu taş yazıtlar etkiliyor beni. Belki de dille, yani Türkçeyle olan bağımdan dolayı yaşıyorum bu duygu yoğunluğunu. Öyle ya, bugün bile kullandığımız pek çok Türkçe kelime, Bilge Kağan’ın zamanından kalmış, asırları aşıp günümüze ulaşmış. Kelimelerin, tıpkı canlılar gibi mutasyon geçirmelerine, evrilmelerine, kimi zaman yeniden doğup kimi zaman yok olmalarına hep hayranlık beslemişimdir. Düşünsenize, gündelik hayatta kurduğumuz her bir cümlede on üç yüzyıl önce, bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan atalarımızla benzer kelimeleri kullanıyoruz, kelimeler tam tamına aynı olmasa bile neredeyse aynı denilebilecek bir cümle yapısını, neredeyse aynı denilebilecek bir kelime türetme mekanizmasını işletiyoruz. Dilin, canlıların diğer organları gibi doğanın ve toplumsal gelişmelerin etkisiyle değişmesi, dönüşmesi, başkalaşması ve nihayetinde her zaman için özünden bir şeyleri taşıyor olması hem hayran olunası hem de üzerinde uzun uzun düşünülesi bir kavram. Kendimi bildim bileli kelimelerin etimolojisine, kültürel ve siyasi etkileşimlerine ilgi duymuşumdur. Çünkü bazen bir kelimenin geçirdiği evrimle, bir medeniyetin geçirdiği evrim iki paralel doğru gibi birbirine uygunluk gösterir. Bir kelimenin evrimini inceleyerek, tarihin pek çok ilginç noktasına ışık tutabilir, başka şekilde sizinle konuşmayacak olan geçmişi dile getirebilirsiniz. Anne babadan çocuklara ve torunlara geçen; kan gibi, suret gibi, DNA gibi bir mirastır dil. Ne kolay kolay vaz geçilir ne de kolay kolay unutulur, üzeri örtülür. Bir ağ gibi yayılır topluma, birleştirir, sıkı sıkı sarar kendisine sahip çıkanları, kimliğin en önemli parçası olur… Kafamda bu düşüncelerle müzeyi gezmeye devam ediyorum. Bilge Kağan’ın altın tacına, anıt mezardan çıkarılan bakır takılara, gümüş geyik heykeline, Göktanrı tapınağının içindeki patikayı süsleyen koyun ve koç heykellerine ve tapınağın / anıt mezarın maketine bakıyorum. Müzeden ayrılırken –açık alana, yazıtların bulunduğu tapınak sahasına gidiyoruz-; şu an Çin’de yaşayan, geçimini Çin’de kazanan ve Moğolistan’a Çin’den gelmiş bir Türk olarak kafamın içinde Bilge Kağan’ın Çinliler için söylediği sözler çınlıyor: Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı dille, yumuşak ipek kumaşla aldatıp, uzak milleti kendisine yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan (dost olduktan) sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldandın Türk milleti. Aldandın ve öldün. Öleceksin, Türk milleti!..                       

* Metinde geçen alıntıları Yıldırım Büktel’in Moğolistan Günlüğü adlı kitabından yaptım.

17:

Karakorum’daki Erdene Zu Manastırı’nı gezdikten sonra, yolun karşı tarafındaki dükkânlarda biraz alışveriş yapıyoruz. Adresini bildiğim bir yakınıma Moğolistan’dan bir kartpostal gönderiyorum. Bir iki ufak hediyelik eşya alıyorum, geri döndüğümde dostlara ve komşulara vermek için. Sonra bir ara rehberimiz yanıma gelip, bana bir şey göstereceğini söylüyor. Salaş denilebilecek ufak bir lokantaya giriyoruz. Ortada birkaç iskemle var, sağda solda satılan süslü püslü şeyler, eski bir buzdolabı homurdanarak çalışıyor köşesinde, tepemizde fırfır dönen bir pervane. Rehber bana az ilerideki yeşil kovanın içindeki beyaz sıvıyı gösteriyor. Ve, benim bilmediğim bir şeyi bildiğini ima eden muzır bir gülümsemeyle soruyor, “İçmek ister misin?”. Sadece adı ve görüntüsü değil, tadı da bizim ayrana çok benziyor. Ayrak adı verilen ve at sütünden yapılan bu içki Moğolistan halkının milli içkisiymiş. Orta Asya’da kımız deniyor sanırım. Kışları sütlü çay içen Moğollar,  ilkbaharda ve yazda –atların sağılabileceği ve taze sütün elde edilebileceği zamanlarda- ayrak içiyorlar. Fermente edildiği için içerisinde %2 - %5 civarında alkol var. Alabildiğine ekşi, daha çok süzme yoğurttan yapılmış ayran tadında ama boğazınızdan geçerken alkolün kattığı hafif sertliği hissediyorsunuz. Yabancılar (Avrupalı ve Kuzey Amerikalı olanlar) ayrağı ilk defa içtiklerinde yüzlerini buruşturur, yanlışlıkla iğrenç bir şeyi ağızlarına sürmüş gibi dillerini çıkarır, beklemedikleri ekşilik karşısında “Bu ne ya! Zehir gibi!” anlamında apaçık bir tepki verirlermiş. Oysa ne ben ne de Jon olumsuz bir tepki veriyoruz bu beyaz içkiye. Çocukluğumda bol bol süzme yoğurt yediğim için olabilir mi acaba? Jon da beş ay kadar önce İstanbul’u ziyaret ettiğinde birkaç defa ayran içmişti. Oradan kazanılmış bir bağışıklık olabilir elbet. Ya da ömründe içmediği içki kalmadığı içindir! Yelpazesi geniş sonuçta, hiçbir şeye şaşırmıyor adam… Tadımlık verilen birer fincandan sonra, akşam kalacağımız gerin (çadırın) kapısının önündeki oturağa kurulur, yıldızları izlerken biraz içeriz diye, 1 litre ayrak alıyorum. Dükkânın sahibi olan yaşlı kadın, kırışık elleriyle tuttuğu tası, bir kova ayrağa daldırıp, diğer elindeki boş kola şişesine dikkatle boşaltıyor. Fiyat 2000 Tükrik (3 TL). Alkol barındırdığı için değil de at sütünün içinde bulunan bakteriler / laktoz endişelendiriyor beni. Midem, alışık olmadığı bu muameleye sert bir başkaldırıyla karşılık verebilir ve gecemi mahvedebilir diye korkuyorum açıkçası. Bu yüzden çok içmiyorum. Rehbere ve şoföre içip içmeyeceklerini soruyorum. Şoför araba kullanacağım mazeretine sığınıyor, rehber ise alkolle arasının iyi olmadığını söylüyor. Hem modern Moğolistanlılar ayrak değil de votka tüketiyorlar daha çok. Öyle ki ülkenin en çok sevilen votkasının markası da Cingis Kaan (Cengiz Kağan). Rusya’nın Moğolistan’da yarattığı değişikliklerden birisi de bu. Yollarda gördüğüm sarhoşların büyük bir çoğunluğu da votkanın esiri olmuş insanlar zaten. Yoksa, yetişkin bir insanın ayrak içerek sarhoş olması için en az üç litreyi devirmesi gerekir. O kadar sütü içtikten sonra da, sarhoş değil, hasta olur herhalde!

18: 

Karakorum’daki tek müzeden (Göktürkler’den kalan eserlerin sergilendiği müze şehre yaklaşık 50 km uzakta olduğu için onu saymıyorum.) çıkınca köşede broşür dağıtan orta yaşlı kadınlar gördüm. Onlara doğru birkaç adım atmıştım ki, dağıttıkları broşürün bildiğimiz Hristiyanlık propagandası olduğunu ve bu kadınların da Koreli Katolik misyonerler olduğunu anladım. Maalesef, Asya’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Moğolistan’da da, demokratik rejimin zaafından faydalanan Koreli misyonerler istedikleri gibi at oynatabiliyorlar, saf zihinleri iğfal etmek için ellerinden geleni yapabiliyorlar. Kaldığımız otelin hemen karşısındaki “Good Shepherd Church”u görünce şaşırmıştım zaten. Sonrasında, Ulanbator’daki Koreli girişimciler tarafından açılmış olan lokantaları, barları, turizm şirketlerini fark edince “Belki buradaki Hristiyan Korelilere hizmet veriyordur.” demiştim. Tur satın aldığımız şirketin Moğolistanlı yetkilisi “Mantar gibi her yerde kilise bitmeye başladı. Hükumet önlem almaya başlamalı.” deyince bende jeton düşmüştü. Tıpkı Vietnam gibi, Tayland gibi, Kamboçya gibi, Laos gibi; Moğolistan’a da gelmişlerdi. Genelde Budist, Taoist, Konfüçyüsçü ya da doğuştan dinsiz insanları kendilerine yem olarak seçerler çünkü bu insanlar, misyonerlerle tanıştıkları âna kadar, Hristiyanların ‘önemli sorular’ diye takdim ettikleri soruları kendilerine sorma ihtiyacı hissetmemişlerdir. “Bu hayatın amacı nedir?”, “Bu hayattan sonra başka bir hayat var mıdır?”, “Evren neden ve nasıl var olmuştur?” gibi sorularla insanların kafalarını karıştırırlar. Bu sorulara verecekleri yanıtlar doğru olduğundan değil de bu soruyu sorabildikleri için kendilerini üstün görme marazına tutulmuşlardır. Yani, “Bak, ben hayatın anlamını çözdüm.” fiyakasıyla yürürler. “Bak ben huzuru buldum, sana da vereyim biraz.” züppeliğiyle dolanırlar etrafta. Oysa bir Konfüçyüsçü ya da bir Budist için hayat yaşadığımız olayların bütününden ibarettir. Ne öncesi vardır ne de sonrası. Ne kafası karışıktır ne de huzursuz. Hatta, öncesini ve sonrasını kafaya takmadıkları için çok daha huzurludurlar, İbrahimi dinlerin (Musevilik, Hristiyanlık, İslam) mensuplarına nazaran. Bu yüzden misyonerlerin önemli sorular dedikleri ve aslında bilim tarafından yanıtlanacak olan ya da  “Şimdilik bilemiyoruz” şeklinde yanıtlanabilecek olan bu sorular maalesef misyonerlerin elinde bir tür tuzağa dönüşür.  Hayatları boyunca bu soruları düşünmemiş insanlar da kolaylıkla avlanırlar. Hatta çok kısa sürede avcı rütbesine de yükselirler, arkadaşlarını / akrabalarını kafalamaya başlarlar. Koyu mutaassıptırlar ve apartman daireleri de dâhil olmak üzere buldukları her müsait yere kiliseler ya da kilise işlevini yerine getiren dernekler / vakıflar / kültür merkezleri açarlar. Demokratik olup da tam anlamıyla laik olamamış ülkelerde fink atarlar, yayılırlar, keyif çatarlar, seslerini duyurmak için her yolu denerler. Laiklik kişilerin dinlerini istedikleri gibi yaşama özgürlüğü değildir, laiklik kişilerin dinlerini istedikleri gibi yaşarken kendileri gibi düşünmeyenleri rahatsız etmemeleridir, onların farklı inançlara sahip olabilme hakkına saygı duymalarıdır, onların yaşam sahasına hiçbir koşulda girmemeleridir. Bu konuda laiklik ile Hristiyanlığın ve İslamın çatıştığını görmezden gelemeyiz. Sonuçta bu iki dinde de Allah’ın / Tanrı’nın kelamını yaymak dinin bir emri, iman etmiş olmanın bir gereğidir. Laiklik de zaten bu nedenle, yani bu yayılmacı (hatta sömürgeci) zihniyeti engellemek için vardır. Din gibi, çok kolay istismar edilebilen bir üstyapıyı insanlar arasında fütursuzca yaymak, onu gereğinden fazla önemsemek, gündelik hayatın önemli bir parçası haline getirmek; daha sonra ortaya çıkacak toplumsal hastalıklara davetiye çıkarmaktır. Çünkü birleştiren her şey aynı zamanda ayırır, çünkü bugün sizden kanıtsız iddialara inanmanızı bekleyen din yarın sizden akla gelebilecek en vahşi katliamları yapmanızı istediğinizde ses çıkaramazsınız, çünkü bilimsellikten ve kanıt-temelli düşünce sisteminden uzaklaştırılan bir toplumun uzun erimde ayakta kalması, kendisini yenilemesi, gelişip serpilmesi pek mümkün değildir. Tarihte dinden uzaklaşmadan gelişmiş uygarlıklar yok mudur? Vardır ama bu uygarlıklar dindar oldukları için değil, dine rağmen gelişmişlerdir. Ayağa kalkıp doğrulmak için kullanılabilecek bir dayanak noktası olan inanç, yürümeye başladıktan sonra bir engel olarak çıkacaktır karşımıza. Bu konuda, her ne kadar batı demokrasileri tarafından şiddetle eleştirilse de, ben Çin’in tutumunu doğru buluyorum. Çin’de insanlar dinlerini yaşama konusunda hürdürler ama dinlerini yayma, din adına başkalarını rahatsız etme, din adına devletten izinsiz cemaatler kurup para toplama, dini bahane ederek sosyal hayatı etkileme / yavaşlatma / hızlandırma, devlet kurumlarında dinsel inancı kullanarak adam kayırma, ibadetleri öne sürerek işten / görevden kaçma, dinsel inancın motivasyon gücünü kullanarak nüfuz elde etme ve bu nüfuzu başka gruplara karşı kullanma gibi özgürlükleri yoktur. Devlet dinsizdir, yani tüm dinlere ve inançlara eşit mesafededir. Bilimsel temellere dayanmadıkça hiçbir inanç partide / devlet kurumlarında yer edemez, gelişemez, resmiyet kazanamaz. Çin Komünist Partisi (ÇKP) bu tip kutuplaşmaları engellemek için dinin işlev alanını sınırlamış, dinsel yaşamı kişilerin özel hayatına indirgemiştir. Bunu yaparak aslında dine ve dindara en büyük faydayı sağlamıştır. (Bakınız: Atatürk’ün tekke ve zaviyelerin kapatılması hakkındaki konuşması.) İnsanların beyinlerini yıkamak; bilimsel olmayan, yani kanıtlanamayan doktrinlerle insanları kandırmak ve bu şekilde güç elde edip saf zihinleri belli bir amaca ulaşmak için kullanmak, modern Çin’de –modern hiçbir toplumda- yapılamaz, yapılmamalıdır. Bu yönüyle, 1999’da ÇKP tarafından Falun Gong’a karşı yürütülen kampanya ders alınması gereken bir örnektir. Falun Gong (FG) da, tıpkı Fethullah Gülen cemaati gibi hoşgörü, anlayış, ılımlılık gibi ilkeler etrafında kurulmuş, çok kısa sürede yetmiş milyon gibi bir nüfusa ulaşmıştır. Onlar da “Tapınakta rahip olmayın, hayatın içine karışın; doktor olun, öğretmen olun, subay olun, mühendis olun, yargıç olun ama bir yandan da FG’nin ilkelerine sadık kalın.” gibi bize şimdilerde tanıdık gelecek bir sloganla yola çıkmışlardır. ÇKP başlangıçta FG’yi müspet bir toplumsal hareket olarak görmüş, açıktan destek vermese de ses çıkarmamıştır. Sayı milyonları aşıp, yüz milyona yaklaşınca (İçinde yargıçtan tut üst düzey subaylara kadar pek çok insanın olduğu, bulutsu bir cemaate dönüşünce.) bunun bir tehlike olacağını sezmiş ve tepelerine çökmüştür. Her ne kadar tepelerine çöküş yöntemini doğru bulmasam da (İnsan Hakları Örgütleri’nin raporlarına göre bu süreçte işkence, yargısız infaz, psikolojik baskı aşırı derecede kullanılmış ve pek çok FG üyesi gözaltına alındıktan sonra kaybolmuştur. Çıkarılan OHAL benzeri bir kanunla avukat tutmaları yasaklanmış, yargılanmadan eğitim / ağır iş kamplarına gönderilmeleri mümkün hale getirilmiştir. Ayrıca, öldürülenlerin organlarının satıldığı üzerine yazılmış raporlar da mevcuttur.), ÇKP’nin devletin erkine rakip olabilecek bu paralel güce dur demesini doğru buluyorum. Keşke, çıban ufakken başını ezseydi de sonraki acılar hiç yaşanmasaydı. İşte bu nedenlerle Moğolistan’daki misyonerlere de karşıyım. Birkaç on yıl sonra bu misyonerlerin iş hayatında, eğitimde, politikada büyük bir güç haline gelip, ülkenin kaderini etkileyecek kararları almayacaklarını kim garanti edebilir? Ve bu kararların dinsel dogmalarla değil de bilimsel kriterlerle belirleneceğine ne kadar inanabiliriz? Bu yüzden, içinde laikliğin olmadığı bir demokrasinin eksik olacağını, laiklik dediğimiz ilkenin de insanların dinlerini yaşama özgürlükleri olduğu kadar başkalarının dinlerine / hayat tarzlarına saygı duymakla mümkün olduğunu, dini yaymak gibi bir özgürlüğün özgürlük tanımının içine sığmadığını; eğitimin ise yalnız ve yalnız bilimsel yöntemler gözetilerek, nesnel ve evrensel normların eşliğinde gerçekleştirilmesi gerektiği gerçeklerinin altını çizeyim. Yoksa; Türkiye’de olduğu gibi “O çok muhterem bir zattır.” lafından “Ne istediniz de vermedik?” lafına giden süreçler sarkacın topuzu gibi salınmaya devam edecek, biz vatandaşlar da “Nasıl oldu da O HALlere düştük.” diye facebook sayfalarında yakınmaya devam edeceğiz. Bilime ve sanata öncelik veren değil de dini hassasiyetleri ön plana çıkaran bir toplum yetiştirmeye devam ettikçe de benzeri oluşumların / girişimlerin sonu asla gelmeyecektir.               

19:

Moğolistanlı kadınlar, aşırı sıcak geçen yaz aylarına rağmen güneş ışınlarının yakıcılığından ya da tende bırakacağı geçici koyu renkten pek şikâyetçi görünmüyorlar. Daha önce gezdiğim ya da yaşadığım Asya ülkelerinin kadınları beyaz bir tene sahip olma takıntılarıyla dikkatimi çekmişti. Tayland’da, Kamboçya’da, Hindistan’da; televizyonda yayınlanan kozmetik reklamlarının büyük bir çoğunluğu, aslında hiçbir işe yaramayan beyazlatıcı kremlerin olağanüstü becerilerini anlatır dururlar. Kimi zaman ırkçılık noktasına varan bu takıntı, maalesef Asyalı kadınların (hatta kimi zaman erkeklerin de) büyük bir çoğunluğunun zihnini uzun süre meşgul eder. Örneğin Çin’de, güzel kız tanımının içinde cilt beyazlığının payı büyüktür. Bu yüzden pek çok Çinli kadın, güneşli havalarda sokağa çıkarlarken yanlarına şemsiye almayı unutmaz, kısa kollu giymeye çekinir, şapka takar. Hatta plaja gittiklerinde bile yüzleri kararmasın diye, “yüz bikinisi” adını verdikleri bir maske takarlar. Küçük çocukları korkutan, genç erkekleri kaçıran, yabancıları ise güldüren bu tuhaf gelenek son yıllarda ortaya çıkmış olmasına rağmen, özellikle anakara plajlarında popülerliğini sürdürmektedir. Kadınların beyaz ten takıntısının kaynağı çok eski tarihlere dayanıyor olabilir. Sonuçta beyaz ten tarlada çalışmamanın, güneş altında kalmamanın ve nihayetinde belli bir ekonomik statünün simgesidir. Moğolistanlı kadınlar ise gökten gani gani gelen ışığın cömert dokunuşlarına alabildiğine açıklar. Derin dekolteler, göbeği açık bırakan giysiler (bunların özel bir adı var ama ben bilmiyorum), kısa pantolonlar, mini etekler… Birkaç yaşlı kadın dışında da şemsiye kullanana rastlamadım. Bu manzara beni hem sevindirdi hem de düşündürdü. “Kadınların bu derece rahat giyinmelerinden bir erkek olarak hoşlandım.” değil, demek istediğim şey. Öyle olsaydı bu notu yazmaz, deneyimlerimi kendime saklardım. Beni sevindiren şey kadınların şehir ortasında bu şekilde rahat giyinirlerken korkmamaları, endişe duymamaları, erkeklerin bu giyim tarzını bahane edip kadınları taciz etmemeleri ve nihayetinde kadınların kendi tercihlerini yaşayabiliyor olmalarıydı. Düşündüren şey ise biraz daha derin. Moğolistanlı kadınların diğer Asyalı kadınlardan farklı olmalarının nedeni birkaç nedene bağlanabilir sanırım. Birincisi, sert geçen uzun kış mevsiminden intikam alma arzusu. Sıcaklığın eksi elli dereceye düştüğü bir ülkeden bahsediyoruz. Ulanbator, dünyanın en soğuk başkenti. Günler kısa ve soğuk, geceler ayaz ve çok uzun. Kış böyle çetin ve yorucu geçince, kadınlar da güneşi görür görmez bedenlerini güneşe salıyorlar tabii. “Zaten yaz kısa sürüyor, zaten şunun şurasında günler sayılı, zaten kış geldiğinde kat kat giyinip sokağa beyaz lahana gibi çıkmak zorunda kalıyoruz; bari yazın nimetlerinden elimizden geldiğince faydalanalım. Kış gelince birkaç ay içinde pembeleşip beyazlıyacağız ne de olsa!” diyorlar büyük bir olasılıkla. Bir başka neden de Moğolistan’da, diğer Asya ülkelerinde görülen ve Marks’ın Asya-Tipi Üretim Tarzı dediği feodal düzenin olmaması. Burada arazi geniş ama tarım pek yok. Hayvancılık en büyük geçim kaynağı. İnsanlar arazilere sahip değiller, herkes her yere aynı anda sahip. Aynı zamanda hiç kimse hiçbir şeye sahip değil. Dolayısıyla, mülkiyet olmadığı için, özellikle son yüzyıla kadar ciddi bir burjuvazi sınıfı da oluşmamış. Buldukları uygun arazilere çadır kurup yaşayan göçebe ailelerin her bir bireyi gece gündüz demeden çalışan, ailenin geçimi ve iaşenin temini için didinip duran insanlar. Durum böyle olunca kadınların da erkeklerin de statü arayışına girişmelerine gerek kalmamış. Yaşı gelen uygun birisiyle evleniyor, çocuk yapıyor, hayvanların sayısı yazları artıyor, kışları azalıyor ve hayat bu basit döngü içerisinde devam ediyor. Şehir insanlarının pahalı ve lüks denilebilecek kozmetik dünyası Moğolistan’ın steplerine çok uğramamış. Son yüzyılda gelişen şehirleşme ve mülkiyete olan düşkünlükle bu tavır değişecektir sanıyorum. Zaten Ulanbator sokaklarındaki reklam panoları, lüks arabaların bolluğu bu durumun açık bir göstergesi. Ayrıca Çin gibi dev bir ülkenin, Kore gibi Asya’da popülerliğini koruyan bir kültürün Moğolistan’ı etkilememesi düşünülemez. Bekleyip, sonucu gözlemlemekten başka çaremiz yok.


20:

Moğolistan hakkında daha pek çok şey yazılabilir. Orhun Nehri’ni görünce “Ne kadar da küçükmüş.” deyişim, nehrin üzerinde taş sektirirken Ray Lamontagne’nin “All the Wild Horses” şarkısının dilime pelesenk olması, derin bir kuyunun iki yanına konan iki kalasla yapılmış tuvaletlerde ihtiyaç gidermenin zorluğu, Ulanbator’daki dinozor müzesini üç dakikada gezmemiz (Evet, pek bir şey yok görecek!); International Intellectual Museum denen dört katlı müzenin (Bulana kadar canımız çıktı!) aslında bir bulmaca / yapboz / gözbağcılık (illüzyon) müzesi olduğunu öğrenmemiz, bu müzenin içinde Türkiye’den gelmiş pek çok satranç takımının olması, müzenin sahibiyle / kurucusuyla kısa bir süre için de olsa sohbet etmemiz ve birlikte fotoğraf çektirmemiz (Seksen yaşlarında bir çınar. Hayatını bulmacalara, oyuncaklara ve zekâ oyunlarına adamış müstesna bir şahsiyet.); Moğolistan bayrağındaki soyombo simgesinin anlamı, bu simgeyi oluşturan Zanabazar’ın Moğolistan’ın yetiştirmiş olduğu büyük bir entelektüel ve eğitimci olması, yıllar önce Tayland’da bir sahil kasabasında gezerken aldığım şapkayı kaybetmem ve onun yerine üzerinde soyombo simgesi olan yeni bir şapka almam (Bakalım bunu ne zaman kaybedeceğim?), şehir merkezine gidiyoruz diye yanlış otobüse binip kaybolmamız ve bir ton yol yürümemiz; binaların Sovyetler Birliği’ni, lokantaların Kore’yi, arabaların Japonya’yı, barların Avrupa’yı anımsattığı Ulanbator sokaklarında yürürken ikide bir göğe bakıp maviye doyamayışım, akşamları yorgun olduğumuz için otelin yakınlarındaki pizzacıya gidip etsiz pizza yiyişimiz (iki akşam üst üste!), otelde İngilizce konuşan tek bir kişinin bile olmamasının getirdiği sıkıntı, yakınlardaki Karaoke barların ışıltılı ve gürültülü iticilikleri… Beni en çok şaşırtan şeylerden birisi de akbabalara verilen insan cesetlerinin, yer hayvanları (kurt, tilki vb) tarafından yenmesi durumunda o insanın ruhunun acı çektiğine ya da ölümden sonra acı çekeceğine dair çıkarılan sonuç olmuştu. İnsanın dinsel dogmaları rasyonalize etmek adına uydurduğu ad hoc hipotezlerin sınırsızlığına şaşırmamak mümkün mü?  Bunlar ve daha pek çok şey yazılabilir. Kimisi özel, kimisi genel olan bu yazılmamış deneyimleri kendime saklıyorum. Elimden geldiğince rehber kitaplarda bulunabilecek konulara girmemeye çalıştım. Buna rağmen yazınsal gevezelikte boyut atladığımı iddia edeceklere karşı kendimi savunacak değilim. Konuşarak kendimi anlatmayı pek beceremediğim gibi gezmeyi de pek beceremem ben aslında. Moğolistan’a gitmeden önce “Kaybolmaya hazır değilsen yola hiç çıkma.” yazmıştım defterimin bir köşesine. Gezmek; biraz kaybolmak, biraz başıboş dolaşmak, biraz da yolun sesini / sessizliğini dinlemektir. Bedenen kaybolamasam da zihnen çok güzel kayboluyorum ben. Bu notlar da o yitişlerin ve bambaşka evrenlerde uyanışların en güzel örnekleriyle dolu. Yolu ne kadar dinledim, ne kadar kendime yaklaştım, ne kadar eksildim ve nihayetinde ne derece tamamlandım; bunları gelecekteki günler gösterecek. Bu yazdıklarımla birilerine ilham kaynağı olabildimse, okuyucuların yüreğinde, azıcık da olsa, gezme / görme / kaybolma / öğrenme hevesi uyandırabildimse, ne mutlu bana.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder