Bu Blogda Ara

19 Temmuz 2016

Moğolistan Notları 1-10

01

Mavidir gök, camgöbeğidir, bakanı içine çeker eritir; bulutlar dili, rüzgar sesidir; yüreğe serinlik, göze ferahlık, ruha aydınlık getirir. Babadır, toprağın anneliğinin yanında. İnsan, toprakla gök arasına, korktuğu için annesiyle babasının arasına sıvışan çocuk gibi sıvışır, o umuk karanlıkta salt güven ve huzur vardır, hayatın mümkünlüğü vardır, emek ve alınteri vardır. Uçsuz bucaksız genişliğiyle korur kollar kubbesinin altına sığınanları, ayrım yapmaz eğer insan aşırıya gidip hakkından fazlasını talep etmezse. Paylaşılmaz çünkü göğün ıssızlığı; sınır konulmaz havanın boşluklarına; çitlerle çevrilemez görünmeyen, dokunulmayan ama her yerde var olduğu bilinen o meçhul meşhur. Bu yüzden üstündür topraktan, bu yüzden adil ve koruyucudur. Bundandır ovooların tepesine ya da ağaçların dallarına bağlanan çaputların mavi oluşu. İnsanların azgınlığından göğün merhametli kollarına sığınan ruhların yalnızlığı okunur tepeleri fetheden taş yığınlarında, bayırları dikine kesen ağaçların gövdelerinde. Ve yine bundandır ülkenin bir adının da Munkh Khukh Tengriin Oron (Sonsuz Mavi Gökyüzünün Ülkesi) oluşu.

02

Moğolca adları Takhi. İngilizce'ye "wild horse" diye çevirmişler. Türkçe'ye de birebir çeviri yapılırsa "vahşi at" ya da "yabani at" olarak çevrilir. Sabahtan akşama kadar ot yiyip, akşam olunca yaşadığı yüksek tepelerden dereye inip su içen bir hayvan nasıl vahşi olabilir? İnsanın, evcilleştiremediği ya da bir anlamda kendisine benzetemediği her canlıyı vahşi ya da yabani olarak adlandırması ne kadar da bencil ve küstahça! Bir çeşit kıskançlık var bu yaftalamanın altında. Uzanamadığı ete mundar deme marazı. Ben özgür değilsem, ben yerleşik hayatın kölesiysem, ben sınırlarımı biliyorsam; başkaları da bana uymalı ve bana benzemeli.Tıpkı Antik Yunanlıların diğer milletlerin insanlarına barbar, Çinlilerin yerleşik hayatı reddeden Moğollar için medeniyetsiz demesi gibi. Günümüzden örnekler vermek de mümkün tabii ki. Oysa bu atlara verilecek en güzel ad "özgür at" olmalıdır. Diğerleri gibi dizginlenip, iple bir kazığa bağlanamadıkları için. Eksi elli derece soğuğa rağmen kışları kendi başlarının çaresine bakabildikleri için. Issız dağları kendisine mesken edindiği için. Evet; Moğolistan sadece mavi göğün değil, aynı zamanda özgür atların ülkesidir.

03

Yol, gidenle gidileni kavuşturan en kısa ve zahmetsiz mesafedir genelde. Önceden çizilmiştir, gidilmiştir, işlevi ve verimliliği kanıtlanmıştır. Bu yüzden yolcu güvenir yola, gidilene varacağını bilir ve zihnini yolun olası çağrışımlarıyla meşgul eder yolculuk sırasında. Moğolistan’da ise yol boş bir sayfaya yazılacak cümleler dizisi gibidir. Boş bir sayfa evrenin en zengin kütüphanesidir aynı zamanda, tıpkı bozkırın ve çölün sonsuz sayıda yola gebe olması gibi. Daha önce gidilmiş olan yol çamurlanmışsa, koyunların istilasına uğramışsa ya da bakımsızlıktan çökmüşse; beklenilmez. Yeni bir yol yapılır hemen. Etrafından dolanılır, bayıra doğru sürülüp otların, taşların ve derelerin arasından, o güne kadar varlığından kimsenin haberdar olmadığı sapa bir yol keşfedilir. Bozkırda, taşlıkta, dağda, bayırda, çölde ve kumulda her yer yoldur. Bu yüzden yol yok demenin bir anlamı da her yer yol demektir. Hatta tam olarak bu yüzden ulusal parkların girişlerinde sürücülere “Yeni yol yapmayın. Mevcut yolu kullanın” uyarıları yapılır.

04

Kaldırımlarda, ara sokaklarda, otobüslerin arka koltuklarında, bina önlerinde ve müşterisi kalmamış barların karanlık köşelerinde sızmış ya da sızayazmış sarhoşları gördüm. Ülkede alkolizmin sorun olduğunu duymuştum da bu kadar bariz olacağını tahmin etmemiştim. Belki uzun süren kara kışın getirdiği karamsarlıktan ve boşluk duygusundan, belki etkisinde kaldıkları Rusya’nın yüzünden, belki de göçebelikten yerleşik hayata hızlı geçişin neden olduğu baş dönmesinden… İkisi üçü bir araya gelip bir şişe votkayı mideye indiriyorlardı, Barış Caddesi üzerindeki oturakların birinde. İçlerinden birisinin eliyle yırttığı bira kutusunu bardak olarak kullandığını görünce çok şaşırdım. Arkadaşının ağzı değdiği için aynı şişeden içmeyip, dudağını ve dilini kanatma riskini alması sarhoşluğuna mı yoksa Cengiz Han’ın torunu oluşuna mı verilmeliydi, bilemiyorum! Bir akşam da gece yarısına doğru otelime dönerken yolumu kesti kafası güzel bir abi. “Nerelisin?” dedi bozuk bir İngilizceyle. Aslında o pek bir şey demedi de ben anladım ne sormak istediğini. “Türkiye” deyince dağılıverdi yüzündeki boz bulutlar. Sarıldı bana. “Sarhoştur, beyninin içinde bilardo topları zıplıyordur, ne yapsa yeridir.” demek isterdim ama adamın Türkiye’ye karşı bir sempatisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama İngilizcesi yetmiyordu. Bende de Moğolistanca yok ki adamı rahatlatsam. Öyle, yol kenarında dikildik kaldık bir süre. Adam “Turk” diyor, gülümsüyor, bana sarılıyor ve ardından da devamını getiremediği için “I am sorry.” diyerek özür diliyordu.   Bir çeşit ayyaş nezaketi, zararsız ve biraz da saçma. Ürkütmekten ziyade insanda acıma hissi uyandıran bir sahneydi bizimkisi. Bir süre takip etti beni, tekrar tekrar sarılmak istedi. Ben yoldan karşıya geçince bıraktı peşimi. Karşı kaldırıma varınca ister istemez –ona çaktırmamaya çalışarak- ellerim ceplerime gitti. Telefonum ve cüzdanım yerinde miydi?

05

Rehberimiz Hristiyan olarak doğup, sonradan düşünüp taşınıp Budist olmaya karar vermiş, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir genç kızdı. Doğu ve Güney Asya’da cirit atan misyonerler sayesinde Budistlikten Hristiyanlığa geçeni çok görmüştüm de Hristiyanlığı bırakıp Buda’nın yolunu tercih edeni ilk kez gördüm. Şaşkınlığımı gizlemedim –Jon da şaşırdı ilk duyduğunda, hatta eski bir Hristiyan olarak sevindi içten içe-, sormadan edemezdim. Zaten akşam yemeğine kadar olan vakti öldürmek için yakınlardaki en yüksek tepeye çıkmaya karar vermiştik. Otlara, çiçeklere, marmot deliklerine, civarda otlayan yarı evcil atlara, kutsal oldukları için gömülmeyen at kafalarından kalan kemiklere bakarak tırmanıyorduk dik bayırı. Hedefimiz tepedeki ovooya varmaktı. “Neden Budizm?” diye sordum hafif bir çekinceyle.  “İnsanın iç sıkıntılarını ve bu sıkıntılara bulacağı sorunları inceleyen en güzel din Budizm’dir.” dedi. Ailesi –ya da abileri ve ablaları- Hristiyan olduğu için küçükken kiliseye gidermiş ama Hristiyanlığın kafasında oluşan sorulara yanıt veremediğini anlaması uzun sürmemiş. Sorguladıkça –biraz da aldığı tıp eğitiminin sonucunda olsa gerek- kopmuş ve en sonunda, 16. yüzyıldan beri Moğolistan’da en yaygın din olan Budizm’de karar kılmış. Yokuş bitene kadar konuşuyoruz din konusunda.  Anatman doktrininden, şanghadan, darmadan, tipitakadan, günümüz Budizm’inin Buda’nın miras bıraktığı eşitlikçi ve adil düzenden çok farklı olduğundan söz ediyorum.  Ben Tayland’da yaşadığım kısa tapınak maceramdan bahsediyorum. O benim böyle bir şeyi deneyimlemiş olmama şaşırıyor. Açıkçası kafasını karıştırıyorum biraz. İçimdeki rasyonel öğretmenin durdurulamayan dersleri yayılıyor benim kontrolümün dışında… Soluk soluğa tepeye vardığımızda, civardan bir taş bulup ovoo’nun üzerine bırakıyor. Sonrasında da saat yönünde üç defa dönüyor koni şeklindeki, tepesindeki çubuğa mavi çaputlar bağlanmış taş yığınının etrafında. Bir dilek tutuyor –TOEFL’da yüksek not alıp, göz alanında uzmanlık için ABD’ye gidebilmek en büyük rüyası- ve ellerini birleştirip tepedeki ruhlara saygılarını sunuyor.

06

Tepeden aşağıya inerken Cengiz Kağan’ı sordum rehberimize. “İleri görüşlü, adil, cesur ve yardımsever bir liderdi.” dedi. Yanıt beni şaşırtmadı tabii ki. Hatta bu yanıtı almak için sordum bile diyebilirim. Ülkedeki en büyük meydanın adı Cengiz Kağan Meydanı –ülke nüfusunun yarısını alabilecek kadar geniş bir alan-, başkentteki havaalanının adı Cengiz Kağan Havaalanı, ülkenin en sevilen birası Cengiz, en kaliteli votkası Cengiz, Ulanbator’dan azıcık dışarıya çıkınca bir tepenin yamacına işlenmiş dev resim Cengiz Kağan’a ait. Ulusal bir lider, bir kurtarıcı, Orta Asya’ya dağılmış olan Moğol kavimlerini birleştiren güçlü bir irade; kısacası Moğol kimliğinin yaratıcısıdır Cengiz Kağan. Durum böyle olunca Cengiz Kağan’ın hayatı ve yaptıkları hakkında biz Türklere okullarda öğretilenlerle Moğolistanlılara öğretilenler arasında dağlar kadar fark olacaktır. Biz Cengiz Kağan’ı; fethettiği şehirleri yakıp yıkan, masum insanları acımasızca öldüren gözü dönmüş bir cani olarak tanırız. Kolay değil, az çektirmemiştir Müslümanlara Buhara’da ve Semerkant’ta. Sadece Müslümanlara da değil, önüne çıkan ve boyun eğmeyen kim varsa ezip geçmiş, karşısında duran halkları acımasızca cezalandırmıştır. Taş taş üstünde bırakmamıştır adeta. Bizim tarih yazıcılarımız doğal olarak bu zulümleri ön plana çıkaran bir tarih yazımını tercih edecektir / etmiştir. Hangi mağdur sevmez kendisini yenen gücü zulümle, adaletsizlikle, barbarlıkla suçlamayı?  Bizim yazım doğrudur, onlarınki yanlıştır demiyorum. Tam aksine, tarih yazımının ulusal kimlik oluşturmada ne kadar hassas bir araç olabileceğine parmak basmak istiyorum. Moğollar için Cengiz Kağan ulusal kimliğin oluşmasına en büyük katkıyı sağlayan kişidir. Dolayısıyla yaptığı zulümler unutulabilir, ihmal edilebilir, görmezden gelinebilir. Tarih, yarattığı kahramanların zaaflarını, zayıflıklarını, kötü yanlarını örtmekte her zaman başarılı olmuştur. Hatta kahramanın genel tarifi de budur. İnsan değildir onlar; Tanrı tarafından özel bir görevle gönderilmiş, üstün kabiliyetlerle donatılmış varlıklardır. Çünkü onlar çocukların zihinlerini kaplamak, o zihinleri başka görüşlere kapatmak için vardırlar. Bu sadece Cengiz Kağan için değil, tarih tarafından yaratılan ve resmi görüşle beslenen tüm kahramanlar için doğrudur. Bir çocuğa “Cengiz Kağan büyük kumandandı. Biraz zalimdi, çocukları ve kadınları diri diri yakmıştı ama bunu büyük Moğolistan ideali için yapmıştı.” diyemezsin. Zaten o tarihi yazan kişi de inanmıştır Cengiz Kağan’ın büyük bir kahraman olduğuna. Bu yüzden yaratılmasına yardımcı olduğu tarihsel imge hakkında söylenen kötü şeylerin, düşmanlardan duyulması normal olan kıskançlık söylentileri olduğunu düşünür. Hangimiz severiz çocukluktan beri kafamıza kazınan bir kahramanın eleştirilmesini, ona toz kondurulmasını? Öyle ki bu kahramanın askeri bir lider olması bile gerekmez. Kimi zaman edebi bir kimlik, kimi zaman bir felsefeci ya da müzisyen de olabilir. Birileri tarafından bize öğretilen ya da okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde, katıldığımız söyleşilerde anlatılanların tek gerçek olduğuna inandırırız kendimizi. Bunun işimize gelmesinin nedeni biraz fiziksel / zihinsel tembellik gibi görünse de aslında gerçek neden rahatımızın kaçmasını istemememizdir. Var olan düzen, içinde yaşadığımız toplum / topluluk bir kahramanın yüce kişiliğiyle ayakta durabiliyorsa, ne gereği vardır o kalın ve güçlü sütunu yıkmanın? Geçmiş zaten geçmiştir, yüzyıllar öncesinin intikamını mı alacaksın cılız sözlerinle?... Bu ve benzeri düşüncelerle susmaya devam ediyorum ben, Cengiz Kağan hakkında bildiklerimi ya da bildiğimi sandıklarımı kendime saklıyorum. Çünkü ilginç ve öğretici olan şey kahramanların yenenlerin yazdığı tarih tarafından yaratıldığı değil –bu zaten fazlasıyla klişe olurdu böylesi bir anı yazısı için-, bu sürecin farkına varmamız için başkalarının kahramanlarını görmemizin, iç geçirmemizin ve yeri geldiğinde onlarınkini bizimki karşısında küçüksememizin gerekli olmasıdır… Karşılaşma yapmadan duramayan insanın karşılaştırma yapar yapmaz boyunu yükseltmek için ayağının altına koyduğu taburenin farkına varması durumu bu. Susmaya, sessizce kendime konuşmaya devam ediyorum. Jon’la rehberin aralarındaki konuşmalarını duyunca ben de katılıyorum onlara, aniden bastıran bir ikindi uykusundan uyanır gibi açıyorum gözlerimi etrafımdaki dünyaya. Çadırkente (Ger-camp) varana kadar civardaki hayvanlardan, parkın içerisinde yaşayan göçebe ailelerden ve yarın sabah görmeye gideceğimiz Türk kavimlerinden kalma şölen yerinden söz ediyoruz.

07: Bütün gün güneşin altında yürüdükten sonra yorgun argın odamıza gelmişiz, duş almışız. Jon, duvar kenarındaki yatakta, ben camın yanında. İki yatağın arasında binanın sütunlarından birisi var, somuna çakılmış duvar çivisi gibi odaya yabancı bir cisim. Ben hemen uyuyamayacağımı bildiğim için oyalanacak bir şeyler arıyorum. Jon ise gözlerine uçak yolcularına verilen gözbağından takıp uyku moduna geçiyor hemen. Okuyacak bir şeyler bakıyorum bir süre. Telefonun hafızasından birkaç ay önce Yaratıcı Okuma Grubu’nda okuduğumuz, Nabokov’un “İşaretler ve Simgeler” başlıklı öyküsünü –bana göre bir başyapıttır- bulup okumaya başlıyorum. Yaşlı çift aklı hastanesindeki oğullarını ziyarete giderler, tüm gün bir sürü olumsuz olay gelişir. Oğullarının intihara kalkışmış olduğunu öğrenirler, ölü bir kuş görürler, otobüste gürültü yapan liselilerden rahatsız olurlar, bozulan metroda beklemek zorunda kalırlar, çamurlaşmış toprak yolda yürürler, oğullarıyla görüşmelerine izin verilmez. Akşama doğru tedirgin bir halde eve dönerler. Öykünün yarısına geliyorum ki otel odamızdaki telefon çalıyor. “Allah Allah, ne iş!” diyorum içimden. Telefon Jon’un tarafında ama adamın oralı olduğu yok. Kafası yukarıya çevrili, ağzı hafif açık; sanki 3D gözlüğünü takmış, apayrı bir dünyada geziniyor. Ya çoktan uyudu –bu kadar hızlı uyumuş olamaz değil mi?- ya da benim uyumadığımın, hatta uyumaya yeltenmediğimin farkında olduğu için numara yapıyor. Kalkıp telefona yanıt veriyorum mecburen. Genç bir kadının sesi, Moğolca bir şeyler söylüyor. İngilizce “Anlamıyorum.” diyorum ama kadın ısrarla devam ediyor konuşmaya. Sonra da telefon kapanıyor. Ben de ahizeyi yerine koyup yatağıma dönüyorum. “Herhalde resepsiyonu arayacaktı, yanlışlıkla bizim odayı aradı.” diyorum içimden. Nabokov’un öyküsüne geri dönüyorum. Yaşlı çift evin içinde dolanıyor. Adam, ”Oğlanı eve getirelim, burada ona daha iyi bakarız.” diyor. Yaşlı kadın kuşkuyla yaklaşıyor bu teklife. Telefon çalıyor tekrar. Jon’da yine ses yok. Bu kadar mı yorulur bir insan! Bütün gün beraber gezdik, aynı miktarda yorulmuş olmamız lazım. Kalkıp telefona yanıt veriyorum. Yine aynı ses, ısrarla bir şeyler anlatıyor. Ben yine “Anlamıyorum. Yanlış numarayı arıyorsunuz sanırım. İngilizce konuşun lütfen. Bu şekilde anlaşamıyoruz.” gibi bir şeyler söylüyorum. Kadın konuşmaya, heyecanlı bir şekilde bir şeyler anlatmaya devam ediyor. “Şikâyet edecek ne buldu acaba!” diyorum içimden. Bu sefer telefonu ben kapatıyorum, onun sözlerini bitirmesini beklemeden. Öyküye geri dönüyorum. “Hem hastane masrafları da azalır.” diyor yaşlı adam. Yaşlı kadın yine sessiz, belki de alışkın kocasının bu lüzumsuz mırıldanmalarına. Telefon tekrar çalıyor, ağlaması durmayan bebek gibi inatçı. İçimden belli belirsiz bir küfür ediyorum ama yine de kendimi alamıyorum telefonu yanıtlamaktan. Genç kadının sesi bu sefer biraz daha yumuşak, daha alıngan, şikâyetini duyurmanın tekniğini değiştirmiş gibi. “Bakın hanımefendi, Moğolca konuşmuyorum. Yanlış numarayı arıyorsunuz.” diyorum ve telefonu kapatıyorum. Artık resmi olarak kızgınım. Bir daha ararsa ben resepsiyonu arayıp, şikâyette bulunacağım. Yatağıma, daha doğrusu öyküye geri dönüyorum. Tam kaldığım yerden okumaya başlayacağım, yan yataktan hırıltılı bir ses geliyor. Üzerine atılan toprağı alttan yukarı eşeleyip ışığa kavuşan bir yaralı gibi gözbağını açıyor Jon. “Yanıt verme şu telefona. Sen yanıt verdikçe o aramaya devam edecek. Anlamadın mı hâlâ; müşteri arayan bir hayat kadını ya da en iyi ihtimalle bir masör, bizim burada olduğumuzu anlamış. Masaj ister misin diye soruyor.“ Yastığımın üzerine kafamı koyup, şaşkınlıkla Jon’un yüzüne bakıyorum. “Telefondakinin kadın olduğunu nereden anladın?” diye soruyorum. Yanıt vermiyor. “Işığı kapat da uyu, yarın dört müze, bir tapınak gezeceğiz.” diye söyleniyor. “Tamam” diyorum cahilliğimden ve naifliğimden utanarak, dilime yapışmış soru işaretleri rahatsız ediyor aklımı. Haklı olabilir mi, Jon? Tuhaf bir ikilem, hangi tarafta olmam gerektiğine karar verememek en ilginç yanı. “Bir şeyler okuyorum. Bitince uyuyacağım ben de.” Cep telefonun ekranını açıyorum tekrar. Yaşlı adam çay demliyor, karısı pijamalarını giyiyor. Öykünün son cümlelerini okuyorum. İçimde biriken bir heyecan, patlamaya hazır bir yanardağ gibi. Telefon tekrar çalıyor.

08

Havaalanından çıkar çıkmaz bindiğimiz arabanın şoförüne sormak aklıma gelmişti ama gecenin karanlığında oteli bulma telaşıyla –bizim değil, şoförün telaşı- unutmuştum. Moğolistan’da trafik sağdan aktığı halde neden araçların çoğunda direksiyon sağ tarafta? Bir istatistik öğretmeni olarak çoğunluk ifadesinin spekülatif kalmaması için bir sabah –Jon daha uyanmamışken- oturdum saydım, otelin penceresinden aşağıya bakarak. Kuzey güney yönünde hareket eden 100 aracı gözlemledim. Sadece 19 tanesinin direksiyonu soldaydı. Hemen basit birkaç işlemle %95 güven aralığını (%11, %27) olarak hesapladım. Yani %95 kesinlikte eminim ki Ulanbator’daki taşıtların doğru yönde hareket edenlerinin –ya da direksiyonu doğru tarafta olanların- oranı sadece %11 ile %27 arasında. Hadi iyimser bir tahmin yapalım ve bu orana en fazla %30 diyelim. Kalanının, yani en az %70’inin direksiyonu olması gerekenin ters tarafında. Tabii burada almış olduğum örneklemin geçerliliğini ve popülasyonun tek-tip (iid: identically independently distributed)  oluşunu varsayışım göz ardı edilmemeli. Örneğin, direksiyonu sağda olan taşıtların hemen hepsi arabaydı. Direksiyonu solda olanlar ise ya kamyondu ya da eski otobüs. Ve yine direksiyonu sağda olanların hemen hepsi Japonya yapımı arabalardı. Demek oluyor ki Japonya, Moğolistan için özel araba üretmiyor. Doğrudan kendisi için ürettiği arabaları Moğolistan’a satıyor. Nüfusu az olduğu için Moğolistan’ı yatırım yapmaya değecek bir ülke olarak görmüyor olabilir? O kadar ki tur için bindiğimiz cipin GPS’i bile Japonca konuşuyordu. Ne şoför ne rehber ne de yolcular Japonca anladığına göre arabanın bu ısrarcılığını, anavatan özlemi olarak nitelemek zorunda kaldım. Gerçi, benzeri bir durum Burma’da da vardı. Orada da İngiliz sömürüsü olmanın getirdiği trafiğin soldan akma durumuna karşın, çoğunluğu Çin’den gelen direksiyonu solda taşıtlar vardı. Biz, Ulanbator’dan çıkıp, dar yollarda ilerlerken bu durumun ne kadar ciddi sorunlara yol açabileceğini fark ettim. Ne zaman önümüzde yavaş ilerleyen bir kamyon belirse, şoför yanındaki rehbere karşı taraftan araba gelip gelmediğini sormak zorunda kalıyordu. Çünkü trafik sağdan akıyor ve kendisi arabanın sağ ucunda. Sollama yapması için yolun sol tarafını görmesi gerekiyor ama bu neredeyse imkânsız. Dolayısıyla, karar vermesi, kendine güveninin kazanması ve gaza basması zaman alıyor. Yol gereksiz yere uzuyor, bir de üzerine kamyonun egzozundan çıkan dumanı ciğerlerimize çekiyoruz. Çayırların ve otlakların, yani temiz hava cennetinin ortasında, olabilecek en pis havayı soluyarak Moğolistan maceramıza devam ediyoruz.  

09

Moğolistan topraklarında yaklaşık üç milyon insan yaşıyor ve bunun iki milyona yakını Ulanbator’da. Türkiye’nin sahip olduğu arazinin iki katına sahip olan Moğolistan bu yönüyle dünyada nüfus yoğunluğu en az olan ülkelerden birisi. Buna rağmen Ulanbator’da trafik sıkışıklığı ve trafikten kaynaklanan hava kirliliği yaşanıyor. Sıkışıklığın nedeni şehirde yaygın bir ulaşım sisteminin kurulmamış olması. Gördüğüm tek raylı sistem Barış Caddesi boyunca gidip gelen bir tramvaydı. Onun dışında toplu taşımacılık eski otobüslerle sağlanıyor. Bu otobüslerin çoğu Rusya’dan temin edilmiş. Moğolistan’da yapılmış olan bir otobüsün üzerinde İngilizce “Made in Mongolia” yazıyordu. Otobüslere birkaç defa bindik. Sadece sabah ve akşam saatlerinde değil, neredeyse günün her saatinde ciddi bir yoğunluk oluyor. Şoförlerin resmi bir kıyafeti yok. İstanbul’daki minibüs şoförlerine benziyorlar. Sıcaktan bunalmış yüzleri, akşama kadar trafikle cebelleşmekten yorulmuş bedenleri, ter içinde boğuşuyorlar trafikte. Havadaki azıcık da olsa hissedilen kirliliğin nedeni taşıtlar. Şehir, dağların arasına sıkışmış bir ovada kurulu olduğundan egzozlardan çıkan duman şehrin içine hapsoluyor. Son yıllarda yapılan yüksek binaların da buna etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Hava kirliliğinin tek nedeni taşıtlar değil tabii ki. Çin’de olduğu gibi Moğolistan’da enerji ihtiyacının büyük bir bölümü kömür yakılarak karşılanıyor ve bu güç kaynakları şehrin merkezine çok ama çok yakın. Yaz olduğu için büyük bir olasılıkla bu santraller tam kapasite çalışmıyordur ama kışları hava kirliliğinin ciddi boyutlara ulaşacağını anlamak için dahi olmaya gerek yok. Jon ara sıra havadaki egzoz kokusundan memnuniyetsizliğini belirtse de aslında ben durumdan memnunum. Yaşadığımız şehir olan Çanco’da hava çok daha kirli. En azından burada gökyüzünün mavisini arada hiçbir perde olmaksızın görebiliyoruz, en azından sabahları pencereyi açıp henüz kirlenmemiş havayı içimize çekebiliyoruz, en azından yüksek bir noktaya çıktığımızda çok çok uzakları net bir şekilde görebiliyoruz. Çanco’da bunların hiçbirisini yapamıyoruz.

10

Ulanbator; otelleri, barları, lokantaları, kafeleri, sinemaları, meydanları ve merkezdeki opera salonuyla gelişmiş bir şehir ama nedense taksi konusunu pek düşünmemişler. Şehirde taksi ya hiç yok ya da yok denecek kadar az. Bu yüzden vatandaşlar taksiye ihtiyaç bırakmayacak bir sistem geliştirmişler. Yol kenarında dikilip, herhangi bir araca el sallıyorsunuz. Birinci, ikinci değilse bile üçüncüsü duruyor. Kapıyı açıp nereye gideceğinizi söylüyorsunuz. Eğer şoför de o istikamette bir yere gidiyorsa ya da her ne olursa olsun biraz para kazanmak istiyorsa fiyatta anlaşıp arabaya biniyorsunuz. Bunu yapan o kadar çok insan gördük ki tek kelime Moğolca konuşmasak bile denemeye karar verdik. İki ayrı akşam, şehrin merkezindeki barların birinde yorgunluk attıktan sonra otele dönmek için karşı kaldırıma geçtik ve el salladık. Daha elimizi havaya kaldırmıştık ki bir araba önümüzde U dönüşü yaptı. Kapıyı açtık, direksiyon koltuğunda oturan genç adama –daha sonra Japonca öğretmeni olduğunu öğreneceğiz- otelin kartını gösterdik. Yaklaşık 6 TL gibi bir fiyat söyledi. Ellilik, Cengiz marka fıçı bira fiyatından biraz fazla bu fiyat. Atladık gittik. Aynı noktadan otele ikinci gidişimizde biraz daha fazla para verdik ama gece yarısını geçmiş bir saatte böyle ufak tefek şeylerin hesabını yapamazdık. Hem zaten o saatte taksi dışında başka bir seçenek de yok. Yürümek hariç tabii ki! Bu tuhaf sistemin şehirdeki taksilerin azlığından dolayı hâlâ yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Su-i istimale oldukça açık bir yöntem. Ayrıca her şey sözlü olduğu için ve ortada yazılı bir kanıt olmadığı için anlaşmazlıklara neden olabilir. Bir de güven sorunu var tabii ki! Gerçi gece geç vakitlerde bardan çıkan kadınların bile tek başlarına, kendinden gayet emin bir şekilde, yoldan geçen bir aracı durdurduklarına tanık oldum. Demek ki güvenlik konusunda pek endişeleri yok Moğolistanlı kadınların. Türkiye’de böyle bir şeyin gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyorum ben.

-- Devam edecek --
     
  

  

1 yorum: