Bu Blogda Ara

17 Eylül 2013

Çin Mektupları (9) - 20130917

Sabah erkenden uyanıyorum. Hoş, uyuduğuma uyku denir mi bilinmez, jetlagin esiriyim halen. Ann, beni otelden alıyor. Birlikte emlakçıyla buluşup, yedi tane ev bakacağız. Ben neden yedi diyorum. Ann “Çünkü emlakçının elinde o kadar ev var” diyor. “Bize uygun mesafede ve fiyatta.” Yola çıkıyoruz. Taksi tutacağız ama taksiler durmuyor. Ya dolu geçiyorlar ya da yüzümüze bile bakmadan sürüyorlar arabalarını. On dakika kadar sıcakta bekledikten sonra umudu kesiyoruz. Ann, “Yürüyelim mi, çok uzak değil.” diyor. Benim için hava hoş. “Yürüyelim” diyorum. Ve başlıyoruz yarım günlük ev maratonuna.

Yalnız Taksilerin durmaması beni düşündürüyor. Neden durmuyorlar? Daha önce de olmuştu bu. Ya taksi sayısı az olduğu için çoğunun müşterisi var ya da fiyat ucuz olduğu için pek çoğu takmıyor müşteri kapmaya. Gerçi bu ikisi aynı kapıya çıkıyor. Taksiler ucuz olduğu için firma yatırım yapmıyor. Dolayısıyla ne kalite artıyor ne de sayı. Taksilerin hepsinin eski olması bundan olabilir. Ucuz olunca talep de artıyor tabii. Sonuç olarak kıtlık meydana geliyor. Şoförlerin bir kazançları yok mu acaba aldıkları müşteri başına? Taksimetrelere fiş kesme makinesi eklemiş olmaları bunda etkili olabilir.  Kaçak müşteri alamıyorlar. Oysa yolda beklediğinizi gören pek çok sivil araba duruyor ve istediğiniz yere sizi götüreyim diyor. Ekonomik olmayan bir neden de yabancı görüp korkmaları olabilir. İyi ama Ann de mi yabancı?

Neyse, biz yürümeye devam ediyoruz. Dün yemek yediğimiz yerin az ilerisinde bir kilise görüyorum. Kapısının üzerinde “Christian Church” (Hristiyan Kilisesi) yazıyor. Normalde bir kilisenin üzerinde Katolik, Ortodoks, Süryani falan yazar. Çinde doğrudan dini temsil ediyor anlaşılan kilise, herhangi bir mezhebe gerek kalmadan işi hallediyor. Zaten dinler bölmüşler insanları yeteri kadar, bir de mezheplere böldürmeyelim demek istiyor herhalde. Kilisenin az ilerisinde güzel bir kafe var. Onun yanında ise Pizza Hut. Kentin merkezinde olduğumuz için burada tüm batılı fast food markalarını görmek mümkün. Zaten Mc Donalds’ı, KFC’yi ve Starbucks’ı görmem çok zaman almıyor.

Hristiyan Kilisesi. Kiliseyi doğru açıdan görmek için ekranınızı 90 derece saat yönünde çevirin. 
Bir süre daha yürüdükten sonra emlakçıyla buluşuyoruz. Uzun boylu, kırklı yaşlarda, saçlarını hafifçe kızıla boyatmış bir kadın. E-bisikletini bir lokantanın önüne park etmiş, bizi bekliyor. Onu da yanımıza alıp yürümeye devam ediyoruz. Kentin sokakları genelde temiz, öyle insanın midesini bulandıracak, ciddi anlamda göz zevkini bozacak bir düzensizlik yok. Sadece, daha önce de sözünü ettiğim sessiz e-bisikletler ve kaldırımları işgal etmiş arabalar var. Ben kısa zamanda yön algımı kaybettiğim için okuldan ne kadar uzak olduğumuzu bilmiyorum. Ana yoldan bir ara sokağa girip 30-40 katlı bir binaya giriyoruz. Hoş buradaki binaların hepsi 30-40 katlı. Çin’in kentleri küçük alanlara sığdırıp, hizmet sektörünü güçlendirme ve bir yandan da halka daha ucuz yoldan hizmet götürme politikasının neticesi bu binalar. Aksini düşünsek ne olurdu, kim bilir? Şu 40 katlı binada yaşayan insanları köy usulü evlere koysak, kaplayacağı alan tarlalarıyla birlikte orta ölçekli bir köyü geçer. Bunun yerine bir dönümlük alana bini aşan insanı sığdırıyor. Bir de Çin halkının bir an önce evlenip, çocuk yapma ve ufak da olsa bir ev sahibi olma arzusu var. Ev, yani anne-babanın adının devam ettiği, onlara saygının ve onların genlerinin hüküm sürdüğü alanlar.


                       Kentin merkezinden bir görüntü. 

Emlak konusunda Çin hızlı atılımlar yapıyor inşaat sektöründe. Bir zamanlar köy olan alanları istimlak edip, oradaki halkı şantiye benzeri evlere tıkıyor. Proje bittiğinde de en istenmeyen, en az para edecek evleri o köylülere kakalıyor. Tıpkı Türkiye’de TOKİ’nin yaptığı gibi. Aynı arazi üzerine inşa edilen, güzel manzaralı, püfür püfür rüzgar alan dubleks daireyi de neredeyse tüm köyü aldığı fiyata bir zengine satıyor. İnşaat sektörü o kadar alıp başını gitmiş ki artık neredeyse her yerde hayalet kentlerden bahsediliyor. İçinde kimsenin yaşayamadığı, insanların alım gücünün çok çok üzerinde fiyatlara satılmak istenen on binlerce daireden oluşan uydu kentler boş boş duruyorlar. Zaten Çin’de ekonomik büyüme durursa ilk kriz buradan vuracak ülkeyi. Bu kadar borçla harçla yapılan dev projeler ederinin çok daha altında satılmaya zorlandığında iş çığırından çıkacak. Şimdilik ülkenin hızlı büyümesi böylesi bir hızlı para akışına neden olacak panik havasını engelliyor. Peki ya ileride? Çin ucuz işgücü avantajını korumak için daha ne kadar yuan’ı dizginleyecek? Hadi para politikası halkı pek ilgilendirmiyor diyebiliriz ama işçinin saatlik ücretini de benzer bir politikayla yönetiyor oluşu halk için pek de iç açıcı bir gelecek resmi çizmiyor.


                     Baktığım ama tutmadığım dairelerden birisinin manzarası. 

Neyse, konudan uzaklaştım. Bu konulara daha çok gireceğim ileride. Gelelim bizim ev işine. Evlerle ilgili detaylara girmemin bir anlamı yok. Gittiğim her evde, evle alakalı ayrıntıları defterime yazıyorum. Bir süre sonra zaten iki ev diğerlerini geçiyor, açık arayla kendilerini belli ediyorlar. Hem fiyat yönünden hem de evlerin büyüklükleri açısından ikisi arasında kararsız kalıyorum. Ann’e, yarına kadar bana izin vermesini söylüyorum. O da sorun değil diyor. Amacım düşünmek değil tabii ki, akşam olunca J’ye soracağım. Hoş, akşama bile gerek kalmıyor. Otele döner dönmez skype’dan görüşüyoruz. Ona iki evden bahsediyorum. İki evi de ayrıntılarıyla anlatıyorum. J birini seçiyor. Böylece en azından bir yıl boyunca yaşayacağım ev belli olmuş oluyor. Sıkıntısız, hafakansız…

Yeri gelmişten bahsedeyim. Ev baktığımız günden aklımda iki tuhaf ayrıntı kaldı. Birincisi öğlen yemeği için gittiğimiz lokantada hesabın emlakçı tarafından ödenmesiydi -su alınca da parayı o ödedi-. Ben elimi cüzdanıma atıp, tipik Anadolu delikanlısı gösterisi yapacaktım ki Ann “Bırak o ödesin, bu işten para kazanıyor.” dedi. Sanırım yarım kira alıyormuş emlakçı. Yarım kira bizden, yarım kira da ev sahibinden. Türkiye’deki sistemle yaklaşık olarak aynı. Yalnız Türkiye’deki emlakçılar kiracı için kıllarını kıpırdatmazlar. Evi gösterirler, türlü tahşidatlarla evi överler ama iş hizmete gelince hiçbirisi yanaşmaz.

Bir diğer tuhaflık da –daha önceden de bildiğim ama görünce insan ayrı bir şaşırıyor- 35 derece sıcaklıkta saatlerce yürüdükten sonra bile soğuk su değil de ılık su içmek isteyen Çinli yoldaşlarım. Yahu kardeşim, yanıyoruz, pişiyoruz; insan soğuk su içer. Yok, soğuk su sağlığa zararlıdır diyorlar. Ben soğuk suyun sağlığa zararlı olduğu hakkında herhangi bir bilimsel makale okumadım hayatım boyunca. Kirli su ya da aşırı sıcak su sağlığa zararlı olabilir ama soğuk su harareti giderir, en azından ferahlatır, bir süre susatmaz. Ilık su dediğin, kan gibi boğazından aşağıya indiğinde, su içtin mi içmedin mi farkına bile varamazsın. Ne anladım ben o işten! 

Konfüçyüs aşırıya gitmeyin, aşırıdan kaçının derken aşırı derecede sıkıcı olun demek istememiştir herhalde. İnsan bazen aşmalı, sınırları zorlamalı. Tabii ki soğuk su içerek olmaz bu ama en azından o bile bir göstergedir. Hasta olsalar ya da bir rahatsızlıklar olsa anlayacağım. Yok, değil. Zaten dükkânlarda bile soğuk su bulmak zor. Su isteyince ılık su veriyorlar. Soğuk su isteyince önce şaşırıyorlar, eroin istemişim gibi ayıplıyorlar. Sonra da buzlu suyun içinden çıkardıkları, üzerinden şapır şupur sular damlayan plastik şişeyi veriyorlar.

 Yeri gelmişken bahsedeyim. Bulunduğum binanın 24. katında yaşıyorum. Yalnız 4 rakamı ölümü çağrıştırdığı için uğursuz sayılıyor burada. Dolayısıyla bina da 4., 14., 24. katlar yok. Bunların yerine 3A, 13A, 23A gibi kat numaraları var. Yalnız, 13 sayısı da batılılarca uğursuz sayıldığı için 13 sayısı da yok. Dolayısıyla 12’den sonra 12A, sonrasında da 12B geliyor. Ardından da 15! Böylesi batıl inançların hüküm sürdüğü bir toplum Çin. Adam o kadar okuyup inşaat mühendisi oluyor ama uğursuz sayı saçmalığını atlatamıyor. O atlatsa müteahhit ya da satış müdürü atlatamadığı için sayılar yine olması gereken yerlere yazılmıyor.

                                    3 de yok. O niye yok bilmiyorum. 

Binaya taşındığımın ilk gününde asansörle motosikletini 30. kattaki dairesine taşıyan bir adamla tanışmıştım. Herif, güle oynaya motosikletini asansöre yükledi ve düğmeye bastı. Ben asansörün içinde, ağzım açık adamı izliyorum. Hoş, bu durumdan dersini alan ben de bisiklet alır almaz onu üst kata çıkarmaya başladım. Buralarda sıklıkla söylenen bir laf var yabancılar arasında: Bisikletin çalınmadıkça Çin’e varmış sayılmazsın. Bu gidişle Çin’e vardığıma sevinemeyeceğim anlaşılan. Ya da asla varamayacağım.

                              
   Asansördeki motosiklet

Bu arada taşındığım dairenin iki kat üstünde bizim okulda çalışan bir Fizik öğretmeni var. Binanın hemen yanında da bir Uygur camisi, caminin etrafında yaşayan küçük bir Müslüman aile var. İki tane de lokanta var caminin altında. Birisi sokakta tavuk şiş yapıyor (Uygur usulü), yanında bir de ekmek pişiriyor. Diğeri ise, caminin alt katındaki lüks Uygur lokantası. Bir defa gittim, ne fiyatlarını ne de yemeklerini beğendim. Bir daha da gitmeyeceğim. Caminin yanında yaşıyor olmama rağmen bugüne kadar bir kere bile ezan duymadım. Ezan duymadım ama Budist ilahilerle uyandığım çok oldu. Bir de yeni açılan bir dükkânın kutlamalarıyla, kötü ruhlar gitsin diye atılan havai fişeklerle, saçma sapan pop şarkılarla uyandığım zamanlar.  

     Evin hemen yanındaki Uygur cami. Sen kalk, camiler şehri İstanbul'dan Çin'e gel. Bula bula yine bir caminin yanında ev tut. İstanbul'dayken bile bu kadar yakın değildim camiye. 


Not: Bundan sonra kronolojik bir sıra takip etmeyeceğim. Bir ya da birbirine yakın birkaç konu seçip onlar üzerine yazacağım. Günler hızlı geçiyor, okulda cidden yoğunum.  Şu anda da yorgunum. Yazıyı bir defa bile okumadan koyacağım, sonra da uyuyacağım. Yarın okulda düzeltirim.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder