Bu Blogda Ara

25 Eylül 2013

Çin Mektupları 11 - Okulum (2)

Okul hakkında düşündükçe yeni şeyler geldi aklıma. Biraz daha yazmam gerektiğine karar verdim. Sonuçta günümün neredeyse on saatini okulda harcıyorum. Mesai sabah 7:15’de başlıyor. Ben genelde saat 7’de varıyorum ofise. İlk iki hafta 6:45’te evden çıkıp, yürüyerek 25 dakikada varıyordum. Sonra bisiklet aldım. On dakika sürüyor kapıdan kapıya yolculuğum. Yolculuk vakti 15 dakika kısaldı ama ben evden çıkış saatimi o kadar değiştirmedim. Rutine girmiş şeyleri değiştiremiyorum ben, otomatiğe bir kere bağlandı mı hep öyle gitsin istiyorum; ta ki önüne ciddi bir engel çıkana kadar.

Saat 7:00 gibi ofiste oluyorum. Mesai 17:15’te bitiyor. Gün uzun ama bana yine de yetmiyor. İş çok, hem zaten çok olmasa da yetmezdi bana zaman. Ben kendi halimde oturduğum koltukta kendime iş çıkarmaya bayıldığım için iş olmasa bile “haddimi de aşarak” başkalarının işlerini de yapıyorum. Böylece sessiz sakin küçülüyorum olduğum yerde, küçüldükçe sessizleşiyorum, sağırlaşıyorum, körleşiyorum. Bunların hiçbirisi benim için sorun değil, yeter ki birileri gölge etmesin. Zaten takım halinde iş yapmaktan nefret eden birisiyim ben. Zorunda olmadıkça yanaşmam. Bu yüzdendir zaten okumayı, yazmayı, koşmayı ve matematiği sevişim. Bu saydıklarımın hepsi yalnız başına yapılan işler. Birisi benim hazırladığım işe burnunu soktu mu tüm büyü bozuluyor sanki, tüm gizem gidiyor, sinir oluyorum.

Dedim ya, gün uzun ama onu uzun yapan çalışma saatleri değil, günün ortasına konmuş iki saatlik öğlen yemeği molası. Bunca yıldır öğretmenim ve bugüne kadar yarım düzine okulda çalıştım, hiçbirinde bir saatin üzerinde yemek molası görmedim. Hem zaten okulların çoğunda yemek molası da olmazdı. Öğretmensen, boş bir vakitte yemeğini yer, sonra da işinin başına dönersin. Oysa burada bize çalışmamamız öğütleniyor. İster sıranın altına hamak as, boylu boyunca uzan. İster evine git, yemeğini ye, üzerine de bir saat şekerleme yap. Zaten öğretmen arkadaşların bazıları yüzmeye gidiyorlar öğle arasında, kimisi de spor salonuna. Parka gidip koşan, sonra gelip duş alan bile var. Aslında bu iki saatlik süre resmi işleri halletmek için mükemmel ama bankalar, postaneler ve diğer bilumum resmi kurumlar da yaklaşık olarak aynı saatlerde kapalı olduğu için hiçbir şey halledemiyoruz. Ben şimdilik, yemekten sonraları ofise girip, Türk kahvesiyle birlikte Sait Faik’den öyküler okuyorum. Günde bir ya da iki öykü okuyorum ki hemen bitmesin kitap. Yanımda getirdiğim Türkçe kitaplar bitmek üzere. İktisatlı kullanmam gerekiyor.

Aslında kitabımı alıp, bahçede bir yerde okumak istiyorum. Maksat ofisten uzaklaşmak, temiz hava almak. Ama maalesef yapamıyorum. O kadar güzel bir bahçe yapmışlar, içinde nilüferlerin yeşerdiği, balıkların yüzdüğü havuzlar yapmışlar ama bir yere de oturak koymamışlar. Oysa ne güzel olurdu, Sait Faik’imi elime alıp, bir ağacın altındaki oturağa kurulup, şöyle yarım saat kitap okuyabilsem. Sessiz, sakin, ağırdan, sindire sindire… Hem onun için de değişiklik olur, sever Sait Faik açık havayı. Gerçi sıkılır o denizi olmayan kentlerden; bir Rum balıkçı yoksa etrafta, şöyle bir Marmara’nın soğuk sularına dalıp yosunların arasından bir mercan balığına bakamayacaksa, ne yapsın Sait Faik o kentin güzelliklerini. O zaman ben de kendisine demek isterim. “Ne yapalım paşam. Bize babamızdan miras kalmadı ev ocak. Para nerede biz orada! Buna da şükür.” Güler Sait Faik benim lafıma. Güler ve söylenir “Ne Lüzumsuz Adamsın Sen Be!” diye…

Hoş okul, kentin en büyük parkı olan Hong Mei (Kırmızı Erik) parkına yürüyerek beş dakika mesafede. Oraya gidip de okunabilir kitap ama kim çıkacak şimdi okulun kampüsünden. Otur oturduğun yerde. Ben parka akşamları koşmaya gidiyorum. Fizik öğretmeni arkadaş bana 2 km’lik bir koşu yolu gösterdi. Dolanıp duruyorum o yolda. Şangay yarı maratonuna hazırlanıyorum. Şunun şurasında iki ay kaldı. Haftaya 12 km yapacağım. Sorun çıkmaz herhalde. Tek korkum hava kirliliğinin dayanılmaz noktaya ulaşması. Kirli havada koşmak ve bundan yarar ummak demek, tertemiz süngeri pis suya sokup, süngeri sıktığımızda temiz su beklemekle aynı şey. Ehh, sünger burada ciğerlerimiz oluyor tabii. Pis hava derin derin içeri sızdıkça çıkması zorlaşıyor, yapışıyor her yere. Yarardan çok zarar veriyor bünyeye.

Okulun hemen karşısında bir kütüphane var. Çanco Kent Kütüphanesi diye geçiyor ama maalesef tek bir İngilizce kitap yok üç katlı binada. Bir defa gittim, görevli kız İngilizce kitapları bulacağım yeri tarif etti. Hevesle gittim ama bulduklarımın tamamı İngilizce öğrenme ve sınavlara hazırlık kitaplarıydı. Kırılan hayalimi cebime koyup, kimseye göstermeden çıktım kütüphaneden.

Öğlen arası yapılacak bir başka şey de ofiste uyumak. Birkaç defa uyumaya yeltendim ama olmadı. Öğrencilerin bu konuda maşallahı var. Hepsi sıralarına başlarına koyup, mışıl mışıl uyuyorlar. Dolayısıyla öğlen arasından hemen sonra dersim olunca ilk dakikalar çocukların mahmurluklarıyla mücadeleyle geçiyor. En az beş dakika erken gidiyorum ki dersin vakti çalınmasın. Yüzlerini yıkattırıyorum, sıralara vuruyorum, kırtasiyeden farkında olmadan aldığım müzikli kahve kupamı çocukların kulaklarına yaklaştırıyorum. Sonuçta hepsi çok da mızmızlanmadan uyanıyor.

Her katta tuvalet var. Öğrencilerin ve öğretmenlerin tuvaletleri ayrı değil. Bu nokta da ilginç! Sen gel, bir yandan öğretmeni tanrı yerine koy. Onları öğrencinin kayıtsız şartsız dinleyeceği ve itaat edeceği insanüstü varlıklar olarak lanse et. Sonra, öğrencilerle öğretmenleri aynı tuvalete gönder. Olacak iş mi? Benim için hava hoş ama Çinli öğretmenler için zor olmalı. Ne bileyim, adamlar her yerde otorite. Çocuklar Çinli bir öğretmeni görünce anında hizaya diziliyorlar, gıkları çıkmıyor. Sanki ordu komutanı her birisi, tümeni içtimaya çekiyorlar. Çocuklar bizi görünce de maymuna bağlıyorlar işi. “Hello, Mr Bean” diye bana selam vermeye bile başladılar. Demek yay o kadar sıkışıyor ki Çinli olmayan öğretmeni görür görmez tüm potansiyel enerjisini boşaltıyor üzerimize.

Bir sonraki teneffüste göz egzersizi var. Beş dakika boyunca, hoparlörlerden gelen tiz bir çocuk sesi eşliğinde, çocuklar göz egzersizi yapıyorlar. Aslında buna, göz egzersizi yerine, gözün etrafına yapılan hafif masaj demek daha doğru olur. Günde iki defa yapıyorlar ve zannedersem tüm Çin okullarında yapılan bir şey bu. Gerçi, şimdiye kadar beş dakika boyunca gözüne masaj yapan bir öğrenci görmedim. Çocuklar aşmışlar artık. Büyük bir olasılıkla ilkokuldan beri yaptıkları bir şey olduğu için yalama olmuşlar. Faydasına var mı bilmiyorum. Aşağıdaki videoda çocukları göz masajı yapıyorken görebilirsiniz. Videoyu ben çekmedim ama bizim okuldaki hoparlörlerden gelen tiz çocuk sesi de bu videodakinin aynısı. Demek merkezi bir yerden gönderiliyor bu beş dakikalık masaj yönlendirme kaydı.



Daha şirin bir video buradan izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=hPeMLeBvMEo

Bu göz masajı günde iki kere yapılıyor. İlki sabah üçüncü dersten sonra. Benim öğrencilerim her ikisini de takmıyorlar. “Yapın da bir göreyim” dedim, yanaşmadılar. Ben de üstelemedim.  

Derslerin saatleri tutarlı değil. Bir ders kırk dakika, bir başka ders kırk beş ya da elli dakika. Neye göre ayarlanmış bilmiyorum. Yalnız, ikinci teneffüs yarım saat sürüyor. Çocuklar genelde bu teneffüste bahçeye çıkıyorlar. Erkekler terden eriyene kadar basketbol oynuyorlar (sırılsıklam geliyorlar üçüncü derse). Kızlar ise evrensel yürüyüşlerini yapıyorlar kız kıza. Yalnız, erkeklerin ve kızların birlikte oynadıkları bir oyun da var ve çok popüler: Bedmintın. Herhalde erkeğin kızı fiziksel üstünlüğüyle ezemediği nadir sporlardan birisi bedmintın. Geçen baktım iki öğrenci oynuyor, koridordan başımı uzatıp izledim onları. Bir yandan kendi çocukluğumu düşündüm, gazoz kapağının peşinde futbol oynayan minik Ali’yi, bir yandan da onların güle oynaya mantarkuşa (shuttlecock)  vuruşlarını izledim. Oyun bir süre devam etti, sonra mantarkuş bahçenin kenarında yeni büyümekte olan bambu ağaçlarının arasına düştü. Çocuklar da oyunu bırakıp, dersliklerine döndüler. Bu bana biraz tuhaf geldi doğal olarak. Türkiyeli çocuklar olsa, ne kadar ucuz olursa olsun, oyuncaklarını ağaçta bırakmazlar. Onu oradan almak bir gurur meselesidir. Oysa bu çocuklar gayet sakinler. “Ohh, mantar kuş gitti, oyun bitti” modunda, neredeyse ruhsuz diyebileceğim bir halde oynuyorlardı. Zaten okul başladığından beri gözlemlediğim şeylerden birisiydi bu. Öğrencilerin dersler dışında hırs gösterdiği bir şey yok. Dersleri de başarı eşiğini aşacak kadar hallediyorlar. Gerisine karışmıyorlar. Göz masajında olduğu gibi okulla ilgili hemen her konuda bir yalama olmuşluk, bir bıkkınlık var.

İşte asıl yazılması gereken konuya vardım. Çocuklardaki hırs yoksunluğu sorunu. Derslerde aktifler, denileni yapıyorlar, uslular ama bu uslu duruşun götürdüğü, yok ettiği bir gençlik ruhu var sanki. Çocuk dediğin azıcık yaramaz olur çünkü o yaramazlığın arkasında keşfetme arzusu, kendi yolunu bulma tutkusu vardır. Bu yaramazlık olmazsa yaratıcılık da olmaz. Çocukları birer asker yapmak istiyorsak, onların itaatkâr, sadık ve düzenli bireyler olmasını isteyebiliriz. Eğer çocukların; özgürce düşünen, sorgulayan, üreten ve yanlış karşısında sesini yükselten bireyler olmasını istiyorsak, onların yaşlarına uygun bir şekilde davranmalarına izin vermeliyiz. Robot gibi davranan çocuklardan yaratıcı bireyler çıkarmak imkânsızdır. Tabii ki çocuğun taşkınlıklarının bir sınırı olmalı ve öğretmenler gerekli yerde müdahalede bulunmalılar. Orta yol ya da ortaya yakın yol bulunabilir gibime geliyor.

 Geçen yıl çalıştığım okulda öğrenciler aşırı derecede yaramaz, şımarık ve hatta çoğu zaman küstahlardı. Bunun yanında aynı öğrenciler kendi başlarına şiir akşamı düzenleyip, ezberledikleri şiirleri, işe biraz oyunculuk da katarak sergileyebiliyorlardı. Keman çalanlar, resim yapanlar, hikâye ve şiir yazanlar, web sayfası yapanlar, tiyatro oyununda oynayanlar… Şu anki okulumdaki öğrencilerin performansını izledim geçen akşam. Piyano çalandan şarkı söyleyene, hemen hepsi de bana “yapmış olmak için yapıyorum” mesajı verdiler, performanslarındaki heves ve tutku yoksunluğuyla.

 İnsan sormadan edemiyor tabii; sınır çizgisi nerede çizilmeli? Sınav canavarı yetiştirmek değil eğitimin amacı –aileler öyle istiyor ama- , küstah ve kendini bilmez insanlar yetiştirmek de değil. O halde çizgiyi nereye çizmeliyiz ki öğrenci kendi bireyselliğini –çocukluğunu ve gençliğini- gereğinden fazla terk etmeden, zihnini bilim aşkıyla doldursun, matematiği sevsin, edebiyata aşina olsun…  

Buna benzer bir başka sorun da çocukların İngilizceleri. Hemen hepsi Amerikalılar gibi konuşuyorlar. Ağızlarını sağa sola yamultup, o çıkması zor sesleri çıkarıyorlar. Konuşmalarının bir aksanın etkisi altında olmaması her ne kadar kayda değer bir başarı olarak görülse de gözden kaçan bir şey var: İçerik. Ben çocukları anlamakta kimi zaman zorlanıyorum ve zorlandığım nokta dillerine yapışan yerelliğin getirdiği aksan değil, söylediklerinin özde bir anlamı olmaması. Çocuklar boş konuşuyorlar, bir anlamı olmaksızın, sırf ağızlarını açıp Kuzey Amerika aksanını nasıl taklit edebildiklerini göstermiş olmak için konuşuyorlar. O kadar ki artık derslerde çocuklara tam cümle kurma zorunluluğu getirdim. Öyle, yarım yamalak ifadelerle yanıt veremeyecekler bana. Anlamıyorum yahu, kafam almıyor ne demek istediklerini. Ya da bir şey demek istemiyorlar! Bunca yıldır öğretmenim. Tayland’da yarım yamalak İngilizceyle konuşan ama konuşmak için bir derdi olan çocukları rahatlıkla anlardım. Vietnam’da da öyle. Çünkü çocuğun ağzından çıkan balonun içi dolu, balonun rengiyle, güzelliğiyle değil içeriğiyle meşgul. Ben buradaki çocuklara da dedim ilk girdiğim derslerin birinde: Benden sizin gibi konuşmamı beklemeyin. Ne dediğimi anladığınız sürece hedefe varmışız demektir. Ben de sizi anlayabiliyorsam iletişim amacına ulaşmıştır. Bunun dışında insanlar neden konuşur ki zaten.   

Bütün bunları yazdım, fazlasıyla müteşekki bir görüntü ortaya koymuş olabilirim. Aslına bakılırsa gayet memnunum okuldan. Sorunlar tabii ki olacak, sorunlar olsun ki biz de bir şeyler öğrenebilelim. Yerçekimi olmasaydı ağaçlar ne diye göğe doğru boy atarlardı ki, değil mi? Hem başka nerede bulacağım kravat zorunluluğu olmayan, sakal bırakmama izin veren, yakalı tişörte bile ses çıkarmayan okul? Üç hafta dönem arası tatili de var. Sırf bu tatil yüzünden Tayland’da ilk yarı maratonumu koşacağım.  Öpüp başıma koyuyorum, tüm öğrencilerimi ve öğretmen arkadaşlarımı.

Saat geç oldu. Yarın yine altıda kalkacağım. Dün sabah –yani bu sabah- saat beşte uyandım dışarıdan gelen havai fişek seslerinden ötürü. Yine birileri dükkân açıyordu sanırım. Sabahın beşinde kötü ruhları kovalamak için çıkmışlar yollara, bizim cengâver, halk sever vatandaşlarımız. Tam bir saat boyunca inlettiler kentin merkezini. Güm, güm, güm, güm… Güm de güm… Türkiye’de olsam darbe oldu sanırdım. Ya da Çarşı yönetime el koydu. Onların bile azıcık insafı olurdu. Buradakiler hiç dinlemediler benim küfürlerimi; millet uyuyordur, işe gidecek olanlar yorgundur diye. Bana sorsalardı ben onlara kentteki kötü ruhların nerede olduğunu söylerdim.

Herkese iyi geceler.

Au revoir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder