Bu Blogda Ara

22 Eylül 2013

Çin Mektupları 10 - Okulum

Bir öğretmen olarak Çin’deki okullara dair gözlemlerimden başlamam doğru olur sanırım. Yalnız, daha önce de dedim, şimdi de diyorum, bundan sonra da diyeceğim; benim Çin’im Çanco’dan ve etrafta gördüğüm birkaç kentten (Wuxi, Yixing, Shanghai) ibaret. Bu kentlerden yola çıkarak tüm Çin hakkında ahkâm kesmek pek doğru olmayabilir. Yine de resmin bir parçası olması bakımından, her ne kadar ufak olsa da, yazdıklarımın bir değerinin olacağını düşünüyorum. Sonuçta sözünü edeceğim okullar ÇHC Eğitim Bakanlığı’na bağlı devlet okulları. Dolayısıyla özde (teoride) birbirlerine benzemelerini bekleyebiliriz.


Okulların dış görünüşünden başlayayım. Şimdiye kadar gördüğüm okulların hemen hepsi devasa alanlara kurulmuşlar. Bizim okul üç bin öğrenci kapasiteli. İçinde en az on tane bina var. Binaların ikisi öğrenci yurdu, birisi yemekhane. Kalanlar derslikler, konferans salonları, spor salonları falan. Ayrıca okulun gerçek boyutlarda bir futbol sahası, altı tane basketbol kortu, kapalı spor salonu (bedminton, masa tenisi gibi sporlar için), kocaman bahçeleri, bahçelerde okuldan yetişmiş düşünür/şair/yazar/bilim insanı olmayı başarmış ünlülerin heykelleri ve küçük havuzlar var.

Futbol sahasının etrafındaki koşu parkuru. Burada koşuyorum akşamları.
Wuxi’de konferans için gittiğimiz okul beş bin kişilikti. Okulun bahçesinin ortasından nehir geçiyordu. Görünce “Oha” demiştim.  Benim İstanbul'da okuduğum ortaokulun bahçesinde de hep kömür olurdu çünkü okulun kömürlüğü ya yoktu ya da çok küçük olduğu için okula gereken kömür kömürlüğe sığmazdı. Bahçeye yığılan kömürler yüzünden top oynayamazdık, üstümüz başımız kirlenirdi... Çin'deki okullar ise tam tersi, utanmasalar içinden tren geçirecekler. Bizde bu kadar araziye üniversite yaparlar, boş kalan yerleri de Starbucks’a falan kiralarlar. Beş bin lise öğrencisi bir arada, ne demek yahu! Tabii, bu yüksek sayılarda Çin’in devasa nüfusunun büyük payı var. Burada 4 milyon nüfuslu bir kent küçük sayılıyor. Büyük kentler 10 milyondan başlıyor. Şangay’ın nüfusu 20 milyon civarında. Eee, bu kadar insan doğuruyor, çocuk büyütüyor. Nereye gidecek onca çocuk.

Okulun binalarından birisi.
Bizim okul seçkin bir mekan olduğu için sınıf başına düşen öğrenci sayısı otuz civarında ama tanıştığım bir “özel” okul öğretmeni bana 68 öğrencisi olduğunu söylemişti. Youtube’da izlediğim bir belgeselde, orta Çin’deki bir kentteki okulun sınıflarında ortalama 120 küsür öğrenci vardı. Minik minik çocuklar, ufacık masalara sığışmışlar, kimisi de yerlerde... İnsanın aklı hayali almıyor, 120 öğrenciyle nasıl ders işlenir? Her birisine bir defa gülümsesen, şöyle bir soruyla yoklasan, adlarını sorsan zaten ders biter, yetmez bile ikinci derse sarkar iş. 

Okullar genel anlamda bakımlı ve temiz. Yalnız temizliğin en büyük sorumlusu öğrenciler. Günün her saatinde çocukları ellerinde süpürgelerle görmek mümkün. Özellikle yaprakların döküldüğü bu aylarda ha bire sonbaharı dolduruyorlar küreklere. Onlar temizledikçe ağaçlar tekrar döküyor yaprakları. Sisifos’un işkencesi işte. Ya da ev kadınlarının bitmeyen çilesi… Geçenlerde şöyle bir laf görmüştüm internette: Pırıl pırıl bir ev, mis gibi kokan bir banyo, tertemiz bir mutfak; boşa geçen bir ömrün göstergesidir. Hak vermemek elde değil, Türkiye'deki kadınların temizlik takıntısını düşününce.

Sadece bahçeyi değil sınıflarını da temiz tutuyor çocuklar. Yerlerde bir tane çöp yok. Sınıflarını süpürüyorlar, sıralarını siliyorlar, çöplerini akşamları döküyorlar. Geçen yıl Türkiye'de tanık olduklarımdan sonra -çocuk çöpünü yere atar, kendisini uyaran öğretmene de ekonomi dersi verirdi: Hademeler işsiz kalmasın diye hocaaaam"- bu öğrenciler melek gibiler gözümde. Çok da hoşuma gidiyor çocukları sınıflarını temizlerken görmek. Öğreniyorlar işte sorumlu birey olmayı. Öyle kırk dakika boyunca ozon tabakası nasihatı vermekle öğretilmez çevre bilinci. Çocuk elini değdirecek süpürgeye, küreğe. Temizliğin değerini bilecek. Türk ev kadınlarının çilesine geri dönersek, onların en büyük kabahati kocalarını kolaya alıştırmaları. Sen adama hiçbir ev işi yaptırmazsan, adam da bilmez temizliğin değerini.

Öğrenciler böyle de biz farklı mıyız? Yok, öğretmenler de aynı. Örneğin, bizim odaya şimdiye kadar herhangi bir hademenin girdiğini görmedim. Çöpümüzü kendimiz topluyoruz. Sebilin önündeki olukta biriken suyu kendimiz döküyoruz, altlığını kendimiz temizliyoruz. Masalarımızın altını akşamları çıkmadan önce temizliyoruz. Herkes kendi bardağını, çanağını yıkıyor. Kısacası odamızdan sorumluyuz. Tıpkı çocukların sınıflarından sorumlu olmaları gibi…

Sınıflar çok ufak değil, çok geniş de değil. Otuz öğrenciyi rahat ettirecek genişlikte. Daha fazlasını alırsak sıkıntı olur gibi. Her sınıfta ÇHC bayrağı ve SAAT var. Saati büyük harfle yazdım bilerek. Geçen yıl çalıştığım okuldaki sınıflara saat koyalım deyince, müdür başyardımcısı bana saatin dikkat dağıtacağını, öğrencilerin öğrenmelerini olumsuz yönde etkileyeceğini söylemişti. Oysa benim öğrenciler hiçbir sıkıntı yaşamıyorlar saat nedeniyle. Tam tersine faydası çok. Sınav sırasında zırt pırt "Kaç dakika kaldı?" diye sormuyorlar, öğretmen olarak basit bir göz kaydırmasıyla saati görebiliyor ve dersin kalan kısmı için gerekli planı yapabiliyorum. İstenirse sınıfın duvarına saat asılabiliyormuş demek ki, istenirse öğrenciler aptal yerine konmuyormuş… Bir de bahane üretmişti evlere şenlik, "Sınıf içi sıcaklıklar farklı olduğu için saatlerin bazıları hızlı, bazıları yavaş ilerliyormuş. Bu da sorun olurmuş." Bir Fizik öğretmeninden duyacağınız son sözler bunlar. Sanki atom saati istedim, altı üstü pilli bir saat. Madem piller sorun oluyor, fişli yap. Prize takalım çalışsın. Prizden gelen elektirk akımı da mı etkileniyor sınıf içi sıcaklıktan? Neyse... Çin'e geri dönelim. 

Öğrencilerin pek çoğu okula bisikletle geliyor ama okul kampüsü içerisinde bisiklet sürmeleri yasak. Kapıya kadar bisikletle geliyorlar ve kapıdan sonra bisikletleriyle yürüyorlar. Tabii bu teoride böyle. Gördüğüm kadarıyla bu yasağa uyan öğrenci yok. Girişte öğretmen olmadığı sürece çocuklar kafalarına göre takılıyorlar. Geçen gün kapıdaki hoca beni de durdurdu. Bana bisikletten nasıl ineceğimi ve bisikletle nasıl yürüyeceğimi uygulamalı olarak gösterdi. Adam İngilizce konuşmuyordu, ben de Çince bilmiyorum henüz. Anlaşabilseydik, okula arabayla gelen hocaların ne yaptığını soracaktım. Arabadan inip, itmiyorlar herhalde!

Hoş, yine burası iyi sayılır. Tayland’da da aynı kural vardı. Çocuklar motosikletlerini –kimi zaman ağır olur motosikletler, özellikle motor hacmi büyükse- sürükleyerek getirirlerdi kapıdan park yerine kadar. Bir de öğrencilerin sınıflara ayakkabıyla girememeleri vardı ki dillere destan bir durumdu. Çocuklar dersliklerin kapısında bırakıyorlardı ayakkabılarını ve derslikte beyaz çoraplarıyla geziyorlardı. Öğretmenin ayakkabısıyla gezdiği yerde onlar ayakkabısız durmak zorundaydılar. Öğretmenle konuşurken de dizlerinin üzerlerine çöküyorlardı. İnsanın onurunu çizen, çizmek ne kelime, parçalayan bir durum. Çocuğu adam yerine koymazsan çocuk da seni insan yerine koymaz –melek der, öğretmen der, süpermen der ama adam demez-. Gerçi Tayland kırallıkla yönetilen bir ülke olduğu için bu durumu yadırgamamak lazım. Kıral varsa zaten temelsiz bir bölünme başlamıştır toplumda, saygı kavramının rahatlıkla suistimal edileceği milyonlarca ortam yaratılabilir.

Öğrenciler, öğretmenlerine karşı alabildiğine saygılılar. Şimdiye kadar tek bir sorunla karşılaşmadım. Harıl harıl ders çalışıyorlar, ödev veriyorum ertesi gün hepsi yapmış olarak ödevlerini teslim ediyorlar –Bazıları kopya çekiyor tabii ama buna da şükür. Bu kopya meselesine sonra geleceğim.-  Sınıfta derse başladığımda, kimseye bağırmak çağırmak zorunda kalmıyorum. Zaten zil çalar çalmaz sıralarına geçiyorlar ve beni bekliyorlar. Nazar değecek diye korkar oldum, o kadar uslular, o kadar saygılılar. Bazen zombi gibiler dediğim oluyor, dostlara yazdığım mektuplarda onlardan bahsederken, ama şikayetçi değilim. Ayrıca iş matematiğe gelince meraklılar da! Soruyorlar, yorum yapıyorlar, dersle ilgileniyorlar. Bir matematik öğretmeninin hayalindeki okul diyebilirim burası için.

Bazı öğrenciler çok zeki, bazıları da ileri konuları çalışmış. Geçen olasılık ağacı çizerek çözülebilecek bir soru yazdım tahtaya. Çocuğun birisi Markov Zinciri yardımıyla, matriks çarpımı yaparak çözüme ulaşmaya kalktı. Ben Markov Zincirini aktüerya masterı yapıyorken öğrenmiştim. Bu liseli öğrenci nereden biliyor? Neyse, sordum neden Markov’u kullandığını. İşlemi yapabiliyor ama izah edemiyor. Sonuçta Markov’u kullanmak için çok özel belli şartların sağlanması lazım. Bu şartlar beni sorduğum soruda rastlantı eseri sağlanmıştı ama bu şartların nasıl sağlandığını izah etmeden yazacağın her çözüm eksik sayılır. Öğrenciyi, hevesini kırmamaya özen göstererek uyardım. Gösterdiğim yöntemle yapmasını söyledim. Zaten gireceği AP sınavında Markov'lu bir çözüm yazsa sıfır puan alır. 

Varyans'ın ikinci formülünü birinci formülden çıkarsamışız.
Öğrencilerin en büyük sorunlarından birisi de bu. Konuyu tam olarak kavramadan soru çözmeye başladıkları için çoğu zaman otomatiğe bağlamış olarak varıyorlar sonuca. Yazma zahmetine bile katlanmıyorlar. Neymiş, kafasından yapmışmış! "Yok, ben çözümü görmek istiyorum" diyorum. Hemen bir kâğıdın kenarına iki çiziktiriyor, cevabını da altına yazıyor. Ne çözümü yorumlayabiliyorlar ne de yöntemi var eden etkenleri farklı ortamlarda sınayabiliyorlar. Bu da bir öğretmen olarak üzüyor beni. Sırf bu yüzden haftada bir etkinlik yapıyoruz derslerde. Bozuk paralarla, zarlarla deneyler yapıp, tahtaya grafikler, tablolar çiziyoruz. Bir şeyleri deney yoluyla kanıtlıyoruz (doğruluğunu gösteriyoruz).  İyi de oluyor. Hem eğleniyorlar hem de bir şeyler öğreniyorlar. Matematiğin sadece sıralarda kös kös oturarak öğrenilen bir şey olmadığını kavrıyorlar en azından. Hepsini yerinden kaldırıyorum, kimse sırasında kalmayacak diyorum. Homurdanarak başlıyorlar ama sonunda eğleniyorlar. Damarlarına azıcık kan gidiyor. 

Öğrenciler Büyük Sayılar Kanununu bozuk paralar ve zarlar yardımıyla kanıtlıyorlar (doğru olabileceğini gösteriyorlar).

Okulun yemekhanesi üç katlı ve yemeklerin kalitesi iyi değil. Birkaç defa gittim oraya ama her gün gidemiyorum. Yemekler paralı ama fiyatlar çok ucuz. Üç çeşit yemeğin yanında haşlanmış pirinç 5 Yuan falan (1,7 TL). Üçüncü katta öğretmenler için klimalı özel bir oda var. İki defa da oraya gittim. Orada da fiyatlar pek farklı değil, yemeğin kalitesi biraz daha iyi. Ayrıca meyveler ve tatlılar ücretsiz. Yalnız buraya erken gitmek gerekiyor. Yemek çabucak bitiyor, masa bulmak da sıkıntı. 

Okulda yemediğim zamanlarda 100 metre ilerideki "esnaf lokantası"nda yiyorum.
Kopya sorunu burada da ciddi bir sorun. Yalnız Çin gibi bin yıllık bir sınav sistemini içselleştirmiş bir toplumda tuhaf karşılamıyorum bu durumu. Adamlar bin küsür yıldır bildiğimiz KPSS, LYS yapıyorlar. Çanco müzesine gittik. Müzenin girişinde bu kentten kaç öğrencinin imparatorluk sınavlarında başarılı olduğu yazıyordu. 1546 kişi başarılı olmuş bu zor sınavlarda. Yani sınav geçmek ve önemli noktalara gelmek yüzyıllardır halkın kanına işlemiş bir yetkinlik, ana babaların çocukları üzerindeki hakları. Durum böyle olunca bu sınavlarda kopya çekmek ya da çekme kabiliyetini geliştirmek de zamanla evriliyor, gelişiyor, mükemmelleşiyor.

Örneğin, ABD merkezli SAT sınavı Çin topraklarında yapılmıyor. Daha önce yapılıyormuş ama SAT yetkilileri ciddi kopya skandallarını ortaya çıkarmışlar. Skandalın içinde öğretmenler de olduğu için iş iyice çığırından çıkmış. Sınavın geçerliliği, itibarı yerle bir olmuş. Bu yüzden benim öğrencilerin hepsi haftaya Hong Kong’a gidecekler SAT sınavına girmek için. Bir ülke adına ne kadar utanç verici bir durum, değil mi? Ülke olarak uluslararası bir sınavdan men edilmek ve buna neden olarak, yabancı öğretmenlerin (sınav gözetmenlerinin), senin ülkenin yetiştirdiği öğrencilerin ve öğretmenlerin dürüst olmamasını göstermeleri. Ürküyor insan… 

Çanco Müzesinin girişindeki yazı. Sınav geçenlerden övgüyle bahsediliyor.
Bir yandan aileden gelen baskı, bir yandan başarısız olma korkusu. Çocuklara da hak vermemek elde değil ama kopyanın neresini savunabiliriz ki. Gerçi, her şeyin sahtesinin –çakmasının- yapıldığı Çin’de kopyanın sadece okullara ait bir sorun olmadığını söylemek gayet mümkündür. Bizim evin altında Nike logosunu kullanıp ayakkabı satan dükkan da var, McDonalds’ın M’sini kullanarak burger satan yeçıkcı da (yeçık: fastfood için uydurduğum kelime). Cep telefonundan o telefonda kullanılan sohbet programına kadar hemen her şey çakma burada. Adamlar sığır etinin bile sahtesini yapmışlar domuz etine boya ve balmumu katarak, daha neler yapmasınlar? Hoş, Türkiye’de de at eti, eşek eti yediriyorlar insanlara.

Aradaki farkı ve benzer konuları da bir sonraki yazıda, Çin’in ekonomisini ve toplum yapısını anlatacağım yazıda tartışayım.

Ofisteki masam. Türk kahvesi yapıp içiyorum öğlen yemeklerinden sonra.








5 yorum:

  1. "Sebilin suyunu kendimiz atıyoruz pencereden" derken? Bu kısmı anlamadım :)

    YanıtlaSil
  2. İki sorum daha var naçizane:

    * Serbest kıyafet uygulaması mı geçerli okulunuzda? Veya her yerde mi böyle? Benim burada gördüğüm okullarda hep üniforma zorunluluğu vardı sanki..

    * Çocukların genel İngilizce seviyeleri nasıl sizce?

    YanıtlaSil
  3. Adsız1:54 ÖS

    1. Sebilin suyunu dokuyoruz derken, sebilin suyunun biriktigi olugu temizleme isini kastetmistim. Cumle tuhaf olmus, sanki damacanayi camdan disari atiyormusuz gibi :). Duzeltirim.

    2. Bizim okulda uniforma yok. Ogrenciler sivil kiyafetle geliyorlar. Baska okullarda durum farkli sanirim.

    3. Bizim ogrencilerin Ingilizcesi gayet iyi. Yalniz bu ogrenciler en az iki yildir yabanci hocalarla calisiyorlar. Ingilizceleri bu yuzden iyi.

    ali

    YanıtlaSil
  4. Adsız11:02 ÖS

    Merhaba,
    Yanılmıyorsam matematik dersini öğrencilere kendi ana dillerinden farklı bir dilde(İngilizce) veriyorsunuz?Bu durum onların matematik gibi zor ve kavramsal bir dersi tam olarak anlamalarında negatif bir etki yapmıyor mu?

    YanıtlaSil
  5. Merhaba,

    Evet, ana dili Çince olan öğrencilere İngilizce kullanarak matematik öğretiyorum. 13 yıldır bu işi yaptığım için pek zorlandığım söylenemez. Sözünü ettiğiniz zorluğun iki yönü var. Matematiğin zor olması ve ana dilin dışında bir dilde öğrenmenin zor olması.

    Birincisine katılmıyorum. Matematik zor değil, sadece dikkat ve motivasyon gerektiriyor. Tıpkı diğer dersler gibi, belki biraz daha fazla ama belli bir kaygı eşiğini aştıktan sonra mükafatı çok daha büyük oluyor öğrenci için. Motive etme ve kaygıları aşma gibi işler iyi bir öğretmenin, sıkı bir çalışmayla ve deneyimle halledebileceği şeyler. Öğrenciye matematiğin güzel ve zevkli bir uğraş olduğunu öğretirseniz, zaten gerisi kendiliğinden gelir. Ben bu yüzden sınıf içi etkinliklere önem veriyorum. Haftada en az bir yarım ders matematiksel oyunlarla ve sonuçları tartışmayla geçiyor. Bu, çocuklardaki matematik algısını değiştirdiği gibi onların kavramları herhangi bir doğal dilden bağımsız olarak kavramalarına da yardımcı oluyor. Yani çocuğa "red apple" deyince aklına ifadenin kendi dilindeki karşılığı olan "kırmızı elma" ifadesi gelmiyor, kırmızı bir elmanın resmi zihninde beliriyor. Ayrıca konular ilerledikçe problem merkezli öğretimden, proje merkezli öğretime geçiyorum. Bu da çocukların matematiği gerçek hayatta kullanmaları ve "yaparak öğrenmeleri" açısından çok önemli.

    İkinci sorun da matematik dersine has olarak pek geçerli değil. Sonuçta matematik insan soyunun geliştirdiği en evrensel dillerden birisi. Çince, Rusça ya da Tayca fark etmiyor, bir kere matematiksel dili kavradıktan / kavrattıktan sonra. Öğretmen olarak sınıfta yavaş konuşmaya özen gösteriyorum, gereksiz kelime kullanmaktan kaçınıyorum. Sonuç olarak bir matematik dersinde kullanılacak kelime sayısı yüzü geçmez. Yeni kelimeler gerektiği zamanlarda zaten o kelimeleri tanımlayarak başlıyoruz derse. Yalnız, bu tanımlar İngilizce değil de matematikçe oluyor. Dolayısıyla dersi İngilizce anlatıyor olsam da aslında İngilizce dersin ikinci dili. Asıl öğrenilen, öğrenilmesi ve kullanılması arzu edilen dil matematiğin dili.

    Son olarak on üç yıllık öğretmenlik hayatımda sadece bir yıl çocuklara ana dillerinde ders anlattım. Bu derslerde çocukların anlama hızlarında, derse katılımlarında, sordukları soruların niteliklerinde vs yabancı öğrencilere kıyasla herhangi bir fark gözlemlemedim.

    Başka sorularınız olursa bana doğrudan yazabilirsiniz.

    Adresim: rizaarican at gmail nokta com

    Saygılar,

    Ali

    YanıtlaSil