Bu Blogda Ara

19 Eylül 2018

2. Bölüm: Leb-i Derya


İnsanlar zannediyor ki ne kadar fazla sayıda uçarsan içindeki uçuş korkusunu o kadar yenersin. Sonra istatistikler verirler uçuş korkusunun ne kadar irrasyonel olduğuna dair. “Bak” derler, hiçbir şeyden korkmadıklarını ima eden o cesur bakışlarıyla karşısındakini ezerek, “kaldırımda yürürken acemi bir sürücünün kullandığı bir arabanın altında kalma ya da California sahillerinde yüzerken köpek balığının dişleri tarafından parçalanma olasılığın çok daha yüksek. Madem öyle; denize girme, yolda yürüme, evinden bile çıkma. Hatta ne biliyor musun? Yerfıstığı alerjisinden ölme olasılığın…” Öncelikle şunu kabul etmek lazım ki bu istatistikler bir birey olarak beni hiç ilgilendirmiyor.  Yolda yürüyen milyonlarca insandan birisi değilim ben, ne California sahilinde yüzmem mümkün ne de bu yaştan sonra vücudumun yerfıstığına karşı alerji geliştirmesi. İlkokula giden iki çocuğun annesiyim ben, kocası asılsız bir iftirayla hapse atılmış bir eş, babasını yeni kaybetmiş bir kız evlat, iki abisi ve bir erkek kardeşi tarafından her işe koşulmuş ama asla takdir edilmemiş bir kız kardeş, kocasının durumu yüzünden işinden atılmakla tehdit edilen deneyimli bir reklam şirketi çalışanıyım. Bana ne milyonlarca insandan! O milyonlarca insan da teker teker, hatta yeri geldiğinde beşer onar ölüyor zaten, ölmüyorlar mı?
Yoga derslerinde tanıştığım kalite kontrol müdürü Aslı da benimle aynı fikirdeydi. Ne zaman birisi ona “amma da abarttın, korkulacak bir şey yok” derse hemen parlar, nereden geldiğini kimsenin anlayamadığı benzetmelerle muhatabını olduğu yere mıhlardı. Şimdi yanımda olsaydı “Aynı mantıkla düşünürsek kimsenin piyango bileti almaması gerekirdi canım. Ama bak dışarıya, Nimet Abla’nın dükkânının önü yaz kış kalabalık. İnsanların gerçeğe değil umuda ihtiyacı var, sayıların soğuk dünyasına değil sevgi dolu bir kucağın sıcaklığına ihtiyacı var. Sayıların ve grafiklerin gerçeğin üzerini örtmek ya da en azından gerçek olanı bükmek için kullanıldığında ne kadar işe yarar araçlar haline dönüşebileceğini, az buçuk mürekkep yalamış herkes bilir” derdi. Evet Aslıcığım, yerden göğe kadar haklısın. Herkes bilir ama benim gibi mesleği insanları kandırmak olan yıllanmış bir reklamcı hayli hayli bilir. Sizin gerçek dediğiniz şey zaten kendiniz dışındakileri etkiniz altına almak için uydurduğunuz yalanlar değiller mi? Herkes kendi yalanının en az yalan olduğunu savunuyor. Gerçeklik dediğiniz şeye sadık kalma konusunda ısrarcı olan herkes, kendi inandığı değerleri başkalarına dayatmak isteyen bir despota dönüşmüyor mu kısa bir süre sonra? Kavga da buradan doğuyor zaten. En doğruyu değil de en az yanlış olanı arıyoruz, en doğruya ulaşacağımız umudunu çoktan yitirmiş olduğumuz için. Buna rağmen, mütevazı takılıp karşılıklı barış ilan edeceğimize, istismar edebileceğimiz zayıf noktalar arayarak geçiriyoruz değerli vaktimizi. Bir delik buluyoruz ve bulduğumuz bu deliği genişletip içine hayatı yaşanmaz kılan her türlü çöpü dolduruyoruz. Bunun adı da entelektüel tartışma, hakikati arama ya da aklın rehberliği oluyor. En komik kısmı da ölçüt olarak da işe yararlığı, hızı, kârı, kendi yarattığımız sınırlar içerisindeki sözde barışı kullanıyor oluşumuz. Oysa, bu ölçütler de aynı yanlış sistemin getirisi değiller mi? Hepsi ilerlemeye, özgürlüğe, bilime, paraya, akla ve daha pek çok gerçek dışı şeye imanın sonucu değiller mi? Ben böyle konuşunca susturur beni Selim, “Ablam olmasan o postmodern ağzına öyle bir çarpardım ki bir daha boyunu aşan konularda yorum yapmazdın.” der. Şaka yapar belki ama o şakanın arkasına saklanmış olan bilim insanı despotluğunu sezerim ben, sezer ve susarım.    

Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder