Bu Blogda Ara

04 Eylül 2018

1. Bölüm: Akl-ı Selim

                                 

Ağzımın içindeki, o ana kadar varlığından haberdar bile olmadığım kaygan bir boşluğa doğru hızlıca girdi dilimin ucu. Biraz daha zorlayınca, damağın o yumuşak dokusunun eğimsiz çukurundaki minik oyukta; ortası sert, kenarları keskin, dışı hafiften tortulu, kökü çok da derinlerde olmadığından olsa gerek her dokunmada kurşun kalemin tepesindeki silgi gibi sallanan bir dişe rastladım. Bastırırsam daha da dibe saplanır diye endişelendiğim için, dilimin ucunu o pürtüklü sertliğin kenarına soktum, kilitli bir kapıyı açmak için kasayı kanırtan demir bir levye gibi zorladım iki dişin arasında kalmış damağın çeperini. Dişin jilet keskinliğindeki kenarlarının dilimin ucunda bıraktığı tuzlu acılara aldırmayarak devam ettim bu umarsız çabaya. Öyle ki, ağzımın içinin iğrenç bir çürük kokusuyla –ıslak bırakılmış soğanların ya da kapının menteşesinde ezilerek ölmüş minicik bir farenin hafızalardan sittin sene çıkmayan kokusu-  dolmasına aldırmadım. Ne pahasına olursa olsun sökmeliydim o oynak dişi saklandığı mağaradan, çıkarıp atmalıydım ağzımdan, kurtulmalıydım onun ruhuma her daim enjekte ettiği bu melun ve apağır sıkıntıdan…
İyi ama daha önce neden rahatsız etmedi bu diş beni de şimdi, aldığım her solukta birileri tarafından izleniyormuşum hissinin ciğerlerimi gere gere şişirdiği zifiri karanlık bir zaman diliminde başıma bela oldu? Bu soru bir kenarda duracak olsa diğerleri sırayla üzerime çullanacaklardı, farkındaydım durumun. İnsan kötü bir niyeti olmadığı halde neden kötü bir niyeti varmış gibi algılanmaktan endişe duyar? Ya da bu endişenin insanın içine ilmek ilmek işlenmesi o insanı ezmenin ilk adımı mıdır? Belki de kötü niyet, tüm o saklanma çabalarına rağmen tam anlamıyla saklanamadığı için kızıl ateşini değil de belli belirsiz dumanını salıyordu zihnin sonsuz genişlikteki ormanına. Beyin ve bilinç arasındaki o bulutsu ayrım olmasaydı, yani kandırmaktan hoşlanan beyinle kandırılmaktan hoşlanan bilinç milyonlarca yıllık evrimsel süreçte birbirleriyle kardeşçe geçinmeyi öğrenmemiş olsaydı; din gibi, millet gibi ve hatta sanat gibi kurgusal aynalar var olabilir miydi? Havaalanındaki şüpheci polis memurunun çizgi gibi gözleri, telefonumu karıştıran görevlinin müstehzi bakışlarını gizlemek için kurguladığı muhtelif gülümsemeler, yanı başıma dikilen omzu tüfekli askerin çocuksu yüzüne yakışmayan ciddiyet, valizimi alırken geç kaldığımı iddia edip arkamdan çemkiren şişman görevli, sabırsızlıkla beni bekleyen iki arkadaşımın yüzlerinden okunan çengeli uzun soru işaretleri... Bütün bunlar silinecek mi hafızamdan eğer dilim, toprağı yarıp ağacı kökleriyle birlikte söken bir kepçe makinesi gibi o meşum dişi yerinden sökebilirse? Ya da?..  
Dilimin ucunun kızardığını, aşırı derecede hassas hale geldiğini ve kızgın demire dokunan su damlası gibi patlayarak geri çekildiğini biliyordum. Vazgeçmeye ramak kalmışken alt damağımla dilim arasında sert bir şeyin yuvarlandığını hissettim. Bir tavla zarı ya da küçük bir misket gibi dolanıp duruyordu ağzımın pürtüklü boşluğunda, ne dudaklarıma yanaşıyordu ne de boğazıma, ne de duruyordu olduğu yerde. Kendisine yeni bir yörünge bulmuş bilinçsiz bir gök cismi gibi tavaf ediyordu meçhul bir merkezi. Belki de tam tersine, yeni bir merkez arıyordu başıboş kalmış kırık dökük bedenine. En sonunda ben de dayanamadım, soktum parmağımı ağzıma. Başparmağımla işaretparmağım arasına sıkıştırıp aldım miadını çoktan doldurmuş bu çürük dişi. Ağzımın içindeki o koku, bulduğu oluktan fışkıran su gibi çıkıp gitti bedenimden. Bu sırada güneş damlalarının konik huzmeler halinde pencereden üzerime yağdığını fark ettim, kirpiklerim gölge olup gözlerime değiyorlardı. Neredeydim ben, ne yapıyordum burada, saat kaçtı, Kate neredeydi, Cem’in öksürüğü geçmiş miydi? Avcumda tuttuğum dişi iyice sıkıp derimi acıtana kadar sessizce bekledim. Pencereye yanaştım, sol elimin yardımıyla küskün bir çocuk gibi kendine doğru büzülmüş olan sağ elimi açtım. Oradaydı evet, simsiyah bir elmas gibi parlıyordu avcumun ortasındaki diş. Güneş ışığının rengi değişmiş, beyaz tayflar kömür karalığındaki kemik parçasının köşelerini daha belirgin, ucu kanlı kökünü ise daha görünmez hale getirmişti. Isınan oda, etimden boğazıma doğru akan kanın ılık tadı, havaya karışan metalik koku, gittikçe daha hızlı kalkıp inen göğüs kafesim…

Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder