Bu Blogda Ara

12 Aralık 2018

4. Bölüm: Müteahhit Ahmet



Evin arkası çıplak bir tepe olduğu için, yatarken perdeyi çekmeyi unuttuğumu sabah uyandığımda ancak fark edebildim. Gün ışığı, açık bulduğu kapıdan içeri girip evde ne var ne yoksa dağıtan vahşi bir ayı gibi çullanmıştı üzerime. Zar zor açtım gözümü, erimiş balmumu gibi yapış yapış olmuş kirpiklerim uçlarına renkli balonlar takılmış ince çubuklar gibi tiril tiril dans ediyorlardı. Bir elimle gözümü ovuştururken diğer elimi belime destek verip yataktan doğruldum. Yumuşak döşeğin ortasında, vücudumun meydana getirdiği çukurun en dibindeydim. Sanki birisi üzerime bastırmış da olduğum yere ağır ağır gömülmüşüm. Babam nasıl yatıyormuş bu yatakta Alla’şkına! Tevekkeli değildi beni her gördüğünce belim ağrıyor diye yakınması rahmetlinin. İnsan böyle bir yatakta uyur da belini ağrıtmaz mı? Zaten laf dinlemezdi, yaşlanınca iyice inatçı olmuştu. Benim alıp işçilerle köye gönderdiğim ortopedik döşek evin altındaki odunlukta duruyor. Kurtlanmış sağı solu, çürümeyen yerlerini de rutubetten dolayı mantar kaplamış. Temizlesem bile kokusundan uyutmaz adamı geceleyin. Vay, vay, vay, nasıl da büktü belimi. Babamın yatağında bir gece yattım, babam gibi oldum. Yavaş yavaş, ağır bir yükü taşıyan vinci taklit edercesine doğrultuyorum belimi. Kapının askısına astığım pantolonu ve gömleği hızlıca üzerime geçiriyorum. Telefonu yatarken kapatmıştım, tam açacaktım içeriden bir ses geldi.

“Uyandın mı abi?”

Derya’nın sesiydi bu. Yanıtını öğrenmek için değil de sessizliği bozmak için sorulmuş bir soru olduğu belliydi. Rahmetli annemin beni kapıdan içeri girerken gördüğünde “Geldin mi oğlum!” demesi gibi.

“Derya, ne zaman geldin sen?”

Yatak odasından çıkıp hole geçtim. Salonun kapısı da, diğer odanın kapısı da kapalıydı. Mutfak tezgâhına, sarı bir leğenin içine domates, salatalık ve biber konmuştu.

“Çok geç geldim abi. Sen uyumuştun ben geldiğimde.”

Salonun kapısı açıldı. Derya, üzerine alelacele geçirdiği hırkanın sağını solunu çekiştirerek çıktı kapıdan. Başında annemin yazmalarından birisi, kenarları pembe oyayla işlenmiş, tepesinde solgun bir gül resmi olan. Bendeki uyku mahmurluğunun kırıntısı bile yoktu onda. Sanki saatler önce uyanmış, elini yüzünü yıkamış, sabah sporunu yapmış, dinç bir şekilde eve geri gelmişti.

“Başımız sağ olsun”

Hiç beklemediğim bir şekilde bana yanaştı, önce elimi tuttu, sonra da kucakladı. Yüzüne yakından bakınca seçebildim, gözlerinin altındaki soluk karartıları. Derya, en son ne zaman benimle konuşmuştu ki? Telefonda ettiğimiz kavgaları, kısık sesiyle savurduğu tehditleri, ağlamaktan anlaşılmaz hale gelen laflarını biliyorum ben en çok. Anamın babamın hatırına susuyorum diyerek bitirmek istediği ama bir türlü bitiremediği uzun cümleleri var bir de aklıma kazınmış olan. Şimdi karşımda bu halde, kedisi ölmüş çocuk gibi dikiliyor oluşu, fırtına öncesi sessizlik değilse neydi. İnşallah yanılıyorumdur, inşallah. Yüzüne bir daha bakıyorum dikkatle, intikam arzusundan eser yok, tam tersine elinin tersiyle silindiği için gözünün altından başlayıp elmacık kemiklerine doğru uzanan, hafif ışıltılı, saydam ıslaklıklar var.  

“Ağladın mı sen?”

Sesini çıkarmadı. Omuzlarıma ellerini koyup kendisini geri çekti. Islak gözleri karanlıkta parıldayan boncuklar gibi parıldadı bir anlığına. 

“Biraz. Televizyon dolabının altındaki çekmecede eski albümlerden birisini buldum. Uyandığımdan beri onlara bakıyorum. Çocuklar uyanmasın diye de elimle ağzımı burnumu tuttum sürekli.”

Kıyışık kalan kapıdan içeriye baktım. Pencere kenarındaki çekyatın üzerinde Süleyman’ın kafası görünüyordu. Yanında da kardeşi Hüseyin vardı. Televizyon tarafında kalan diğer çekyatta ise yüzüstü yatan Şule’nin kıvırcık saçları yayılmıştı sarı çarşafın üzerine.


“Yengen nerede?”

Bir elimle diğer kapıyı hafifçe iteledim ama Fadime bu odada da yoktu. Teyzemle eniştem yatıyordu büyük yatakta. Diğerinde de dayımın oğlu.

“Bahçeye indi galiba. Baksana domates biber toplamış, getirmiş mutfağa. Suyu açayım da sebzeler ölmesin diyordu.”

Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.) 

03 Ekim 2018

3. Bölüm: Sadık Dost



Tüneli de geçtik, akşam yemeği için nerede mola vereceğiz acaba? Ben çok acıkmadım ama Ayşegül acıkmıştır. Öğlen yemeği de yememişti, telefonda sağa sola babamın vefat haberini vermekten vakit bulamamıştı. “Hava kararsın öyle duralım” demişti şoför ilk sorduğumda. “Akşam namazını da halletmiş oluruz, bir de onun için durmayız.” Tecrübe böyle bir şey işte, senin aklının ucundan bile geçmeyen ayrıntılar işin ustasının aklında yerlerinden milim oynamayan taşlar gibi sabitlenmişler. Çırağın ustasına saygı duymasının nedeni de tam olarak budur. Böyle bildik biz yıllarca, böyle talim ettik ustamızın yanında, sevmesek de istemesek de yaptık denileni. Bizim dükkândaki yeni çocuğa da anlatabilsem keşke bunları. Aklı bir karış havada çocuğun, her gün kasaplık mesleğini yeniden keşfetmekle meşgul. Bıçağı tutmayı bile öğretemedim üç ayda, hâlâ “Ama usta, bu şekilde daha rahat” diyor. Benim de aynı yollardan geçmiş olduğumu, aynı hataları yaptığımı ve tek dileğimin onun zaman kaybetmeden bazı kısa yolları öğrenmesi olduğunu kabullenemiyor. Gururuna mı yediremiyor nedir! Demişti İbrahim Hoca, üniversite mezunundan kasap çırağı mı olur diye. Sonra da eklemişti, “Usta-çırak ilişkisi şeyh-mürit ilişkisi gibidir. İmtihanlara dayanabilmesi için çırağın ustaya itaati, ustanın çırağa itimadı elzemdir.” Ne yapayım, almayacaktım ama vicdanım dayanamadı.  Çocuk işsiz, “iki yıldır atama bekliyorum” diyor. “En azından beklerken biraz para girer cebime” diye de ekliyor mahzun mahzun bakarak. Mesleği geçici gördüğü için belki de bu cebelleşme. Çok düşünmeyeceksin bu işte, bisiklet sürüyorken pedalları çeviren ayaklara bakmamak gibi ya da ne bileyim yerleri süpürürken dükkânın en dip köşesinden başlamak gibi… Yok ama, zorlanıyor, beceremiyor yani. Sonradan fark ettim, yaşken eğilmemiş ağacı büyüyünce eğmeye kalkınca kırılıyor hemen, ağır hasara uğruyor ağaç. Sadece ağaç mı, çevresi de tarumar oluyor! Hayır, dünyanın neresinde görülmüş böyle zahmetli bir usta-çırak ilişkisi? Yapmasını istediğim her şey için, hiç gereği olmadığı halde nedenini, nasılını, ilerisini, gerisini izah etmem gerekiyor. Yap işte, ustam öyle istiyor de ve yap. Ne kadar zor olabilir ki en basit emirleri yerine getirirken sorgulamamak, vardır bir hikmeti deyip tüm kalbinle işin içine dalmak ve ihlasla çalışıp en mükemmel sonucu elde edene kadar ülfete teslim olmamak, tekamül etmek yani, kendine galip gelerek ve nefsini aşarak…
Otobüsün içi karanlık, bizim köyden olup İstanbul’da yaşayan ve rahmetli babamı tanıyan kim varsa bindirdik arabaya. Gençler pek tanımıyorlar yaşlıları, o yüzden yolcuların büyük bir çoğunluğu işi gücü olmayan emekli takımı. Hiçbirinin de acelesi yok. Derya boşuna dertleniyor Selim hakkında. Ne olursa olsun, babamızdır, atamızdır, Allah’ın nazarında çocukları olarak mesuliyetimiz vardır kendisine karşı. Selim gelmeden olur mu hiç? Ne yapsın çocuk, Hızır Aleyhisselam mı ki ışınlansın buraya! Eldeki imkânları sonuna kadar zorlayıp babasının cenazesine katılacaktır muhakkak. O köye varana kadar da bekleteceğiz babamızı. Köy camisinin morgu yokmuş. Olsun, ilçedeki morgda tutarız. Hem Dutluklar köyünün morgu var diye biliyorum. Oraya da götürebiliriz, daha yakın olur. İsteyince çözüm bulunuyor, yeter ki Allah’ın rızası olsun yaptığımız işte.

Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.) 

19 Eylül 2018

2. Bölüm: Leb-i Derya


İnsanlar zannediyor ki ne kadar fazla sayıda uçarsan içindeki uçuş korkusunu o kadar yenersin. Sonra istatistikler verirler uçuş korkusunun ne kadar irrasyonel olduğuna dair. “Bak” derler, hiçbir şeyden korkmadıklarını ima eden o cesur bakışlarıyla karşısındakini ezerek, “kaldırımda yürürken acemi bir sürücünün kullandığı bir arabanın altında kalma ya da California sahillerinde yüzerken köpek balığının dişleri tarafından parçalanma olasılığın çok daha yüksek. Madem öyle; denize girme, yolda yürüme, evinden bile çıkma. Hatta ne biliyor musun? Yerfıstığı alerjisinden ölme olasılığın…” Öncelikle şunu kabul etmek lazım ki bu istatistikler bir birey olarak beni hiç ilgilendirmiyor.  Yolda yürüyen milyonlarca insandan birisi değilim ben, ne California sahilinde yüzmem mümkün ne de bu yaştan sonra vücudumun yerfıstığına karşı alerji geliştirmesi. İlkokula giden iki çocuğun annesiyim ben, kocası asılsız bir iftirayla hapse atılmış bir eş, babasını yeni kaybetmiş bir kız evlat, iki abisi ve bir erkek kardeşi tarafından her işe koşulmuş ama asla takdir edilmemiş bir kız kardeş, kocasının durumu yüzünden işinden atılmakla tehdit edilen deneyimli bir reklam şirketi çalışanıyım. Bana ne milyonlarca insandan! O milyonlarca insan da teker teker, hatta yeri geldiğinde beşer onar ölüyor zaten, ölmüyorlar mı?
Yoga derslerinde tanıştığım kalite kontrol müdürü Aslı da benimle aynı fikirdeydi. Ne zaman birisi ona “amma da abarttın, korkulacak bir şey yok” derse hemen parlar, nereden geldiğini kimsenin anlayamadığı benzetmelerle muhatabını olduğu yere mıhlardı. Şimdi yanımda olsaydı “Aynı mantıkla düşünürsek kimsenin piyango bileti almaması gerekirdi canım. Ama bak dışarıya, Nimet Abla’nın dükkânının önü yaz kış kalabalık. İnsanların gerçeğe değil umuda ihtiyacı var, sayıların soğuk dünyasına değil sevgi dolu bir kucağın sıcaklığına ihtiyacı var. Sayıların ve grafiklerin gerçeğin üzerini örtmek ya da en azından gerçek olanı bükmek için kullanıldığında ne kadar işe yarar araçlar haline dönüşebileceğini, az buçuk mürekkep yalamış herkes bilir” derdi. Evet Aslıcığım, yerden göğe kadar haklısın. Herkes bilir ama benim gibi mesleği insanları kandırmak olan yıllanmış bir reklamcı hayli hayli bilir. Sizin gerçek dediğiniz şey zaten kendiniz dışındakileri etkiniz altına almak için uydurduğunuz yalanlar değiller mi? Herkes kendi yalanının en az yalan olduğunu savunuyor. Gerçeklik dediğiniz şeye sadık kalma konusunda ısrarcı olan herkes, kendi inandığı değerleri başkalarına dayatmak isteyen bir despota dönüşmüyor mu kısa bir süre sonra? Kavga da buradan doğuyor zaten. En doğruyu değil de en az yanlış olanı arıyoruz, en doğruya ulaşacağımız umudunu çoktan yitirmiş olduğumuz için. Buna rağmen, mütevazı takılıp karşılıklı barış ilan edeceğimize, istismar edebileceğimiz zayıf noktalar arayarak geçiriyoruz değerli vaktimizi. Bir delik buluyoruz ve bulduğumuz bu deliği genişletip içine hayatı yaşanmaz kılan her türlü çöpü dolduruyoruz. Bunun adı da entelektüel tartışma, hakikati arama ya da aklın rehberliği oluyor. En komik kısmı da ölçüt olarak da işe yararlığı, hızı, kârı, kendi yarattığımız sınırlar içerisindeki sözde barışı kullanıyor oluşumuz. Oysa, bu ölçütler de aynı yanlış sistemin getirisi değiller mi? Hepsi ilerlemeye, özgürlüğe, bilime, paraya, akla ve daha pek çok gerçek dışı şeye imanın sonucu değiller mi? Ben böyle konuşunca susturur beni Selim, “Ablam olmasan o postmodern ağzına öyle bir çarpardım ki bir daha boyunu aşan konularda yorum yapmazdın.” der. Şaka yapar belki ama o şakanın arkasına saklanmış olan bilim insanı despotluğunu sezerim ben, sezer ve susarım.    

Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.) 

04 Eylül 2018

1. Bölüm: Akl-ı Selim

                                 

Ağzımın içindeki kaygan boşluğa doğru hızlıca giriverdi dilimin ucu. Biraz daha zorlayınca, damağın yumuşak dokusuyla özdeşleşmiş minik oyukta; ortası sert, kenarları keskin, dışı hafiften tortulu, kökü çok da derinlerde olmadığından olsa gerek her dokunmada kurşun kalemin tepesindeki silgi gibi sallanan bir dişe rastladım. Bastırırsam daha da dibe saplanır diye -İnsan bu, kaygı nesnelerini kendisi seçmiyor ya! Bilakis, kaygı nesneleri ne yapıp edip onu buluyor. Yalan mı?- endişelendiğim için, dilimin ucunu o pürtüklü sertliğin kenarına usulca sürttüm. Kilitli bir kapıyı açmak için kasayı kanırtan demir bir levye gibi zorladım iki dişin arasında kalmış damağın çeperini. Dişin jilet keskinliğindeki kenarlarının dilimin ucunda bıraktığı tuzlu acılara aldırmayarak devam ettim bu umarsız girişime. Öyle ki, ağzımın içinin iğrenç bir çürük kokusuyla –ıslak bırakılmış soğanların ya da kapının menteşesinde ezilerek ölmüş bir kertenkele yavrusunun hafızalardan onlarca sene silinmeyen kokusu- dolmasına aldırmadım. Ne pahasına olursa olsun sökmeliydim o oynak dişi saplandığı bataklıktan, çıkarıp atmalıydım ağzımdan.

İyi ama daha önce neden rahatsız etmedi bu diş beni de şimdi, aldığım her solukta birileri tarafından izleniyormuşum hissinin ciğerlerimi gere gere şişirdiği zifiri karanlık bir zaman diliminde başıma bela oldu bu meşum şey? Bu soru bir kenarda duracak olsa diğerleri -ihmal etmekten ahmaklık derecesinde zevk aldığım ve zevk aldıkça akademik bilincimden hicap ettiğim- sırayla üzerime çullanacaklardı, farkındaydım durumun vahametinin. İnsan kötü bir niyeti olmadığı halde neden kötü bir niyeti varmış gibi algılanmaktan endişe duyar? Ya da bu endişenin insanın içine ilmek ilmek işlenmesi o insanı ezmenin, onu ürkek bir tavşan haline getirmenin ilk adımı mıdır? En ıssız tekbaşınalıklarında işlemiş olduğu tüy sıklet suçların bile bir gün yüzüne vurulacağını düşünüp, bu gerçekleştiğinde “İyi ama yeryüzü denen bu müşevveş cehennemde kim masum ki ben masum olayım!” diyeceği ânın provasını kırık aynaların karşısında saatlerce yapar. Belki de kötü niyet, tüm o saklanma çabalarına rağmen tam anlamıyla saklanamadığı için kızıl ateşini değil de belli belirsiz dumanını salıyordu zihnin sonsuz genişlikteki ormanına. Beyin ve bilinç arasındaki o bulutsu ayrım olmasaydı, yani kandırmaktan hoşlanan beyinle kandırılmaktan hoşlanan bilinç milyonlarca yıllık evrimsel süreçte birbirleriyle kardeşçe geçinmeyi öğrenmemiş olsaydı; din gibi, millet gibi ve hatta sanat gibi masalsı diyarlar var olabilir miydi? Ah insan, dokunduğu her şeyi aynaya çeviren o kurnaz bencillik abidesi! Havaalanındaki şüpheci polis memurunun çizgi gibi gözleri, telefonumu karıştıran görevlinin müstehzi bakışlarını gizlemek için kurguladığı muhtelif tebessümler, yanı başıma dikilen omzu tüfekli askerin çocuksu yüzüne yakışmayan ciddiyet, valizimi alırken geç kaldığımı iddia edip arkamdan çemkiren tıknaz güvenlikçi, sabırsızlıkla beni bekleyen iki arkadaşımın yüzlerinden okunan çengeli uzun soru işaretleri... Bütün bunlar silinecek mi hafızamdan eğer dilim, toprağı yarıp ağacı kökleriyle birlikte söken bir kepçe makinesi gibi o uğursuz dişi yerinden sökebilirse? Ya da?..  

Dilimin ucunun kızardığını, aşırı derecede hassas hale geldiğini ve kızgın demire dokunan su damlası gibi patlayarak geri sıçradığını hissedebiliyordum. Vazgeçmeye ramak kalmışken alt damağımla dilim arasında sert bir şeyin yuvarlandığını fark ediyorum. Bir tavla zarı ya da küçük bir misket gibi dolanıp duruyordu ağzımın ılık boşluğunda, ne dudaklarıma yanaşıyordu ne de boğazıma, ne de sıradan bir diş gibi davranıp duruyordu olduğu yerde. Kendisine yeni bir yörünge bulmuş bilinçsiz bir gök cismi gibi tavaf ediyordu meçhul bir merkezi. Belki de tam tersine, yeni bir merkez arıyordu başıboş kalmış yörüngesine. En sonunda ben de dayanamadım, soktum parmağımı ağzıma. Başparmağımla işaretparmağım arasına sıkıştırıp çekerek aldım miadını çoktan doldurmuş olan bu çürük dişi. Kenarları keskin, kökü kırmızı, geri kalanı kararmıştı, bir taş parçasından çok zifte bandırılmış bir kurşun eriyiğine benziyordu. Avcumun ortasına alıp sıktım onu, bana bunca acıyı yaşatan ufacık varlığın basit bir el hareketiyle gözden kaybolabiliyor oluşu kolay yoldan memnun etti beleşe tatmin olmak isteyen ruhumu. Ağzımın içini dolduran o müstekreh kokunun, bulduğu oluktan fışkıran tazyikli su gibi çıkıp bedenimden çıkıp gittiğini de o anda hissettim. Öyle rahatlamıştım ki bedenime yayılan gevşemeyle güneş damlalarının pencereden sızıp konik huzmeler halinde üzerime yağdığını yeni fark edebilmiştim. Kirpiklerim gölge olup esir askerler gibi gözlerime seriliyorlardı ve ben bu cümbüşü çok gerilerden, kraliyet ailesine ayrılmış olan arkadaki hususi balkondan izlemekle müşerref edilmiştim. Aman efendim ne büyük bir onur bu, ne muazzam bir tertip! İyi ama neredeydim ben, ne yapıyordum burada, saat kaçtı, Kate neredeydi, Cem, peki ya Cem!?? Cem’in öksürüğü geçmiş miydi? Yumruk halindeki elimin bağ parmağıyla Kate’in sırtını aradım, bulamadım. Bulabilseydim kalçasına inecektim, sonra komşunun bahçesine dadanan çocuklar gibi üzerinden atlayacak, gecenin sıcağıyla hamur gibi yumuşamış karnını okşayacaktım. Olmadı bunların hiçbirisi, çünkü Kate yoktu yanımda. Avcumda tuttuğum dişi iyice sıkıp derimi acıtana kadar sessizce bekledim. Pencereye yanaştım, sol elimin yardımıyla küskün bir çocuk gibi kendine doğru büzülmüş olan sağ elimi açtım. Oradaydı evet, simsiyah bir elmas gibi parlıyordu avcumun ortasındaki diş. Güneş ışığının rengi değişmiş, beyaz tayflar kömür karalığındaki kemik parçasının köşelerini daha belirgin, ucu kanlı kökünü ise daha görünmez hale getirmişti. Isınan oda, etimden boğazıma doğru akan kanın ılık tadı, havaya karışan metalik koku, gittikçe daha hızlı kalkıp inen göğüs kafesim…

İnleyerek açtım gözlerimi, terden sırılsıklam olmuş bedenimi yazlık pikenin altından çıkarıp batan gemiden sağ kurtulduğuna şükreden bir kazazede gibi yatağın ortasında oturdum. Nefesim hâlâ hırıltılı, kalbim gürültülüydü. Dilim damağıma yapışmış, ağzımın içi deniz suyu yutmuşum gibi kurumuş, boğazım soğukta koşmuşum gibi tahriş olmuş, alnımdan inen ter damlaları gözlerimi acıtır hale gelmişti.  Kafamı yukarı çevirip, yastığa doğru sıcak hava üfleyen klimaya beni arkadan bıçaklamış bir dosta bakar gibi baktım. “Lanet olası şey!” dedim sesli bir şekilde. Akşam yatarken bir şeylerin ters gideceğini, tuhaf sesler çıkaran bu aletin gecenin bir vaktinde beni uyandıracağını tahmin etmiştim zaten. Bu otelde yüzlerce oda vardır, vere vere bana bunu mu vermişler. Havaalanında başlayan talihsizlik, otel odasında devam ediyordu gudubet çehresini göstermeye. Yataktan doğruldum, sol yanımı boydan boya kaplayan pencereden Şanghay’ın rengârenk silueti yansıyordu içeriye. Odanın beyaz tavanında kıpraşan mavi yeşil ışıklar ihtirasla sevişen genç bir çifti andırıyordu adeta.  Yüksek binalar, binaların tepelerinde okuyamadığım Çince karakterler, aşağıdan yukarıya doğru tutulan ve gökyüzünün lacivertinde sessiz sedasız kaybolan sarı ışık demetleri, yolun ortasında bekleyen bir arabanın açık unutulmuş sinyal lambası, sisli havanın şehrin ışıklarından nasiplenemediği yerlerde bir görünüp bir kaybolan hayalet yapıların ürkütücülüğü… Çalışma masasının üzerindeki lambanın düğmesine tam basacaktım ki son anda vazgeçtim. Zaten yeteri kadar ışık vardı içeride, şehir ayaklarımın altında bir pilli bebek gibi çırpınıyor, gözlerini kırpıştırarak ağlıyordu. Terden ağırlaşmış atletimi çıkarıp, birkaç defa silktikten sonra tekli koltuğun üzerine yaydım, faydadan çok zarar veren klimayı kapattım. Pencereyi açmak için bir mandal aradım ama bulamayınca çok da inat etmedim. Otuz dördüncü kattaki bu odanın pencerelerinin müşteriler tarafından açılmaması için gerekli önlemler çok büyük bir olasılıkla alınmıştır. Ahh bu binlerce yıllık bilgelik, ahh her yanımızı saran koruyucu bakışlar, ahh telefonumu bana düşman eden teknolojileri peşime salan kurtboğanlar… 

Masanın köşesindeki dosyayı aldım, yarın yapacağım sunumun notlarının sayfalarını çevirmeye başladım. Kapaktaki “Asya ve Avrupa’da Uygulanan Dikey Kentleşmenin En Güzel Örnekleri” başlığı zor da olsa okunabiliyordu dışarıdan gelen ışıkla. İlk sayfayı çevirip, powerpoint yansılarının karelere bölünmüş içeriğine göz diktiğimde aklıma az önce gördüğüm rüya geldi. Türkiye’de olsaydım ve bu rüyayı ablama anlatsaydım ne yapardı acaba ablam? Herhalde dehşete kapılır, ardından da dehşete kapılmışlığını perdelemek için söylenebilecek en kolay ifadeyi sarf ederek konuyu kapatırdı: Hayırdır inşallah. Üç yıl önce ölmüş olan annem ise aynı durumda olsaydı, hiçbir duygusunu saklama ihtiyacı duymaksızın hemen dualara başlar, bunun kötüye işaret olduğunu ima eden örneklerle rüyayı baştan sona tabir etmeye kalkardı. Ona rüyaların geleceğin habercisi değil geçmişin birer tortusu olduğu gerçeğini izah edemezdim. İzah etsem anlamayacağından değil, aynı basitlikte alternatif bir inancı ortaya koyamayacağım için! “Hayır anne, modern nörolojinin rüyalara bakışı seninkisine benzemiyor, Freud’un psikanaliz kuramının bu konuda alacağı tavır şöyle farklı olur anne.” gibi sözler söyleyip hem kendimi hem de onu gereksiz yere yoramazdım. Annem kendi kendisine konuşur, aklına gelen sureleri ve duaları mırıldanarak okur, ettiği dualardan sonra havaya ya da yüzüme üfürür, endişeli gözlerle benim vurdumduymazlığımı izler ve bu gidişle sonumun hayırlı olmayacağını ima eden yarı tehditkâr yarı azarlayıcı laflar ederdi. İlerleyen günlerde de başımıza gelen ilk kötü olayı –bir akrabanın ölümü, aileden birisinin akla hayale gelmez bir kazada yaralanması, babamın ya da abilerimden birisinin işlerinin kötü gitmesi- benim rüyama bağlar, yapmış olduğu yorumun tutarlılığına ve geçerliliğine bir kat daha inanır, bir yandan imanı tazelenmiş bir şekilde gündelik yaşantısına devam ederken bir yandan da rüyayı ve neticesini girdiği her ortamda anlatırdı. Ben de tüm bu gelişmeleri derin bir pişmanlıkla izler, yüzyıllardır üstesinden gelemediğimiz batıl inanç bağımlılığımızın nasıl olup da yirmi birinci yüzyılda hâlâ insanların hayatında bu derece önemli yer tuttuğunu kendime sorar, küpüne zarar vermekten zevk alan kızgın sirke gibi öfkeme yenilir ve içine düştüğüm bu öfke-zevk sarmalından çakma aydınlara yakışan türden ikircikli bir gurur duyardım.

Dosyayı masaya bırakıp elime telefonu alıyorum. Sunumu bir şekilde yaparız, dinleyicilerin çok da meraklı olacaklarını sanmıyorum benimkisi gibi genel bir konuya. Zaten yazmış olduğum makale katılımcıların erişiminde olacak. İsterlerse alır okurlar, sorularını da e-postayla gönderirler. Bu şekilde gerçek anlamda konuyla ilgilenenleri de tanımış olurum. Ben şahsen bu tip akademik konferansların bilgi alışverişi adına bana bugüne kadar bir faydası olduğunu görmedim. Fayda denilebilirse eğer, adlarını makalelerden duyduğum araştırmacılarla yüz yüze gelmek ve kısa da olsa bir dostluk kurmak her iki taraf için de iyi oluyor. İleride birlikte çalışma ya da ortak araştırma alanları açmak gibi konularda ilk adımı atmayı kolaylaştırıyor bu kısa dostluklar. Bir de tabii gidilen şehri görmenin, gezmenin güzelliği var. Daha önce New York’tan Viyana’ya, Kahire’den Moskova’ya pek çok dünya şehrini bu konferanslar sayesinde gezebildim. Yoksa akademisyen maaşıyla, İngiltere’de yaşıyor olsan bile, insan neye para yetiştirebilir ki! Çin’e ilk gelişim bu, dolayısıyla Şanghay’a da! Tüm o şatafata ve renk cümbüşüne rağmen benim için çok hoş bir başlangıç olmadı. Havaalanındaki gereksiz sorgulama aklıma her geldiğinde sinirleniyorum, elim ayağım birbirine karışıyor, göğüs kafesime kocaman bir yaralı hayvan tıkılmış gibi nefesim daralıyor. Düşünmemeye, kafamı başka konulara verip düşüncelerimi dağıtmak istiyorum ama yaşadığım o yarım saatlik küçük düşürülme bir şekilde buluyor beni, buluyor ve esir alıyor zihnimin tüm işlevlerini.

-          Telefonunuzu alabilir miyim?

Böyle demişti camekânın arkasındaki memur, değil mi? Ben üzerinde Türkiye Cumhuriyeti yazan kırmızı kaplı pasaportumu kadın memura verince hemen yanında bir başka polis memuru belirmişti. Pasaportun kapağını kaldırmamıştı bile kadın memur, hemen yanında beliren diğer memura bir şeyler mırıldanmıştı. Kısa boylu, orta yaşlı, omuzları yıldızlı olan bu memur diğerlerinin amiri olmalıydı. Sanki bekliyorlardı benim varmamı, uçaktaki yolcuların adlarını tek tek kontrol edip, beraber yolculuk ettiğim diğer iki akademisyen arkadaşın arasından beni çekip çıkarmışlardı. “İşte beklediğimiz yolcu geldi amirim, şimdi ne yapacağız?” diye soran tavırlarla, gözlerini benden kaçırarak konuşuyordu. Ben ise durumun ciddiyetini henüz anlamamıştım tam olarak. Benden önce geçip giden iki arkadaşımın bagaj bandının kenarında mı yoksa yolcu karşılama bölgesinde mi beni bekleyeceklerini merak ediyordum.

-          Beni takip edin lütfen.

Pasaportum onun elinde, kontrol noktasından geçip arka taraftaki, etrafı camekânla çevrili geniş kabine gitmiştik. Pasaportumu içerideki memura uzatıp uzaktan izlemeye başladı bu amir. İçerideki memur sormuştu bu soruyu. “Telefonunuzu alabilir miyim?” Anlamamıştım, acaba uçuş kartını ya da vizemi mi sormuştu? Her ikisinin de pasaportun içinde olduğunu söyledim. Soruyu tekrar etmişti sonrasında, gülen gözlerle beni baştan aşağıya süzerek. “Neden?” dedim kısık bir sesle. “Ben bir akademisyenim ve beş günlük bir ziyaret için buradayım. Telefonumla ne işiniz olabilir?” Sandığımın aksine aynı güler yüzle yanıtladı beni. “Standart bir prosedür bu. Rastgele seçiyoruz yolcuları, telefonlarında yasa dışı bir şey var mı diye kontrol ediyoruz. Endişelenmenize gerek yok.” Elini aramızdaki kemer şeklindeki camsız aralığın içine sokmuş, talepkâr bir işaretle telefonu beklediğini ifade ediyordu. Yüzündeki gülümseme bir nebze silinmiş, yerini zorla oraya yerleştirilmiş resmi bir ciddiyete bırakmıştı. “Endişelenmiyorum zaten” dedim sesimi hafiften yükselterek, “telefonumda yasa dışı bir şey olmadığına eminim ama en az bunun kadar kendime ve aileme ait özel fotoğrafların, videoların ve dosyaların olduğundan da eminim. Ya onları kopyalarsanız, ya özel hayatımın gizliliğini ihlal ederseniz? Hem ortada benim hakkımda kuşku uyandıracak en ufak bir kanıt bile yokken neden telefonuma bakmak istiyorsunuz?”

Camekânın öteki tarafındaki memurun yüzündeki, “Yerim senin özel hayatını!” anlamına geldiği apaçık olan gülümseme geri gelmişti. Sanki beni endişelendiren şeylerin gereksiz olduğuna gönülden inanmış ve “siz yabancılar da amma nazlı oluyorsunuz, kim ne yapsın sizin özel hayatınızı” diyen bir iç sesle kendi kendisini eğlendirme yoluna girmişti. Bir yandan da amirine Çince bir şeyler söylüyordu. Ben ise bu sırada telefonumu cebimden çıkarmış, elimde tutuyordum.

-          Telefonunuzu vermezseniz ülkeye giriş için gereken mührü pasaportunuza işleyemeyiz.

En son söylemesi gereken şeyi daha konuşmanın başındayken söylediğine göre, o neşeli yüzün altında, devletin gücünü arkasına almış mağrur bir memurla karşı karşıya olduğum kaçınılmaz bir gerçekti. İsteksizce telefonumu uzattım. Camekânın arkasındaki görevli telefonumu alır almaz bir kabloyla benim telefonumu masasının üzerindeki siyah bir kutuya bağladı. Bir yandan işini yapıyor bir yandan da kıs kıs gülerek kendi kendine konuşuyordu.

-          Çok sürmez, biraz sabırlı olun lütfen.

-          Çok süreceğinden değil, özel hayatıma ait bilgileri benden alıp benim asla izin vermeyeceğim amaçlar için kullanacağınızdan endişe ediyorum.

Söylediklerimi anlamamış gibi baktı yüzüme. Önemli bir şey söyleyecekmiş gibi derin bir nefes aldı ama tek bir kelime etmeden siyah kutunun üzerindeki tuşlara basmaya kaldığı yerden devam etti. Sonra başını tekrar kaldırdı.

-          Dilerseniz arkanızdaki sandalyelerden birisine oturabilirsiniz.  

Arkama döndüm. Duvar kenarına konmuş üçlü metal sandalyelerden birisine oturdum. Oturur oturmaz da yanımda beliren omzu tüfekli genç askeri fark ettim. İçimden “Oha!!!” diyordum ama dışımdan hiçbir şeyi belli etmemeye, hatta onu görmezden gelmeye çalışıyordum. Aklım en son söylediklerime takılmıştı. Ben de pek inanmamıştım telefonumun içeriğinin ilgisiz işler için kullanılabileceğine ama yine de elimde kalan son bahane olarak bu lafları sarf etmem gerekiyordu. Telefondaki fotoğrafların hemen hepsi aile, iş ve gündelik hayatla ilgiliydi. Kim ne yapsındı Leicester Üniversitesi’nin kasvetli kampüsündeki dev ağaçların, Cem’in pudralı poposunun ya da Kate’in geçenlerde bana aldırdığı gece lambasının fotoğrafını? Kitaplar ve e-postalar desen hepsi yine ya aileyle ya da akademik çalışmalarla ilgiliydi. En son ne zaman şehir ve çevre planlaması dışında bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum bile! Ne tek bir uygunsuz içerik vardı ne de özel statüsünün için doldurabilecek nitelikte kişisel bir şey. Zaten itiraz ettiğim nokta içeriğin ele geçirilmesi değildi, maruz kaldığım mesnetsiz ve haksız muameleydi. Rastgele seçilmediğimi, pasaportun kapağındaki ay yıldızdan dolayı potansiyel terörist kategorisine düştüğümü anlamam için dahi olmam gerekmiyordu. Alışageldiğim kültürde bir insanın telefonunun içeriğine bakmak, o insanın özel hayatına tecavüz etmek anlamına geliyordu ve tanıdığım herkes bu duruma en az benim verdiğim kadar tepki verirdi. Hakkında en ufak bir suçlama olmayan bir insana, geçmişinde hiçbir suça karışmamış bir akademisyene yapılacak şey miydi bu?

-          İşleminiz bitti, buyurun telefonunuzu.

Telefonu bana, pasaportumu amirine uzatmıştı. Amir, camekânın arkasındaki görevliye Çince bir şeyler söyledikten sonra bana kendisini takip etmemi söyledi. Oturduğum yerden kalktım ve telefonumu alıp arka cebime koydum. Amirin peşinden Çin maceramın başladığı noktaya, pasaportumu uzattığım kadın memurun önüne geldik. Kadın memur, hiçbir şey olmamış gibi pasaportumu aldı, önündeki bilgisayarda tarattı ve çok kısa bir sürede mührü vurup bana geri verdi. Ben önümde açılan turnikeden geçip –karnımın hizasına gelen müşteri memnuniyeti anket düğmelerinin en düşük numarasına en az beş defa bastıktan sonra- yürüyen merdivenlere doğru ilerlerken, içimde biriken bol köpüklü dev dalgalar kıyıyı dövmek için uygun zamanı bekliyorlardı. Bir ara geriye dönüp kavga çıkarmayı, bağırıp çağırmayı, şahsıma ve şahsımın üzerinden pasaportumdaki ay yıldıza yapılan bu hakaretin hesabını sormayı düşündüm ama içimdeki akl-ı selim beni yoluma devam etmeye, hiçbir şey olmamış gibi önümdeki beş günlük zamanı elimden geldiğince güzel bir şekilde geçirmeye ikna etti. Hem mutlaka benden önce başkaları da benzeri, hatta daha kötü muamelelere maruz kalmışlardır sınır kapılarında. Haksızlığa uğrayan tek kişi ben değildim ya, kim bilir dünyanın diğer sınır kapılarında kimlere ne sıkıntılar yaşatılıyordur! ABD’nin Türkleri özel odalara çekip, saatlerce, hatta bazen günlerce beklettiğini duymuştum New York’a gitmeden önce. Tek şeritli yolda ağır ağır ilerleyen bir tırın arkasında kalmış gıcır gıcır Ferrari’nin havalı şoförü gibi sızlanmamın bencillikten başka bir açıklaması olamazdı, değil mi?  İşte bu ikna olmuşluğum, yani bir yanımı kesip gururumu ayaklar altına alışım ya da tam anlamıyla sükûnetin verdiği güvenceye kendimi bırakamayışım gecenin bir yarısında benden intikam alıyordu. Yıldız gibi parlayan beyaz gözlerini gözlerime dikip “Sen istediğin kadar teskin et kendini, istediğin kadar inandır her şeyin yolunda olduğuna. Zelzeleye neden olan kayalar yerin kilometrelerce altında yatarlar ve hareket etmeye bir başladılar mı hiçbir güç onları durduramaz.  Sallanan, yerinden çıkmak isteyen, kenarları bıçak gibi keskin, içi çürük yumurta gibi kokuşmuş bir dişin uykunu delik deşik etmesinin nedenini şimdi anlıyor musun?..

Telefonu masanın üzerine geri bıraktım. Zaten bir işe yaramıyor, ne Google çalışıyor ne de Whatsapp! Bedavaya indirdiğim VPN servisi de bir türlü bağlanamadı, tepedeki ok kuyruğunu kovalayan yavru kedi gibi dönüp duruyor olduğu yerde. Keşke bölüm başkanını dinleyip kısa süreli bir VPN satın alsaydım. Böylesi çok zor oluyormuş! Alışmış olduğum uygulamalara erişememek kötü ama daha da kötüsü bu uygulamalardan bazılarının yarım yamalak çalışması. Örneğin Whatsapp! Oteldeki kablosuz internete bağlandığımdan beri telefonun sol üst köşesinde bildirim var, tıklayınca Whatsapp’in yeşil logosunun yanında “Yeni bir mesajınız olabilir.” yazısı çıkıyor. Onun üzerine tıklayınca açılmıyor mesaj, bekliyor bekliyor bekliyor ve duruyor. En üstte Kate’in ben Londra’dan uçağa binerken gönderdiği “İyi uçuşlar.” mesajı var. Sonrasında ne gelen var ne giden. Bagaj bandının kenarında beni bekleyen akademisyen arkadaşlarımdan birisinin dedikleri geliyor aklıma. “Bence onlar senin telefonundan bir şey almamışlardır, tam tersine telefonuna bir şey eklemişlerdir. Böylece Çin’deyken attığın her adımı, yazdığın her mesajı, girdiğin her sayfayı, izlediğin her videoyu, iletişime geçtiğin her kişiyi görebilecekler.” Gülüp geçmiştim –hem konuyu uzatmamak hem de çabucak bu deneyimi unutmak için- ama şimdi düşününce pek de uçarı gelmiyor dedikleri. Belki de bu yüzden gülüyorlardı benim ağzımdan çıkan özel hayatın gizliliği saçmalıklarıma. Adamlar geçmişimle değil, geleceğimle ilgileniyorlar. Bugüne kadar yaptıklarımla değil, bugünden sonra, özellikle de Çin toprakları içindeyken yapacaklarımla alakalılar.

Oturduğum yerden kalkıyorum. Terden ıslanmış kolum ve sola yasladığım karnım koltuğun plastik kaplı köşesine yapışmış, belim uzun süredir farkında olmadan yüklenmemden dolayı hafiften tutulmuş. Odanın içerisinde dolanıyorum, ablamın böyle zamanlarda kullandığı benzetmeyle, adeta kabız bir eşek gibi… Odanın kapısını açsam otuz saniyeye kalmaz alarm ötmeye başlar, resepsiyonu arasam derdimi anlatana kadar bir yığın sıkıntı çekeceğim. En iyisi geçici bir çözüm bulup sabahı etmek. Şunun şurasında iki saat sonra güneş doğacak, ben de duş alıp kahvaltıya inerim. Masanın altındaki ufak buzdolabının kapağını açıyorum. Diğer zamanlarda farkına bile varmadığım soğuk hava yüzüme ve göğsüme çarpıyor. Tamam diyorum içimden, işte bu!

Buzdolabının önüne oturuyorum. Kapağın kapanmasıyla itilip içerinin ışığını söndüren düğmeye elimle basıp, kenarına ufak bir kâğıt parçası sıkıştırıyorum. Böylece buzdolabı, kapağının açık kaldığını fark edemeyecek, alarmını çalmayacak. Ne kadar da kolay makineleri kandırmak! Sırtımı masanın bacağına dayıyorum, yüzümü ve göğsümü hafiften de olsa buzdolabına doğru çevirip ayaklarımı yatağa doğru uzatıyorum. Bu şekilde uyuyamayacağımı bilsem de canlı canlı fırına verilmiş tavuk olma kâbusundan kurtulduğum için sevinçliyim. Gözlerimi kapatıyorum, taksiyle otele gelirken Antropoloji bölümünden John ile yaptığımız konuşmalar düşüyor kelime kelime aklıma.

-İstersen elçiliği ara, şikâyet et.

- Kimi?.. Yani kimi şikâyet edeyim?

- Havaalanındaki memurları. Maruz kaldığın muamele yasal değil bence. Belki elçilik bir şey yapar, keyfi uygulamaların sorumlularını üst mercilere bildirir. Ne bileyim işte; uyarır, vatandaşlarımıza bunu yapmanıza hakkınız yok der, suça dair en ufak bir kanıtınız yokken bir vatandaşımızın telefonuna bakamazsınız der.  Normal olmayan bir şey var senin durumunda, bunu inkâr edemezsin.

- Ha ha, dalga mı geçiyorsun sen? Neyin normal neyin normal olmadığını sen ben değil, ülkenin sahipleri belirler, öyle değil mi? Ayrıca elçiliğin bu tip sorunlarla ilgileneceğini hiç sanmıyorum. Diyecekleri en olumlu şey, “Geçmiş olsun Selim Bey. Yapabileceğimiz bir şey yok maalesef. İstemezlerse sizi ülkeye hiç almayabilirlerdi. Kendinizi şanslı görün. Vizesi olduğu halde kapıdan çevrilen vatandaşlarımız oluyor bazen.”  

- Oluyor mu gerçekten?

-Bilmem, olmasa bile elçilik bana oluyor der büyük bir olasılıkla. Bana kendimi daha iyi hissettirmek için. Kaybedecekleri ne var ki? Hem, beni çırılçıplak soyduktan sonra, kadın polislerin de olduğu bir odada yüzümü duvara çevirtip kendilerine doğru domaltmadılar ya!

- Ne? Bu da nereden çıktı? Ne çırılçıplağı, ne domaltması?

- 1960lı yıllarda Almanya’ya göç eden Türk işçilere yapmışlar, hastalıkları var mı diye kontrol etmek için adamları havaalanlarının karantina odalarına götürüp çırılçıplak halde incelemişler. Şimdiki durumla ilgisi yok ama yine de...

- Gerçekten de ilgisi yokmuş.

- Boş verelim bence, seyahatin tadını çıkarmak istiyorsak bu tip ufak pürüzleri kafaya takmamayı öğrenmemiz gerekir. Öyle değil mi Kevin? Sen hak veriyorsun bana değil mi?

Kevin ön koltukta, hafif sızmış, başı göğsünde, sakallı çenesi emniyet kemerine sürtüyor araba sallandıkça. Ne hakkında konuştuğumuzdan bile habersiz. Beni duyunca gözünü bir karıncanın içine sızabileceği kadar aralıyor ve belli belirsiz bir sesle mırıldanıyor.

- Telefonundaki o saçma sapan müzikleri keşfederlerse oteli basıp seni sağır olana kadar dövebilirler. O durumda seni tanımadığımı iddia edebilirim.

John gürültülü bir kahkaha atıyor Kevin’in alaycı laflarına. Ben de gülmek istiyorum ama ortasına taş konmuş bir çarşafın gerginliği derecesinde her an yırtılmaya hazır bir halde olduğum için kendimi frenliyorum. John gülmesi geçtikten sonra kaldığı yerden devam ediyor.

- Böyle bırakacaksın yani, telefonuna casus bir program yüklemiş olabilirler. Bence o telefonu ya hiç kullanma ya da en kısa zamanda format attır.

Artık iyice sıkılmıştım. John’un bu derece ısrarcı olması haksızlığa uğradığım ve yardıma muhtaç olduğum sanısını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyordu. Oysa ben, başıma gelen şeyin ne olduğuna tam anlamıyla bir ad bile verememiştim. Boğazımı temizleyip, sesime yalancı bir resmiyet kazandırarak söylemiştim son cümlemi. 

- Unutmak istiyorum tüm bu olanları, Dr. McCooper. Anlamıyor musun? Ne olduysa oldu, abartmamak lazım. Sonuç olarak sınırı geçtim ve Çin topraklarındayım. Tadını çıkarmalıyım. Topu topu beş günümüz var Şanghay’da. İlk iki gün üniversitede geçecek. Kalan üç günde de gezeceğiz. Böylesi saçma bir muameleden dolayı mahvetmek istemiyorum programımı. Ne olduysa oldu, suçlu değilim ki kaygılanayım. Kapatalım bu konuyu bence, üzerinde durulacak bir şey değil. Kapatalım ve bir daha açmayalım. Tamam mı?

Ben bile inanmamıştım bu son söylediklerime ama kendimden saklamak istediğim şeylerin başkalarının diline dolanması, onların sorunu haline gelmesi ve onların çözüm konusunda en az benim kadar kafa yormaları hiç de istemeyeceğim şeylerdi. Yüzümü cama çevirip caddeleri ve insanları izlemiştim, bir yandan camda belirip kaybolan yüzümün yansımalarına aldırış etmemeye çalışarak. Gömleğini göbek kısmından kaldırıp şişman karnını göstere göstere yürüyen orta yaşlı adamları, motosikletinin üzerine boylu boyunca uzanıp uyuyan yaşlı bir amcayı, bir dükkânın önünde atılan havai fişeklerin ve çatapatların neden olduğu yoğun dumanı, iki eliyle tuttuğu torununu kaldırımdaki çöp kutusuna işeten nineyi, parklarda toplanıp dans eden uzun etekli kadınları hem büyük bir ilgiyle hem de derinlerde gizlediğim bir endişeyle izledim. Sanki Şanghay’ın ilk bakışta ilginç gelen bu görüntüleri ben göreyim ve hayran kalayım diye serilmişti gözlerimin önüne. Sanki bu renkli film, sadece ve sadece benim seyircisi olduğum bir sinemada gösteriliyordu. Her şey, şimdi aklıma gelmeyen diğer tuhaflıklarla beraber, gizemli bir unutturma ve üzerini kapatma kumpasının bir parçasıydı. İşe de yaradı, en azından sabahın üçünde gördüğüm o rüyayla uyanana kadar gayet güzeldi her şey.

Buzdolabının soğuğundan ayaklarım da nasiplensin diye bacaklarımı dizimin altından büküp gövdeme doğru çekiyorum. Eğer sabaha kadar Kate’den bir haber alamazsam paraya kıyıp normal telefonla arayacağım onu. Oğlumdan ayrı kalmanın bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Beş gün ayrı kalmak zaten yeteri kadar üzerken beni bir de üzerine bu hastalık. Nohut tanesinin üzerine yüz kat ipek çarşaf serilmiş de ben bu çarşafların üzerinde uykusuz kalmışım gibi bir şey bu! O nohut orada durdukça ne ipeğin ne de yüz kat çarşafın benim için bir anlamı var. Şimdi telefon etsem mi diye bir soru hızlıca geçiyor aklımdan. Leicester’da saat akşam sekiz civarı olmalı. Yemek yemişlerdir, anne oğul salondaki üçlü kanepede oturmuş oyun oynuyorlardır. Tabii Cem’in öksürüğü daha da azmamışsa.

Yerimden kalkıp yatağın başına oturuyorum. Sırtımın arkasına bir yastık koyup, yanımdaki lambayı açıyorum. Bir süre bakışıyoruz aletin üzerindeki tuşlarla. Olduğum yerde dönüp otel dışındaki bir yeri aramam için gerekenleri okuyorum, telefonun yanına konmuş PVC kaplı kâğıttan. Çevireceğim numaralardan emin olduktan sonra telefonu elime alıp kucağıma koyuyorum. Elimi telefonun ahizesine değdirir değdirmez, sanki benim niyetimi anlamış gibi çalmaya başlıyor alet. İçimde evirip çevirdiğim, şekilden şekle sokup tanınmaz hale getirdiğim tereddütler bir anda şaşkınlığa dönüşüyorlar. Kim olabilir bu saatte? Herhalde “Klimanız bozulmuştur, gelip tamir etmemizi ister misiniz?” diye sormak için resepsiyondan aramıyorlardır. Belki de havaalanındaki polisler telefonumda benim bile varlığını hatırlamadığım yasa dışı bir şey buldular. Yola çıkmadan bir gün önce cep telefonuma 20. Yüzyıl Çin Tarihi’nin anlatan İngiliz bir tarihçinin kitabını indirmiştim. Bu yüzden sorun çıkarırlar mı bana? Kitabı okumadım bile, önsözü okurken sızmıştım uçakta. Yok, kitap olamaz bu durum. Öyle olsaydı odayı aramazlar, kapıyı çalarlardı. Belki de Cem’in durumu kötüleşti, Kate dayanamadı…  Merakla, ama daha çok korkuyla açıyorum telefonu dördüncü çalışında.

- Alo

Tuhaf bir sessizlik, sonrasında anlamsız bir hışırtı duyuyorum. Sanki birileri zımpara kâğıdıyla karşı tarafın telefonunu ovuyor.

- Alo, kiminle görüşüyorum?

- Selim, sensin değil mi?

Ses gittikçe güçleniyor. Konuşmak istemediği halde zorla konuşturulan, fidye için kaçırılmış ve kafasına silah dayanmış bir genç kadının ürkmüş sesi dolduruyor kulağımı. Sesi de sahibini de çok iyi tanıyor olmam sırtımdan aşağıya soğuk damlalar yürütüyor. 

- Kate?

- Evet benim. Nihayet ulaşabildim sana. Yarım saattir uğraşıyorum resepsiyonla. Ne onlar beni anlayabiliyorlar ne de ben onl… İki defa da yanlış odalara bağladılar.

- Ne oldu Kate? Neden aradın beni? Yoksa Cem’e bir şey mi oldu?

- Hayır, hayır, Cem iyi. Öksürüğü kesildi, az önce uyuttum. Başka bir şey var. Çok önemli bir haber.

- Ne oldu? Anlatsana hemen. Kötü bir haber mi yoksa?

Yine o anlamsız sessizlikle başbaşa kalıyorum. Her yöne çekilebilecek, sonsuza kadar uzayıp kısalabilecek o çıldırtıcı sessizlik. Aralarda hıçkırığı andıran bir ses geliyor ama bunun doğal bir hıçkırık mı yoksa Kate’in ağlarken çıkardığı kesik kesik inlemeler mi olduğunu çıkarsayamıyorum. 

- Odanda mısın? Oteldeki odanda, otelde yani. Saat kaç? Orada saat sabaha yakın olmalı.

- Evet, oteli aradığına göre!

- Ha evet, aklım başka...

- Dörde geliyor saat. Bırak şimdi saati. Ne oldu?

- Tahmin etmiştim. Çabuk uyandın, normalde uykun ağırdır senin. 

- Niye aradığını söyleyecek misin?

Kate’in ağladığından eminim artık. Ağzından çıkan kelimeler sonbahar rüzgârıyla birbirine sürten çıplak dalların takırtısıyla birlikte ulaşıyor kulağıma. Burnunu çekişi uzaklardan geçen bir trenin uğultusu gibi derin, gözyaşları binlerce kilometrelik mesafeyi aşıp benim yanağımı ıslatacak kadar gerçek. 

- Sö, söy, söyleyeceğim, söyleyeceğim tabii de… Ablan aradı.

- Ablam? Benim ablam? Neden?

- Evet, senin ablan. Whatsapp’ten aramış konuşmak için ulaşamamış. Telefonunu aramış, o da kapalıymış. En sonunda bana yazmış. Görüntülü konuştuk.

- Eeee, ne diyormuş?

Burnunu çektiğini, incelen sesini düzeltmek için ikide bir yutkununca boğazında beliren anlık yumruyu, beyaz bir pamuk yumağına dönüşmüş kâğıt mendille yanaklarını sildiğini; çıplak bacaklarımın altında ışıldayan beyaz çarşafın kırışık yüzeyinde, tıpkı bir sinema perdesinde izliyormuşum gibi net bir şekilde izliyorum. 

- Baban hakkındaymış.

- Babam mı?

Bir anda değişiyor kafamdaki tüm felaket senaryoları. Babamla ilgili ne olabilir ki? Yoksa ablamla aralarında yine bir şeyler mi geçti? Olamaz ama, yılın bu vaktinde ablam ya İstanbul’dadır ya da çocuklarıyla güneyde bir yerlerde, iş arkadaşlarından birisinin yazlığında. Babam ise yılın bu vaktinde köyde olmalı. Annemin vefatından sonra köye gitmeyi bırakır demiştik ama bırakmadı, hatta tam tersine elinde olsa kışları da köyde geçirecek. Bacayı yaptırttı, evin altına sağlamlaştırıcı kirişler ekletti, ahırının girişini bizim bahçenin girişinin yanına kaydıran komşuyla yüzyıllar sürecek gereksiz bir kavgayı başlattı… Hem babamın başına kötü bir şey gelmiş olsa buna ne kadar üzülebilirim ki ben? Kate işin bu kısmını bilmiyor tabii ki. Her babayı kendi babası gibi zannediyor; sevecen, şefkatli, diğerkâm. Ona iyi davandı sonuçta, tüm gelinlerine iyi davrandı. Benim çocukluğumdan ve çocukken yaşadıklarımdan bîhaber. Herkesten sakladığımı ondan da sakladım sonuçta. Bilmesin istedim, bende gördüğü zaafları kişisel tarihime bağlamasın istedim. Böylesi bir mağduriyet edebiyatına sığınmaktan hep imtina ettim. 

- Evet, bu sabah köydeki evin çatısını onarmaya çıkmışmış. İnerken ayağı kaymış ve düşmüş. 

- Ne diyorsun sen, Kate?

- Ablanın dediklerini aktarıyorum. Dinle sonuna kadar. Düşünce kafasını duvarın dibindeki büyük taşların birisine çarpmış ve bayılmış. Hemen hastaneye götürmüşler ama ilçeye varamadan, yolda vefat etmiş.

- Kate? Kim götürmüş, neyle götürmüş?

- Bilmiyorum, ne bileyim ben. Onu mu sordum! 

Artık sessizlik sırası bendeydi. Oda üzerime kapanmış, beni içine katıp esiri yapmıştı. Ne diyeceğimi bilemediğim için, kelimelerin yan yana gelerek anlam yarattıklarına dair inancımı yitirdiğim için; ama en çok da kelimelerin; içimden havalanan, gagaları kana bulanmış akbabaları yakalama çabasının hiçbir işe yaramayacaklarını bildiğim için susma sıramın geldiğine karar vermiştim.

- Çok üzgünüm Selim.

- Emin misin, Kate? Ablamın dediklerini doğru anladığını emin misin? Onun İngilizcesi pek…

- Gerçekten çok üzgünüm, Selim.

- Tamam, ben en kısa sürede ablamı arayacağım. İlk uçakla da Türkiye’ye gideceğim.

- Benim de gelmeme gerek var mı? Cenazeye yani, çok bilmem adetlerinizi ama sonuçta kayınpederimdi.

- Onu sonra konuşuruz. Önce bir ablamı arayayım…

-Tamam, iyi bak kendine. Haberdar et beni.

Uzun süre sessiz kaldıktan sonra telefonu kapatmaya karar verdim. Dilim ağzımın içinde sahibini arayan bir köpek gibi dolanmaya başlamıştı. İçimde sessiz bir deprem olmuş, sahile vuran dev dalgalar sadece bedenimi değil dilimi ele geçirmişti anlaşılan. Oturduğum yerde hafiften sola dönüp yastıklardan birisine sırtımı vermeye çalışırken söylenmeden edemedim. “Öldün demek haaa! Seni yaşlı çakal, yaptıklarının hiçbirinin hesabını vermeden basıp gittin bu dünyadan… Sevinsin şimdi ablam!” Tam bu anda dilimin sivri ucu yıllar önce çekilmiş bir dişin bıraktığı boşluğa doğru usulca sokuldu, uzun süre orada kaldı, çıkmak istemedi...  

22 Mayıs 2018

DRAGON BOATS AND ENCOUNTERING SORROW

Daha önce Türkçe yayımlanmış bir yazının İngilizcesi. Geçen yıl bu aralar yazılmış olan Türkçe versiyonu buradan okunabilir. Bu yazı aynı zamanda Gazete Duvar'da da yayımlanmıştı. Çeviriyi Çanco'daki bir dergi için yaptım. Editörün düzeltmelerinden sonra yazıda yapılan değişiklikleri uygulayacağım. 

AA

---                           

The fools enjoy their careless pleasure,
But their way is dark and leads to danger.
I have no fear for the peril of my own person,
But only lest the chariot of my lord should be dashed.

I hurried about your chariot in attendance,
Leading you in the tracks of the kings of old.
But the Fragrant One refused to examine my true feelings:
He lent ear, instead, to slander, and raged against me.


What do you think about these verses? I wrote this poem. Did you find my words too grumpy, too morbid or too melancholic? What else do you expect from a man who has been treated unfairly, dismissed from the palace and excommunicated from his beloved city? I was a civil servant who could not make his advice heard by the emperor, could not stop his country’s fall into the pieces despite all his sincere efforts; tell me if I have no right to complain, who has? All I can do now is whine and shine in the dusty pages of the ancient books, with the voice which flows over the thousands of years of history like the water falling down the dark cliff and creates cloudy rainbows once in a while. Read my story and agree with me, read and see the injustice fell upon my feeble shoulders, read and witness the misery I had to bear because of the shortsightedness of my contemporary scholars.

I couldn’t do it, couldn’t achieve what I had to. Neither I convinced the emperor about the enemy’s real intentions nor did I die before I had seen that I was right. The latter one was a wishful demand as if not knowing would mitigate my suffering. 2,296 years passed since I gave my last breath but the history of humankind taught me one important lesson over so many years of waiting. History doesn’t have a choice other than repeating itself. Humans are the same, their strengths and weaknesses are the same, their ambitions and lusts are the same, their desire to be free and the fear of freedom are the same. On top of that, they easily forget what destroyed their fathers, their fathers’ fathers… Then why should someone expect to see a different course of history which is made and written by the same humans?

Who am I? Didn’t you recognize me from my bemoaning voice? I am the poet Qu Yuan, the one whom you know as loyal and sincere. I lived in the Chu State of Zhou Dynasty. I wrote poems while I also did my counseling duties in the palace. I had no teacher other than truth and beauty. I spent all my energy not for selfish interests of the powerful merchants, not for the flatters of lackeys walking in the dim corridors of the palace, not for gossipers of emperor’s red chamber; but only and only for the happiness of our emperor Huai and the people who live in the lands that he rules.     

But what happened? They haven’t listened to my words. I told them not to trust Qin Dynasty. I told them their evil intention is as clear as the rainwater accumulated in the rice paddies. All they wanted was to weaken our country and invade it, to swallow all the small dynasties around and create the biggest empire ever. No one paid attention to my warnings. Instead of me, the emperor gave his ears to the toadies of the palace, opened all the gates to the Qin Dynasty, sent messages of peace and love via his messengers, let the pillars of the Chu State rotten slowly in the hands of foreign diplomats and envoys. 

Then what happened? The emperor Huai passed away, without witnessing how his wrong decisions brought his empire to its collapse. Qingxiang replaced him and appointed Zilan as the prime minister. However, Zilan wasn’t better than the previous one. The emperor believed everything that Zilan said and eventually got convinced that I am the one who betrayed the country. According to his malicious lies; I was against the peace treaties with Qin Dynasty and I didn’t really care for the national security. Such a big slander, such an ugly attempt of defamation; only the righteous ones can be exposed to these kinds of accusations and only time could be the judge to acquit me. After these false accusations, my exile years began. I was sent to the village where I was born and raised, the village located at the south of the river Yangtze.

Once you return your childhood home, you also return your inner self; the self that you have been neglecting for a long time due to the quasi-important affairs of the outer world. As a man who got treated unfairly, accused of betrayal and stripped of all his authority; I did what I could do the best as a man of letters: I dedicated my time to poetry, to the words and the magical aura created by the verses. Because I knew that in the bosom of literature, injustice and immortality emerge at the same time. This is why I searched for the loyalty in the caring hands of the poems, the very same loyalty which is made unavailable to me in the dark rooms of the emperor’s palace.

I wrote for many years; with pain, with ambition, with passion, with melancholy and impatience, with love and envy. Sometimes I felt ashamed of myself. Sometimes I daydreamed that time would reveal the accuracy of my warnings and how I would be feeling if all come true at the end. I felt the guilt in the deepest ends of my nerves, felt sadness in the smallest drops of my blood. The desire of getting acquitted and the desire of not being right for the sake of my country clashed inside the darkest tissues of my brain millions of times. Yes, I truly wanted them to recognize me as a man of truth but at the same time, I did not want my predictions came true. This burning paradox permeated into my words, bit my conscience like a poisonous snake. I was aware, yes, the poison was in the wound and the wound would never be healed. History, in the past, present and future, was never more than the sum of the recurring wounds. The contradictions gnawed the tissues of my brain, left me breathless most of the time. I was like the dark water well in Xiangluping. I had the power to swallow the sun but I did not have the strength to retain it in my heart. As a poet who bends to the water to see both the melting silhouette of his face and the scorpions fed by the inner conflict behind that disfigured image, I knew my destiny quite well.  This is why I called my poem Li Sao (Encountering Sorrow) and I dedicated all my days and nights to this epic work. I poured my sorrow into the pages. The sizzling sound made by the brush on paper became my unheard voice, then my flesh, then my consciousness.

Unfortunately, I lived long enough to see that I was right. As if it wasn’t enough that I have been suffering all this time, I also had to witness how my people had been massacred. Twenty-eight years after the beginning of my exile, Qin Dynasty attacked us. They destroyed the villages, demolished the houses, burned the harvests. The state of Chu and the charlatans residing in the palace were sent to the oblivion of the history, only not to return again. And I, with no other choice, realized how much I was right to worry about the future of my country. Feeling overburdened and depressed under the red blood of the innocent victims of my country, I released my despaired and weakened body into the cool waters of the river Milou. 

While I was sinking deep into the muddy waters, the villagers in their boats rushed to save my life, which was already ruined with despair a long time ago. They ripped the glimmering surface of the river with their hands, their arms, their bodies but it was too late. Their love and respect for the poet were not sufficient to keep the body of the poet with them. I let my soul flow with the current, race with the fish, thus I liberated it by leaving thousands of verses behind. I gave my last lesson to the humanity by my death. I lived a life loyal to his people and his country, I finished it without deviating an inch from the same noble line.

After my death, new traditions sprouted among the villages. In order to save my corpse from being food to the fish, they threw small balls of glutinous rice into the river. Some declared me as the God of Water and some added my name to the list of immortals. At the anniversary of my death, on the fifth day of the fifth month of the lunar calendar, they drank realgar wine (雄黃酒). They made zongzi () by stuffing glutinous rice with red beans, minced meat, sugar, and nuts, wrapping it with the leaves of the bamboo tree and cooking it on the steam for a long time. The wealthy and influential residents of the cities distributed zongzi to people on the streets. On the days when the coolness of spring turns into the heat of summer, young people living near the rivers got on the colorful boats with dragon heads and competed against each other. Every year they tried once more to save the poet and every year once more they failed. They mentioned my name less and less as the metaphors created to commemorate my life overcame the sorrowful experiences behind. I might sound a bit disgruntled but actually, I am not. I am now living in the colorful decorations of those dragon boats, in the realgar wine that you pour into the glass. I live in the soft texture and the sweet taste of the zongzi that you are about to take a bite soon. I live in the crowds of people who take the opportunity of three days holiday* and fill the parks of the cities. I live in the minds of the children who learn how to respect their parents and show it on important days.

As I have started with verses, let me also finish by verses. Agree or not, everything in this life turns into the ashes when they are exposed to the fire of time. Imagine how a piece of paper put next to a fire curls and gets smaller. Our lives and our experiences are the same, they too get creased, curls and turns into insignificant bits once they become part of the orbit of time. But poetry; the broken souls which turned into letters, the dreams which were pinned on the clouds, the desires that melted between the words like the sugar in a watermelon, the eyes that resemble the windows of abandoned houses; they are permanent in the mind of humanity. Am I not the living proof of this? Therefore, I should say my last words. Do not be like the emperor who does not value loyalty and wisdom, learn something from my forever-young words and give a lesson to those who will come after you.  

How well I know that loyalty brings disaster;
Yet I will endure: I cannot give it up.
I called on the ninefold heaven to be my witness,
And all for the sake of the Fair One, and no other.

There once was a time when he spoke with me in frankness;
But then he repented and was of another mind.
I do not care, on my own count, about this divorcement,
But it grieves me to find the Fair One so inconstant.** 


* In 2018, Dragon Boat Festival will be celebrated for three days from June 16th to June 18th.

** The verses used in the article belongs to the poet Qu Yuan (340 BC - 278 BC), taken from his epic poem “Encountering Sorrow” (), translated by David Hawkes. Source: Anthology of Chinese Literature, Volume I: From Early Times to the Fourteenth Century, edited by Cyril Birch (New York: Grove Press, 1965)   

  


Ali Rıza Arıcan – 20. 05. 2018 

13 Şubat 2018

B4. Takip Ya da Taciz



“Buyurun!”

Lai; kapıdaki adamın pasaklı elbiselerine, çenesinin ortasından değil de iki yanından bahar fışkını gibi çıkmış seyrek sakallarına, mürekkep lekelerini andıran siyah noktaların şakaklarına dağılış şekline; pahalı bir lokantada yemek yerken yanına yanaşmış zavallı bir dilenciye bakar gibi baktı bir süre. Yanlış gelmişti herhalde. Dilencileri sitenin içine almayacaklarına göre! Yanılıyor muydu yoksa? Dilenci gibi bakmıyordu gerçi bu adam; ne aradığını, ne istediğini bilen birisi gibi bakıyordu. Bir yerde bir şeyini unutmuştu da unuttuğu şeyi geri almak için geri gelmiş olabilirdi. Belki de sitenin içinden birisiydi, bahçede çalışan bahçıvanlardan ya da boş vakitlerinde bodrum kattaki araba parkının köşesindeki kuytulukta uyuklayan temizlikçilerden birisi olmalıydı. Bunu nasıl tahmin etiğini, hangi çıkarsama yöntemiyle bu sonuca vardığını, vardığı sonucun sınamaya açık olup olmadığını sorgulayacak ya da bu sonucu doğrulayacak vakti yoktu. Hissediyordu sadece, kırk yedi yıllık bir yaşamın ve deneyimin getirisi olabilirdi pekâlâ. Ya da kaynağı belirsiz bir özgüvenin sırnaşık dışa yansıması…

“Merhaba Lai Bey! Beni anımsadınız mı?”

Adam gülümsedi, yin xing yaprakları gibi sapsarı olmuş dişlerinin arasından iki tane küçük kara delik ağzının derinliklerinden kolaylıkla seçiliyordu. Soruyu sorarken gözleri büyümüş, yanakları şişmişti. Sonbahar rüzgârının kuruttuğu mor dudakları, ha çatlamış ha çatlayacak bir halde normalden daha etli ve iri görünüyorlardı. Alnına düşen saçlarının kapatamadığı mor bir yara ve etrafındaki kalın çizgiler, taşın etrafından dolanan suyun geride bıraktığı türden çukurumsu bir iz bırakmıştı yüzünün kalabalık coğrafyasına.

“Anımsadım mı? Seni mi?”

“Evet, beni? Geçen yıldan, Tong Jien Lu üzerinde, B1 otobüsü geliyordu hani, siz çok meşguldünüz…”


DEVAMI YAYIMLANACAK KİTAPTA... 

30 Ocak 2018

B5. Piyano



Saydam tavanın üzerinde, buharlaşmış yağmur sularından geride kalmış, içine hapsettiği güneşi sıkıştırdıkça aşağıya doğru renkli tayflar salan dev lekeler var. Kafasını yukarı çevirip bakanların ilk görüşte ne olduklarını anlayamadığı, yeşil sularda sinsi sinsi gezinen denizanalarına benzettiği; ortası boz, kenarları bulanık görüntüler bunlar. Bu lekelerin ortasındaki koyu öbekler boncuk boncuk gölgeler halinde siyah beyaz tuşlarımın üzerine düşünce içim kıpır kıpır oluyor, birazdan güzel bir şeylerin gerçekleşeceğine dair mesnetsiz bir umut beliriyor on yıllardır esaslı bir müzik çalmamış gergin tellerimde. Sevgilisini her düşündüğünde dudaklarının kaşındığını hisseden genç bir âşıktan pek farklı değilim aslında. Yeni silindiğim, sağımın solumun sabunlu bezlerle baştan aşağıya ovulduğu, kimi yerlerimin özenle parlatıldığı, kimi yerlerimin de ince işçilikle tamir edildiği ilk bakışta belli oluyordur herhalde. Rutubetten dolayı vakti gelmiş yaranın kabuğu gibi kalkan cilalı boyalarımın, acemi bir ustanın kirli tırnaklarıyla söküldükten sonra mükerrer fırça darbeleriyle kapatıldığını da anlar, ömründe üç beş piyano görmüş herhangi bir acemi.  Hatta asansöre sığmayan gövdem merdivenlerin basamaklarına çarpa çarpa ikinci kata çıkarıldığı için bacaklarımdaki tekinsizlikten pekâlâ belli olur genç ve heyecanlı değil de yaşlı ve yorgun olduğum.

Beni burada daha ne kadar tutacaklar bilemiyorum. Geçen haftaya kadar bir yılımı dolduracağıma dair ciddi kuşkularım vardı. Gerçi yine var, üç beş heveskâr yüzünden katlanırlar mı benim varlığıma? Ya gerisin geriye gönderecekler beni ya da masraftan kaçınmak için bir hurdacı çağırıp parçalatacaklar. Bir piyano olarak girdiğim kapıdan kırık dökük tahta parçaları ve kopuk çelik teller olarak ayrılacağım. Siyah beyaz tuşlarım ele verecek beni, “Bu bir piyanoymuş, işe yaramadığı için parçalamışlar.” dedirtecek yoldan geçenlere. Belki de insaflı davranıp, birinci kata indirecekler beni ve daha az dikkat çekeceğim, kimsenin görmeyeceği bir köşede, büyüyen çocukla birlikte büyüyemediği için cezalandırılmış bir oyuncak gibi yalnızlığa terk edileceğim. Hoş, sanki şimdi çok yalnız değilim! Kalabalıklar içinde boynum bükük, sesim kesik, insanların görmediği ama çarpmamak için özen gösterdiği siyah bir muammayım istasyonun ortasında.

DEVAMI YAYIMLANACAK KİTAPTA...