Bu Blogda Ara

30 Mayıs 2017

DUVAR 4: ŞAİRİN DİLİNDEN EJDER TEKNESİ BAYRAMI*




Aptallar ucuz ve geçici zevklerin peşinden koşarlar
Ama bilmezler seçtikleri yolun karanlık ve tehlikeli olduğunu
Hayır, korkmuyorum varlığımın neden olduğu tehditlerden
Hükümdarımın arabası parçalanmasın diyeydi yaptıklarımın hepsi
Koştum, yetişemeyecek olsam da, onun yanı başında olmak için
Ama “Güzel Kokulu” reddetti beni, anlayamadı iyi niyetimi
Ve iftira attı üzerime, bana kulak verip nasihatimi dinlemek yerine**

Nasıl, beğendiniz mi? Ben yazdım yukarıdaki dizeleri. Çok mu hüzünlü buldunuz? Küstürülmüş, huzurdan kovulmuş, haksızlığa uğramış birinden daha iyisini beklemeyin lütfen.  Sözü dinlenmemiş bir devlet adamıyım ben, ne yazabilirim ki şikâyetten başka? Sızlanırım işte böyle boyuna, yüzyılları aşan sesimle çağlarım tozlu kitapların sayfalarında. Okuyun hikâyemi de hak verin bana, uğradığım adaletsizliğe bir de siz tanık olun. Olmadı, başaramadım! Ne sözümü dinletebildim hükümdara ne de haklı olduğumu görmeden ölüp ıstırabımı azaltabildim. Daha ne olsun? Ben öleli neredeyse 2300 yıl geçmiş ama tarih bu, tekrar ederek akmaktan başka bir seçeneği yok ki denesin, değiştirsin yatağını, yeni yollar ve yöntemler keşfetsin. İnsan aynı, kaygıları ve zaafları aynı; hırsı, hevesi, şehveti aynı… Onun yaratacağı ve yazacağı tarih neden farklı olsun, bir tane neden söyleyin bana geri alacağım laflarımı… Bir tane gerekçe!

Kim miyim ben? Tanımışsınızdır herhalde yukarıdaki sızlanmalarımdan. Müzmin ve haklı şair Qu Yuan’ım ben. Zhou Hanedanına bağlı Chu Devleti’nde yaşardım. Hem şiirler yazardım hem de sarayda danışmanlık yapardım hükümdara. Haktan ve hakikatten başka rehberim yoktu. Gündelik basit çıkarların, dalkavukça pohpohlamaların, onun bunun dedikodularının değil de sadece ve sadece hükümdarımız Huai’nin ve onun hükmettiği topraklarda yaşayan halkların mutluluğuna harcardım enerjimi. Ama ne oldu? Dinlemediler beni. Dedim onlara, yanaşmayın Qin Hanedanına. Niyetleri baştan belli dedim, bizi zayıflatıp işgal etmekten başka bir amaçları yok dedim, en büyük hedefleri etraflarındaki küçük devletleri bir bir yutup gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğu kurmaktır dedim. Ama dinletemedim kimseye. Benim yerime yanındaki şakşakçılara kulak verdi hükümdar, açtı kapılarını Qin Hanedanına, barış ve sevgi mesajları yolladı elçilerle, çürümesine izin verdi Chu Devletinin kadim ve dayanıklı temellerinin.

Sonra ne mi oldu? Hükümdar Huai öldü, verdiği kararın ülkesini ne tür bir felakete sürüklediğini göremeden göçtü gitti bu dünyadan. Onun yerine geçen Qingxiang, başbakan olarak atadığı Zilan’ın sözlerine kandı ve beni ihanetle suçladı. Güya, Qin Hanedanıyla yapılan anlaşmaya karşı çıkarak ben devletimizin güvenliğini tehlikeye atıyormuşum. Öyle bir iftira ki sadece haklı olanların uğrayacağı türden, sadece zamanın yargıcı olduğu kararların sahiplerine nasip olacak nitelikte. Ardından sürgün yılları başladı tabii ki. Yangtze Nehrinin güneyine, doğup büyüdüğüm köye gönderildim.

Sonra ne mi oldu? Haksız yere suçlanmış, okuyarak ve çalışarak elde ettiği tüm yetkileri elinden alınmış ve bir de çok sevdiği ülkesine ihanet ettiği iddiasıyla itham edilmiş bir şair böyle bir durumda ne yapabilirse o oldu. Şiire, kelimelere, kelimeler arasındaki sihre, yani kendime döndüm. Çünkü edebiyatın kadim bağrında ölümsüzlük ve onur birlikte yeşerir. Ben de dizelerde, mısralarda aradım sarayların karanlık odalarında bulamadığım sadakati. Yazdım yıllarca; acıyla, inatla; heves ve tutkuyla; hüzün ve telaşla. Öyle ki kimi zaman kendimden utandım. Bir gün gelir de haklı olduğum meydana çıkarsa gerçekleşecek felaketin bana hissettireceklerini hayal ettim kimi zaman. Bunun suçluluğunu duydum iliklerimde, kanımın sinsi sinsi dolaştığı en ince damarlarımda. Haklı bulunma isteğiyle haklı çıkmama arzusu çelişti içimde. Doğruyu söylediğim bilinsin istedim evet ama söylediklerimin doğru çıkmasını arzulamadım hiçbir zaman. Ve bu yakıcı ikilem sızdı kelimelerime, zehirli bir yılan gibi ısırdı en can alıcı yerlerimi. Farkındaydım evet, zehir yaranın içindeydi ve yara iyileşmeyecekti asla. Tarih, iyileşmeyen yaralardan sızan zehirli irinlerin toplamından başka neydi ki zaten! Çelişkiler kemirdi beynimin tüm guddelerini, güçsüz bıraktı beni kimi zaman. Tıpkı Xiangluping’deki karanlık su kuyusu gibiydi durumum. Güneşi yutabilirdim istersem karanlığımla, ama aynı güneşi kuyunun dibinde tutmam imkânsızdı, bunu ne kadar istiyor olsam da. Eğilip suyun siyahlığına, yüzünün gitgide eriyen siluetine bakıp yüreğindeki akrepleri beslenme kaynaklarından koparmaya çalışan şair olarak çok iyi biliyordum bunu, bildiğim için de susuyor ve şiire veriyordum tüm varlığımı. Adını Li Sao (Acıyla Yüzleşmek) koyduğum epik şiirime adadım gecemi gündüzümü yıllarca, kinimi ve merhametimi işledim dizelere. Duyulmayan sesim oldu kalemin kâğıtta çıkardığı cızırtı, görünmeyen yakınmalarım simsiyah resimler çizdi ihanetle suçlanmış ruhumu aklamak uğruna.
Ejder başlı tekneler yarışa hazır.
Maalesef ömrüm yetti haklı olduğumu görmeye, maalesef zamanın beni haklı çıkardığına şahit oldum ve gerçeklerin arkasında dimdik durmaya ant içtiğim günden beri çektiklerim yetmiyormuş gibi, bir de halkımın katledilmesine tanık olmak zorunda kaldım. Tam yirmi sekiz yıl sonra Qin Hanedanı saldırdı ülkemize, yakıp yıktı köyleri ve kentleri, taş taş üstünde bırakmadı Qin’in azgın askerleri. Chu devleti ve onun sarayında yaşayan hokkabaz kılıklı dalkavuklar tarih oldular arkalarında en ufak bir iz bile bırakmadan. Ve ben fark ettim haklı çıkma korkumun ne kadar değerli olduğunun, ezildim dökülen masum kanların kızıllığında,  çaresizce attım yorgun bedenimi Milou Nehri’nin baharla ılımış sularına.

Ben çamur renkli suyun dibinde ebedi huzura kavuşurken köylüler teknelerle seğirttiler yeisle yıkılmış ruhumu kurtarmaya. Ellerini, kollarını, gövdelerini soktular balıklarla yarışan gövdemi suyun derinliklerinden çıkarmak için. Yetmedi köylülerin sevgileri ama, salıverdim canımı akıntıya ve kurtuldum geride binlerce dizelik şiirler bırakarak. Ölerek verdim son dersimi insanlığa, vatanına ve halkına sadık bir bilge olarak yaşadım hep. Bu çizgiden bir adım bile sapmadan bitirdim yarışı.

Ben öldükten sonra adet oldu köylüler arasında. Bedenim balıklara yem olmasın diye buharda pişirilip yumru haline getirilmiş nişastalı pirinçler attılar nehre. Kimileri beni Su Tanrısı ilan etti, kimileri de suyun ölümsüzleştirdiği büyükler listesine ekledi adımı. Ölüm yıl dönümümde, yani ay takviminin beşinci ayının beşinci gününde zırnık şarabı içmek gelenek oldu zamanla. Sadece bu mu? Nişastalı pirinçleri kırmızı fasulyeyle, kıymayla, şekerle ve fıstıkla karıştırıp bambu ağacının yapraklarına sardılar ve ardından buharda pişirdiler saatlerce. Ölüm yıldönümümde köylerde kentlerde, her köşe başında zongzi yapıp yediler. Baharın serinliğini yazın bunaltıcı sıcaklarına bıraktığı bu günlerde ejder kafasıyla süslenmiş teknelere binip yarıştılar. Her yıl bir daha denediler beni kurtarmayı, her yıl bir kere daha başarısız oldular şairi kurtarma çabasında. Adımı her yıl biraz daha az anar oldular, acılarla yoğrulmuş yaşamımı, sürgün yemişliğimi ve uğradığım haksızlığı unuttular ya da getirmediler akıllarına pek. Rengârenk süslerle bezenmiş teknelerde yaşıyorum ben artık, bardağa doldurulan kızıl şaraplarda, ısırılıp dilin ucunda erimeye bırakılan zongzilerde, üç günlük tatili fırsat bilip ören yerlerini dolduran kalabalıklarda, anne babaların önünde saygıyı öğrenen çocuklarda, Duanwu Bayramı adı verilen eğlence dünyasının esintisinde…
Bayram günü yenmek üzere hazırlanmış zongziler
Madem dizelerle başladım kendimi anlatmaya, yine birkaç dizeyle bitireyim sözlerimi. Çünkü her şey ama her şey yanıp kül olmaya mahkûm zamanın acımasız ateşinin yanında. Bir kâğıt nasıl kıvrılıyorsa köze yaklaşınca, yaşanmışlıklar da aynen öyle buruşup kırışıyor zamanın yörüngesinde. Oysa yazı; yani şiire işlenmiş kırık ruhlar, dizelere raptiyelerle tutturulmuş bulutsu hayaller, mısralara karpuzun içindeki şeker gibi karışmış o tatlı hevesler ezelden ebeden kadar kalıcıdır insanlığın kadim zihninde. Bunun en büyük kanıtı değil miyim ben? Benim gibi nice şairler? Öyleyse söyleyeyim son sözümü, zamanında beni dinlemeyip ülkesini felakete sürükleyen hükümdar gibi olmayın siz, ders alın yılgı bilmez cümlelerimden, ders alın ve ders verin sizden sonra gelecek nesillere.  

Ne kadar da iyi bilirim sadakatin felaketleri getirdiğini!
Yine de dayanacağım, vazgeçmeyeceğim haklı davamdan.
Dokuz katlı cenneti kendime tanık olarak çağırdım, bak.
Tek talebim Adil’in dinlemesiydi beni, hepsi o kadar.
Eskiden benimle samimiyetle konuşur, kulak verirdi sözlerime
Sonra sırtını döndü bana ve izin verdi düşüncelerinin ele geçirilmesine
Benim cenahımda değişen bir şey yok, takmıyorum pek bu ayrılığa
Ama üzüyor ve endişelendiriyor beni, Adil’in bu derece tutarsız olması.

* Bu yılki Ejder Teknesi Bayramı 30 Mayıs’a denk gelmektedir. Çin hükümeti 27 Mayıs 2017 Cumartesi’yi mesai günü haline getirip, 28-30 Mayıs tarihleri arasını üç günlük resmi tatil ilan etti. 

** Yazıda geçen dizeler bu bayramın tarihiyle adı anılan Qu Yuan'a ait. Çevirileri David Hawkes'ın 1965 yılında yayımlanmış Anthology of Chinese Literature, Volume 1'den aldım. Türkçe çeviriler bana ait.     
         


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder