Bu Blogda Ara

15 Ağustos 2016

Çin Mektupları 30


Nanjing Havaalanına indiğimde sorun yaşayacağımı biliyordum ama işin bu kadar uzayacağını asla tahmin edemezdim. Önceleri, yani geçtiğimiz üç yıl boyunca, pasaport kontrolü yapan memur benim TC pasaportumu görür görmez, şöyle bir duraksar ve amirini çağırırdı. Amir gelir, beni bir kenara çeker, pasaportumu alıp az ilerideki diğer polislere gösterir, bilgisayarda bir şeylere baktıktan sonra bana pasaportumu iade edip beni pasaport kontrolü gişesine gönderirdi. Bazen sorular sorardı. Nerede çalışıyorum? Neden bu havaalanını kullanıyorum? Nereden geliyorum? Bunu, pasaportumda Çinli makamlarca verilmiş bir yıllık oturma iznim olmasına rağmen yaparlardı. O kadar ki çalıştığım okul Çin devletine bağlı, beni işe alan şirketin kurucusu Çinli, ne çalıştığım okulda ne de sözleşmemi hazırlayan şirkette benden başka bir Türkiyeli var. Buna rağmen her geliş gidişimde bu muameleyle karşılaşırım, sorun çıkarmam. Biliyorum ki onların ülkesi, biliyorum ki istemezlerse almazlar beni, biliyorum ki Çin’in güvenli bir ülke olarak kalması için uğraşıyorlar ve bu benim de işime geliyor. Yine de içerlemeden edemem ama. İnsanız sonuçta! Herkes geçiyor, niye bir ben kalıyorum! Kendi kendime konuşurum beklerken. Utanır, sıkılırım! Taşıdığım, taşımak zorunda olduğum pasaportun getirisi bunlar. Duyduklarıma göre, birkaç yıl önce sahte TC pasaportlarıyla Çin’den kaçmaya çalışan Uygur Türkleri yakalanmış. O gün bugündür ne zaman bir TC pasaportu görseler ürküyorlar, kendi makamlarınca verilmiş vizeye bakmaksızın sorguya çekiyorlar.

Durum böyle olunca ben hazırlıklıyım bu gelişimde. Biliyorum çekecekler kenara, alkol kontrolü yapan trafik polisleri gibi bekletecekler beni. Pasaportumu veriyorum gişedeki memure hanıma. Kadın pasaportu görünce şöyle bir geriliyor. Ne yapacağını şaşırıyor. Hemen mi aramalı amiri yoksa pasaportun içine baktıktan sonra mı? Öylesine eviriyor çeviriyor pasaportu, bakıyor ama görmüyor gibi. Sonra hemen telefona sarılıyor, başta yapması gereken işi daha fazla geciktirmemesi gerektiğini biliyor olmanın verdiği telaş var yüzünde. Birkaç saniye içinde pasaportum bir erkek memurun elinde. Cam kapı açılıyor, kadın memure bana “Lütfen bu beyi takip edin.” diyor.

Ediyorum tabii ki, ne yapacağım. Gassalın elindeki meyyitten ne farkımız var sınır polisinin karşısında! Polis memuru beni gişelerin bittiği bir noktaya götürüyor. “Burada oturun, beş dakika bekleyin.” diyor. “İyi” diyorum içimden, “En azından beş dakika dedi. Hiçbir şey demeyebilirdi ya da on beş dakika diyebilirdi” Bu sırada Tayland pasaportuyla gelen Jaruwan benden önce geçtiği için aşağıya, bavulların olacağı yere inmiş. Benim çevirmeye yakalandığımdan habersiz. Bekliyorum bir süre. Pasaportumu alan memur geri gelip bana sorular soruyor. “Nerede çalışıyorsun?”, “Kaç yıldır Çin’de yaşıyorsun.” gibi aslında yanıtlarını pasaporttan bulabileceği ama bir de benden duyarak sağlama yapacağı sorular bunlar. Hepsine en doğru yanıtları veriyorum. İlkokuldan beri iyiyimdir sözlü sınavlarda :)

Memur tekrar gidiyor. Bu sırada Jaruwan geliyor. Uzaktan “Gelme, seni de tutarlar.” işareti yapıyorum ama anlamıyor beni. Yanıma oturuyor, ben ona durumu izah ederken yanımızda genç bir asker beliriyor. Elinde tüfek, sağında solunda bıçak ve cop… Ben tabii “ohaaa” oluyorum. Kaçacağımdan mı korkuyorlar? Pasaportumu aldılar, yanıma bir de silahlı asker diktiler. Neden? TC pasaportu taşıdığım için. Görünen tek neden bu! “Ne oldu? Bavulları aldın mı?”, soruyorum Jaruwan’a. “Yok” diyor. “Daha bizim uçaktan gelen bavullar ulaşmadı.” Birlikte bekliyoruz, şakalaşıyoruz, gülüşüyoruz. Ne yapayım, stres mi yapayım yanımda yirmi yaşında tüfekli bir asker diktikleri için?

Bu sırada etraf sessizleşiyor, bizim uçakla gelen yolcuların hepsi geçip gidiyor önümüzden. Herkes şen şakrak, güle oynaya iniyorlar merdivenden aşağıya. Pasaport kontroldeki memurlar bile dükkânı kapatıp Cuma namazına giden esnaflar gibi gişeleri kapatıp gidiyorlar, bir sonraki uçağa kadar dinlenecekleri odalarına. Beni alıkoyan kadın memure geçiyor önümden. Yüzüme bakmıyor. İşini yapmış olmanın haklı memnuniyeti mi bu? Yoksa bilmediğim başka şeyler mi var? Ne olabilir ki? Öğretmenim ben ya! Hayatını matematiğin güzel olduğunu öğretmeye adamış, az buçuk edebiyatla uğraşan, arada da koşan bir insan.  Ayak sesleri seyreliyor, derin bir sessizlikle baş başayız şimdi. Sanki koca havaalanında üç kişiyiz. Ben, Jaruwan ve yanı başımızdaki asker. Bekliyoruz, bekliyoruz… En büyük endişem Çanco’ya giden son treni kaçırmak. Treni kaçırırsak geceyi Nanjing’de geçirmemiz gerekecek. İşin gücün yok, otel ara bu saatte. Yarın sabaha yapılacak işler de var!

Bir ara ben Jaruwan’a “Aşağıya in bak, bavullar gelmiştir. Sahipsiz sanıp başka bir odaya götürmesinler.” diyorum. Kalkıp gidecek ama yanımızdaki asker hareketleniyor hemen. “Dur” işareti yapıyor eliyle. Jaruwan durmuyor, askerin yanına gidip İngilizce bir şeyler söylüyor ama asker İngilizce bilmediği için durum iyice karışıyor. Eliyle, koluyla “Abla, sen az bir bekle. Ben amirime sorayım.” diyor. Koşarak gidiyor, koşarak geliyor. Yanında başka bir polis var. Jaruwan aşağıya bu polisle birlikte iniyor. Tek başına havaalanında gezmesi bile yasak. O kadar tehlikeli yani! TC pasaportu taşıyan bir adamın Taylandlı karısı… Her şey beklenebilir bu kadından!!! Neyse, o da gidiyor. Kaldım mı askerle ben baş başa! O bana bakıyor ben ona! Bekleşmeye devam… Jaruwan on – on beş dakika sonra iki kocaman siyah bavulla geri geliyor. Eskortluk eden polis onu bırakıp kayboluyor koridorun öteki ucunda.

Neredeyse bir saat geçmiş. Hiçbir haber vermiyorlar, ne yaptıkları da belli değil. Keşke daha fazla soru sorsalar da böyle bekletmeseler. Bir ara ayaklarım açılsın diye kalkıp dar bir alanda turlamaya başlıyorum. Duvarlardaki resimlere bakıyorum, yanlış bir şekilde İngilizceye çevrilmiş uyarıları okuyorum. Havaalanının olağan dışı suskunluğu içimde kabaran dalgaların seslerini daha bir duyulur hale getiriyor. Kayalara vurdukça köpüren dalgalar gitgide yükseliyor göğsümün boşluğuna doğru, girdaplar oluşuyor anlık çarpıntılarla, yosunlar vuruyor taşların keskin uçlarına… “Sakin ol.” diyorum kendi kendime.  3-4 saatlik sınavlara gözetmenlik yaparken vakit geçsin diye yaptığım asal sayı sayma alışkanlığıma sığınıyorum. Ufak adımlarla ileri geri giderken sayıyorum bir yandan: 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17,… Asker benim aksi bir harekette bulunmayacağıma emin olana kadar avını gözetleyen kaplan gibi bakıyor bana. Hatta, yaklaşıyor biraz, ters yöne koşarsam mesafeyi kapamak sorun olmasın diye belki de.

Bir saatin sonunda pasaportumu alan amir geliyor yanıma. Sözünü ettiğim okulda çalıştığımı belgeleyen başka bir kanıtım olup olmadığını soruyor. Sigorta kartını gösteriyorum. Üzerinde hem kendi adım var hem de okulun adı. İçimden değil dışımdan söyleniyorum bu sefer, “Neden daha önce sormadınız bunu?” Amir yanıt vermeden karta bakıyor. Önünü arkasını kontrol ediyor. Tatmin olmadığını görebiliyorum kırpışan gözlerinden. “Çalıştığınız okuldan birisiyle görüşebilir miyim?” diye soruyor bu sefer. “Tabii ki!” diyorum. Telefondan okul müdürünün numarasını veriyorum ama müdür açmıyor. Amir başka birisini soruyor. Bu sefer Çince bilmeyen yabancı öğretmenlerin işlerini halleden asistan kızın (Wang) numarasını veriyorum. Wang yanıt veriyor telefona. Amir uzaklaşıyor yanımdan. Ne konuşuyorlar bilmiyorum. Bir ara elindeki pasaportumdan adımı harf harf okuduğunu duyuyorum.

Beş dakika sonra, benim bu durumlara düşmeme neden olan o “zalim” memureyle birlikte geri geliyor. Tamam, suç onun değil ama ne yapayım! Birilerine kızmam lazım. Her şeyi o başlattı işte. Treni kaçırırsam otel parasını bu kadından almam lazım… Kadının elinde pasaportuma damga vuracak olan kaşe var. Birlikte gişelerin oraya yürüyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi başlangıç noktasına geçiyorum. Uçakta unutulmuş bir yolcuyum ben aslında, son anda fark ediyorlar ve apar topar indiriyorlar. Memure hanım pasaportumu ilk defa görüyormuş gibi sayfalarını karıştırıyor, elektronik okuyucudan geçiriyor, bilgisayara bir şeyler yazıyor. Ben bu arada önümdeki müşteri memnuniyeti tuşlarına bakıyorum. Dört seçenek var: Mükemmel, iyi, kötü, berbat. Damga pasaportuma vurulur vurulmaz “Berbat” tuşuna basıyorum. Hiç beklemediği anda karşısına intikam alma şansı çıkan bir insanın şaşkınlığı var bende. Bir de yanlış yere alıkonulduktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûmun sevinci. Jaruwan’a işaret ediyorum, “Çabuk ol. Son treni kaçırmayalım.”

Amir yanıma geliyor tekrar. Damgamı da almışım, kükrüyorum artık. “Neden bu kadar uzun sürdü bu iş?”, “Beş dakikada yapılacak işi bir saat on beş dakikada yaptınız.”, “İtirazım bekletilmeye değil, bu kadar uzun süre sorgusuz sualsiz bekletilmeye…” Amir, suçluymuş da af diliyormuş gibi elini omzuma atıyor. Ahbap olduk bir anda. Az önce terörist muamelesi çektikleri adamla sarhoş dostluğu kurmaya çalışıyor aklı sıra! Yemem ben, kusura bakma. “İzah edeyim” diyor sevecen bir tavırla. Pasaportumu alıyor tekrar. Sayfaları karıştırıyor. Sonra da bana 2015 yılında Çin’deki havaalanlarından birisinde vurulmuş bir damgayı gösteriyor. “Bak, bu damgada ay rakamı okunmuyor. O yüzden tuttuk seni bu kadar.”

Ben kopuyorum o noktada, yokuş yukarı çıkarken zinciri boşalan bisikletin pedalları gibiyim. “Yalan söylüyorsun!” diyorum amire. “Hem o damgayı da senin gibi bir memur vurmuş. Benim ne suçum var? Kaşelerinizin mürekkep ayarını yapamıyorsanız ben neden sorumlu oluyorum bundan?”, “Ayrıca rakam da okunuyor, mart ayında giriş yapmışım işte. Neyini okuyamadınız? Kör müsünüz?” Daha da saydırıyorum ama amirin yüzündeki otorite zırnık sarsılmıyor. Elini tekrar omzuma koyuyor. Bu sefer dostça değil, “Çok bile konuştun. Hadi ikile hemen yoksa sonun iyi olmaz.” diyen bir ağır abi dokunuşu bu. “Sana daha fazla bilgi veremem.” diyor. O anda anlıyorum işin içinde bambaşka bir şeyler var. “Neden?” diyorum. Yapmak zorunda olmadığı halde üşenerek yapılan bir işe yeltenir gibi elini telefonuna uzatıyor. Çince-İngilizce sözlükte bir şeyler yazıyor. İngilizce çeviriyi gösteriyor ama okuduğumu anlayamıyorum. Çünkü çeviri kısmında “Sports day security…” gibi bir şeyler yazıyor. Saçma sapan bir ifade, anlaşılacak bir şey değil yani... Duvarlardaki uyarıları İngilizceye nasıl çevirdikleri anlaşılıyor böylece. Öğrenme arzumu yitiriyorum o anda, bilmemenin dayanılmaz hafifliğine doğru sıvışmak istiyorum. Belki amir de bilmiyor derdini İngilizce nasıl anlatacağını, ondan yaşadığımız bunca sıkıntı. Çaresizim artık, pes etmekten başka seçeneğim yok. “İyi tamam” diyorum en sonunda. İndiriyorum yelkenleri suya. Hem zaten pasaportuma damgayı almışım, daha ne uğraşıyorum ki. Söylenerek uzaklaşıyorum yanlarından.


Aşağıya inince hemen Wang’ı arıyorum. “Ne oldu? Neymiş sorun?” diyorum. Wang “Türkiye’deki olaylardan (Darbe girişimini kast ediyor) dolayı tüm Türkiyelilere yapılan sıradan bir kontrolmüş. Senle bir ilgisi yok.” diyor. Uzatmıyorum. Çok çok teşekkür edip kapatıyorum telefonu. Saatte 50 km/s hızla giden dev bir kamyonun arkasında bir saat on beş dakika boyunca oyalanmış bir Ferrari sürücüsüymüşüm gibi haksız, hatta züppece bir isyan var içimde. Bir kere solladıktan sonra kamyonu da, kamyonun arkasındayken hissettiklerimi de (yer yer haksız da olsam), kamyon şoförünün yol verme konusundaki inadını da unutabilirim.Yakalamamız gereken bir tren var önümüzde, ATM’den para çekmem lazım, hepsinden önemlisi uçaktan beri tuttuğum tuvalet ihtiyacımı gidermem lazım. Metro girişine yakın bir yerdeki tuvaletlerden birisine dalıyorum koşarak. Pisuarların altındaki su birikintilerini görünce tanıdık bir sahneyi uzun bir aradan sonra gören çocuk gibi seviniyorum.  İşimi görürken, idrar damlaları yere dökülmesin diye her pisuarın önüne konmuş olan uyarıyı okumayı da ihmal etmiyorum. “Senin için ileriye doğru küçük bir adım, uygarlık için dev bir sıçrama.” Evet, Çin’deyim artık...      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder