Bu Blogda Ara

23 Nisan 2014

ANNE BEN VİRÜS MÜYÜM?

                                                          
Bu sabah gördüm videoyu. Kadim dostum UBG facebook duvarımda paylaşmış. Bir hafta kadar önce de Tayland’dan tanıdığım bir arkadaşın duvarında görmüştüm benzeri bir videoyu. Demek birileri cemaate mağduriyet edebiyatı yapmalarını emretti. “Ben virüs değilim, ben örgüt üyesi değilim; ben aslında fedakâr, cefakâr, diğerkâm bir öğretmenim. Yuvamdan uzaklarda, zor koşullarda, canımı dişime takarak çalışıyorum, Türkiye’ye ve Türkçeye hizmet ediyorum.” demeye getiriyorlar güya. Gıcık oldum videoyu görünce açıkçası. Gıcık oldum çünkü videoların her yerinden riya akıyor, öyle böyle değil hem de. Böyle olmasaydı ya da bu riyakârlığı hissetmeseydim bu yazıyı yazmazdım. 

https://www.youtube.com/watch?v=wnLPaJFvv34


Öncelikle ortada herhangi bir fedakârlığın olmadığını söyleyeyim.  Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında! Gittikleri ülkelerde paşa paşa yaşıyorlar. İş arama, kendilerini bir işverene beğendirme gibi dertleri yok. Gittikleri her yerde işleri ve pozisyonları hazır onları bekliyor. İşsiz kalma gibi bir kaygıları da yok. Bir yerden alınırlarsa cemaat mutlaka onlara uygun başka bir iş buluyor. Baktı başaramadılar, hemen başka yere gönderiliyorlar. Bekleme sırasında maaşlarını alıyorlar, adlarına oluşturulan emeklilik fonuna arzu ederlerse primleri yatıyor. Bazıları TC’deki hesaplarına SSK primlerini yatırmaya devam ediyor. Kısacası emeklilikleri de yanmıyor. Gittikleri ülkelerde dil ve kültür şoku yaşamıyorlar çünkü kendilerinden önce gidenler onlara her konuda yardımcı oluyor. En sıcak, en samimi dostların arasında yaşıyorlar, kendilerini güvende hissediyorlar. Canları sıkılınca arayacakları dostları var, muhabbet edecekleri insanlar var.

Hem bir öğretmen için yurt dışında çalışmak, yurt içinde çalışacağın en iyi okuldan daha avantajlıdır. Bunu kendimden biliyorum çünkü ben on dört yıllık öğretmenlik hayatımın on üç yılını yurt dışında geçirmiş, kendi işimi kendim bularak ülkeden ülkeye iş değiştirmiş birisiyim. Yurt dışında yurt içinde hissettiğiniz değersizliği hissetmiyorsunuz. İnsanlar siz yabancı olduğunuz için size daha farklı davranıyorlar. Farklısınız zaten, etrafınızda olup bitenleri tamamıyla anlamamanın huzurunu yaşıyorsunuz. Ülkenin sorunlarıyla çok da ilgilenmediğiniz için stres yapmıyorsunuz. “Ne de olsa onların ülkesi, bana ne?” deyip geçiştiriyorsunuz herhangi bir tuhaflıkla karşılaştığınızda. Türkiye’de olduğu gibi kurum içi siyaseti kurbanı olma olasılığınız çok daha düşük çünkü okulunuzda hemen herkes aynı kafada. Maaşınız yaşadığınız ülkenin şartlarına göre, yerli halka kıyasla çok yüksek. Dolayısıyla maaşınızın yarısından çoğunu biriktirebiliyorsunuz. Türkiye’de öğretmen olsanız borçla harçla zor geçinecekken, yurt dışında para biriktirme lüksüne sahip oluyorsunuz.

Bütün bunların dışında hiç hesapta yokken farklı bir kültürü tanıyorsunuz, ufkunuzu genişletiyorsunuz, dünyayı daha iyi anlıyorsunuz. Varsa eğer entelektüel bir bilgi biriktirme çabanız, bundan daha güzel bir fırsat olabilir mi? Ne o öyle, “Biz evimizden çok uzakta yaşayan zavallılarız“ ağzıyla yapılan mağduriyet edebiyatı. Bir siz eksiktiniz zaten! Evden uzakta olmanın nesi kötü? Ana-baba dırdırı yok, evliysen kaynana-kayınpeder yok. Zırt pırt borç isteyen eş dost yok. İki de bir kapını çalan, telefonunu çaldıran komşular yok… Kötü yanları yok demiyorum. Mutlaka insan annesini, babasını, kardeşini, dostlarını, mahallesini özler ama bunca yıllık deneyimim bana şu düşünceyi kazandırdı: Yurt dışında herhangi bir yer (savaş, doğal afet ve kıtlık gibi aşırı sorunların olduğu yerler hariç) Türkiye’de Türkiyeli olmaktan daha iyidir. Şimdiye kadar yurt dışında tanıdığım insanların hayatlarındaki memnuniyet bunu doğrular nitelikte. O kadar rahatlar ki Türkiye’ye dönmeye korkuyorlar büyük bir çoğunluğu. Buna ben de dâhilim.

Birileri diyor ki maaşlarını doğru dürüst alamıyorlar? Bu çok saçma bir iddia. Birincisi okullar özel. Kendi kendini geçindiremeyecekse o okul niye var? Öğrencilerden alınan paralarla Türkiye’de ya da başka yerlerde okul açacaklarına önce öğretmenlerinin maaşlarını versinler. Bunca şirket, bunca finans kurumu, bunca prestijli okul bir araya gelip; Gana’ya gönderdikleri öğretmenin maaşını ödeyemiyorsa burada bakılması gereken ilk şey öğretmenin fedakârlığı değil, ahmaklığıdır, hakkını aramayı becerememesidir. Allah rızası için diğerkâm öğretmeni oraya gönderenler senin sırtından milyarlarca dolarlık işleri çekip çevirirken, cemaatin en temel tuğlalarından birisi olan senin bin küsur dolarlık maaşını ödeyemiyorsa sen sömürünün kaynağına ineceksin ve isyan edeceksin. Etmiyorsan, ben halis muhlis şakirdim diyorsan; zaten senden de senin yetiştireceğin öğrenciden de dünyaya pek hayır gelmez. Çünkü seçtiğin yol sömürüyü tecviz edecek yolun ta kendisidir ve yaşantınla bunu tasdikliyorsundur. Ekmek parası kazanmayı tahkir görecek, ekmek parası peşinde koşanları tahfif edecek değiller ya?

Biz kaç bin takla atıyoruz uluslararası bir okulda mülakat koparacağız diye. Benim bir okuldan mülakat teklifi almam için en az elli okula başvurmam gerekiyor. Mülakata girersem de işe alınma olasılığım yüzde elli. Yani yüz okula başvuruyorum bir iş bulmak için. Maaşım için kavga veriyorum, yaşam şartlarım için kavga veriyorum. İşi bulmakla bitiyor mu? Gittiğim ülkede genelde hiç tanıdığım Türkiyeli olmuyor. Onlarla tanışıp, kafa dengi birilerini bulana kadar bazen bir yıl geçiyor. Bir de iş yerinde kendini patrona beğendirme, ders gözlemlerinden tam notla geçme şartları var. Uluslararası okullarda tüm sözleşmeler üç aylık deneme dönemiyle başlar. Deneme dönemini geçemezsen, kıçına tekmeyi yersin. Bu yıl okula gelen İran asıllı ABD’li bir matematik öğretmeni deneme süresini geçemedi ve atıldı okuldan. Adam bir sabah okula geldi ve öğleden sonra kendisiyle toplantı yapıldı. Toplantıda kendisine yarın okula gelmene gerek yok dendi ve akşam evine gönderildi. Hepsi bu. Ve okul bunu giden öğretmenin boşluğunu dolduracak öğretmen olmamasına rağmen yaptı. Bu yüzden ben şu anda haftada 27 saat derse giriyorum. Ana dili İngilizce olmayan bir öğretmen olarak ana dili İngilizce olan öğretmenlerden daha çok çalışmak zorundasındır. Bunu yapmayan, oturdukları yerden iş bulup, sonra da “Ayy bizim maaşımızı ödemediler!” diye ağlaşanlara da aynı şeyi tavsiye ederim. Bir iş bulun bakalım uluslararası okulda. Bir çırpının bakalım ekmek parası derdine. Öyle hariçten gazel okumak güzel tabii!!!

Gelelim videodaki temel mesaja. “Ben virüs değilim.” mesajı bana “Aşk Bir Yanılgıdır” öyküsündeki “Ad Misericordiam” mantıksal yanılgısını anımsattı. Öyküden olduğu gibi alıntılayayım.

Aynı meşe ağacının altında ertesi günün akşamı buluştuk. “Bu gecenin ilk yanılgısı Ad Misericordiam olacak.” dedim.

Heyecanı yüzünden okunuyordu.

“İyi dinle” dedim. “Adamın birisi işe başvuruyor. İşveren ona, işe uygun olan niteliklerini sorduğunda adam şöyle yanıt veriyor: Bir karım ve altı çocuğum var, karım belden altı tutmayan bir felçli, mutfak tam takır kuru bakır, çocukların elbiseleri yırtık pırtık, ayakkabıları delik, yatakları kırık… Evde kömür yok ve kış yaklaşıyor.”

Bir damla gözyaşı ağır ağır süzüldü Polly’nin pembe yanağından çenesine doğru.

“Çok kötü bu, gerçekten çok kötü!” dedi hıçkırıklar eşliğinde.

“Evet, gerçekten çok kötü,” diye destekledim, “ama burada bir argüman yok. Adam işverenin sorduğu soruyu yanıtlamıyor. İşe uyan niteliklerinden söz edeceğine işverenin sempatisini kazanmaya çalışıyor. Böylece Ad Misericordiam adını verdiğimiz yanılgıyı işlemiş oluyor. Anladın mı?”

Bu videoda da aslında tam olarak bu yapılıyor. Başbakanın haklı olarak virüs ya da örgüt diye suçladığı kişiler bu öğretmenler değil ki cemaati savunmaya bunlar çıkıyor. (Tamamıyla masum da değil bu öğretmenler. Bu konuya sonra geleceğim) Dışişlerine, yargıya, polise, askere, istihbarata sızan; ve işlerine geldiği zaman çalıştığı kurumlardaki üslerinden değil de cemaatteki abilerinden emir alan insanları suçluyor başbakan. Cemaat kendilerine yönlendirilen suçlar konusunda kendisini aklamayı beceremediği için, içlerinde en masum olan kesim olan öğretmenleri ve öğrencileri kullanıyor vitrinde. Böylece insanların sempatisini kazanmaya, bir çeşit algı yanılgısı oluşturmaya çalışıyor.  

Videolara geri dönersek, cemaatin yayınladığı bu videoların hiçbir soruyu yanıtlamadıklarını söyleyebiliriz. Bunun en büyük nedeni cemaatin kendisine eleştirel bir gözle bakamamasıdır. Gerçi böylesi bir durumda en eleştirel göz bile başarısız olacaktır çünkü saldırı doğrudan cemaatin kimliği üzerine yapılmıştır. Her virüs gibi cemaat de bir organizmadır ve tüm organizmalar gibi en büyük amacı hayatını idame ettirmektir. Bir virüs için kendisi yaşamayı hak eden, DNA’sı olan bir canlıdır. Virüsü olumsuz bir anlam yığınına boğan durum onun insanın yanındaki konumudur. Yani virüs doğada tek başına dolanırken virüs değildir insan için. Ne zaman ki insanın bedenine girer ve hayati fonksiyonlarını etkilemeye başlar; o zaman virüs halini alır. Bu metaforu cemaate uygularsak karşımıza şu çıkar. Cemaat, devletin kurumlarına sızmasaydı asla bu adla anılmayacaktı.  Devletin kurumlarına sızıp, buralarda önemli noktaları ele geçirdikten sonra; elindeki gücü kendi menfaati için kullanmaya çalışıyorsa cemaat virüsün en ölümcüllerindendir. Düşünsenize; polisin içinde başka bir polis var, askerin içinde başka bir asker var, yargının içinde başka bir yargı var. Bu “başka”lar ne zaman kendilerine yönelik bir saldırı olsa bir araya gelip, devletin tüm diğer unsurlarını; yani demokrasiyi, yani hukuk devletini, yani insan haklarını hiçe sayabilmekteler. Böylesi bir oluşuma virüs değil de ne diyeceğiz? Aslında ben virüsten ziyade parazit kelimesini daha uygun buluyorum. Devletten beslenen, ona zarar veren bir oluşumdur cemaat. Bazıları diyebilirler ki birlikte başladıkları yolda sonradan cozuttular. Hayır efendim, cemaat hep bir parazit olarak var oldu ve hiçbir zaman çift-yönlü ortak (mutualism) ya da tek-yönlü ortak (commensalism) olmadılar devletle.

Şimdi gelelim asıl sorulması gereken soruya. Bu okullar niye varlar? Hangi amaca hizmet etmekteler? Bu soruları farklı başlıkların altına yazdığım yazılarda yanıtlamıştım daha önceleri. Şimdi bir kere daha toplu halde konuya değineyim.

Okulların misyonunu yurt içi ve yurt dışı olarak ayırmakta fayda var. Yurt içindeki misyonları cemaat için bir reklam aracı olmaları, himmet toplantılarında esnafların ve iş insanlarının ceplerinden daha fazla para koparmaları ve bunların sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurum ve kuruluşlarında nüfuz sahibi olmaları olarak özetlenebilir. Ünlü simaları, sanatçıları ve iş insanlarını bu okullardaki başarıların reklamlarıyla kendilerine çekerler. Hoşgörü ve dinler arası diyalog gibi ılımlı İslam havası veren kavramlarla laik ve cumhuriyetçi kesimden de sempati toplarlar. Okullar bir çeşit başarı simgesidir. Özellikle Osmanlı’nın son üç yüz yıllık hezimet dolu tarihinden sonra, şanlı geçmişine özlem duyan pek çok milliyetçi genç için de yurt dışındaki okullar Türkiye’nin geleceği adına ilham kaynağı olmuştur.

Okulların yurt dışındaki misyonu ise birkaç maddede incelenebilir.
Birinci ve en önemli misyon Türkiye için ekonomik bir gümrük kapısı oluşturmaktır. Bir ülkede okul açıldıktan üç-beş yıl sonra, iş adamları dernekleri kurulur. Bu dernekler sayesinde Türkiye’den gelen iş insanı ile yurt dışında yaşayan ve yerel halkın dilini bilen gençler buluşturulur. Böylece mal alınıp satılır. İşler büyütülür. Doğal olarak tüm bu büyüyen sermayeden cemaat de payını alır. Bu pay yasal yollarla danışmanlık ücreti olarak tahsil edilebileceği gibi eğer iş yapan kişinin cemaate sempatisi varsa himmet olarak da ayriyeten tahsil edilebilir.

İkinci önemli misyon bu ülkelere kök salma ve bu ülkelerde bir Türkiyeliler nüfusu oluşturma çabası. Düşünün bir kere, yüz yıl sonra bu ülkelerde şu anda yaşayan öğretmenlerin torunlarının torunları yaşıyor olacak. Pek çoğu yerel halkla evlendiği için ortaya çıkan bu melez topluluk bir şekilde Türkiye ile bağlarını koruyacak. Nüfusla birlikte nüfuz da gelişecek doğal olarak. Bu insanların kimisi o ülkede önemli yerlere gelecek, ekonomik ve kültürel işbirlikleri farklı boyutlara taşınacak. Yaşanılan her ülkede bir çeşit Türk ekolü geliştirilecek, lobi faaliyetleriyle bu ekol desteklenecek. Uzun vadeli planlar bunlar ama ben cemaatin böylesi bir misyonu baştan beri hesaba kattığını düşünüyorum.

Üçüncü misyon ise yerel halk üzerinde kurulacak olan etki. Videoda zenci bir genç Türkçe konuşarak, Türkiyeli öğretmenin virüs olmadığını söylüyor. Sömürgeci ve Sömürgecilik sonrası (post-colonial) edebiyata az çok hâkim olanlar hatırlayacaktır Orwell’ın Burma Günleri romanındaki Dr Veraswami karakterini. Dr Veraswami, dışı Hindistanlı içi İngiliz bir doktordur. İngilizleri, onların sanatını ve bilimini yere göğe sığdıramaz. Yerel halkla İngiliz sahipler çatışmaya girdiklerinde İngiliz sahiplerin tarafını tutar. Kendi halkı pis, cahil ve görgüsüzdür. İngilizler bu sefalete medeniyeti getirecektir. İşte, o zenci gencin yüzünde ben Dr Veraswami’yi gördüm. Tabii ki şartlar gereği Türkiye sömürgeci bir devlet olmaktan çok uzak. Hem zaten fiili olarak sömürgecilik yerini kültürel sömürgeciliğe bıraktı. İşte bu noktada cemaat devreye giriyor. Yerel halkın kendisine yakın olan, kendisi gibi konuşan ve düşünen bireylerinin beyinlerine girerek, onları kendilerine yakın tutarak, nüfuzlarını genişletiyorlar. Böylece önemli noktalarda söz sahibi olabiliyorlar. Amaç, tıpkı Türkiye’de yaptıkları gibi yurt dışındaki ülkelerde de önemli noktalara bu Dr Veraswariler sayesinde sızmak, oralarda da Türkiye’de olduğu gibi güç sahibi olmak. Kısa vadeli planlar değiller bunlar. Belki elli, belki yüz yıl sonraya uzanan planlar. Türkiye Cumhuriyeti nasıl otuz yılda neredeyse dize getirildi, bu ülkeler de benzer stratejilerle dize getirilebilirler. Yalnız Türkiye’de son zamanlarda gerçekleşen olaylardan sonra bazı ülkeler cemaatin okullarına şüpheyle yaklaşmaya başladı. Bazı ülkeler (örneğin Rusya) okulları topluca kapatıp, öğretmenleri Türkiye’ye göndermeyi düşünüyor. Haksız da sayılmazlar Türkiye’de olanlardan sonra.

Dördüncü ve en zayıf olarak nitelendireceğim misyon ise eğitim alanında nüfuz sahibi olmaktır. İnsanları eğitmek, çocuklara aydın bir gelecek sağlamak, zihinleri aydınlatmak demiyorum. Eğitim alanında güçlenmek diyorum. Bu ikisi farklı iki misyondur. Olması gereken bilimin rehberliğini, akıldışının reddini, seküler etiğin ve özgür düşüncenin üstünlüğünü kabul edip; gidilen ülkelerde bu uğurda faaliyetler yürütmektir. Misyonerlik vasfı olmayan uluslararası okullar zaten bu işi yaparlar. Amaçları eğitim vermektir ve amaçlarını yerine getirmek için çalışıp çabalarlar. Bunu yaparken, kâr amaçlı birer kurum oldukları için kâr da yaparlar. Kimse de bu okullarda çalışan yabancı öğretmenleri fedakâr, cefakâr diye anmaz. İşlerini yapan insanlardır. Bir seçim yapmışlardır ve bu seçim sonucunda hayatlarını kazanıyorlardır. Cemaatin üyeleri gibi devlete sızayım, dışişlerinde önemli yere geleyim, istihbarat bizden sorulsun, istediğimizi dinleyelim, beğenmediklerimizi mahkemeye sevk edelim, sahte deliller üretip hakkımızda yazanları sırf yazdıkları için hapse tıkalım demedikleri için saygıyı hak ediyorlardır.

Görüldüğü gibi bilim öğretmek, Türkçeyi yaymak gibi şeyler sıralamadım amaçları arasında. Çünkü eğitim cemaat için bir araçtan ibarettir. Bilimi de zaten Allah’a giden yollardan birisi olarak gördükleri için onun da aslında hayati bir önemi yoktur ehl-i hizmetin fertleri için. Bilimi ve bilimsel kuramları en çok kozmolojik (kelam) ve teleolojik (amaçbilimsel) Tanrı kanıtlamaları yaparlarken severler. Bunun dışında bilim gereksiz bir ayrıntıdır. Darwin’den söz etmezler. Hawking’i sevmezler. Bilim Tanrı’nın varlığı hipoteziyle çatışmadığı sürece yapılmaya değerdir.

Eğitim hem Türkiye’de büyüyüp palazlanmak için hem de yurt dışına rahatlıkla sızmak için en kolay bahanedir. Tabii ki eğitim adı altında yapılacak diğer tüm işler de. Öğrenciler olimpiyatlara katılacaklar ve madalyalar alacaklar. Proje yarışmalarına katılacaklar ve çoğunu öğretmenlerin yaptıkları projelerle ödüller alacaklar. Bunlar da reklamın birer parçası ve yukarıda saydığım dördüncü amaca hizmet etmekten başka bir işe yaramazlar.

Türkçeye nasıl hizmet ettiklerini henüz anlamış değilim. O kadar geniş bir alana yayıl ama eli yüzü düzgün bir edebiyat adamı çıkarma. Bu mu Türkçeye hizmet? Bu kadar insan Tanzanya’dan, Moğolistan’a kadar geniş bir coğrafyada öğretmenlik yapıyorsa, oraların dillerini ve kültürlerini öğreniyorsa neden yazmaz o yöreler hakkında, neden Türkçeye kazandırmaz o ülkelerin efsanelerini, destanlarını?  Sırf reklam amacıyla yapılan ve aslında saçma sapan bir güç gösterisine dönüşen Türkçe olimpiyatları dışında ne yapmışlar, Allah aşkına? Dünyanın dört bir yanından getirilen, sırf sempatik ve zeki oldukları için yüzlerce çocuk arasından seçilen çocuklara üç beş kelime Türkçe öğretip, podyuma çıkararak neyi kanıtlamış oluyorlar? Hepsinden öte kimi kandırıyorlar?


Ben üniversitede okurken çok arkadaşım vardı, şiire ve yazıya kabiliyeti olan. Hevesleri kursaklarında kaldı hepsinin! Çünkü koparamadılar bağlarını o sığ dünyadan. İtaat ve sadakat zincirlerinden kurtulamayan insan nasıl yazar olur, nasıl şair olur, nasıl aydın olur? Abisine en ufak bir konuda bile itiraz edemeyen bir insandan, ömrünün her ânını bir asker disipliniyle yaşayan bir şakirtten dünyanın dertleri hakkında düşünmesini ve yorum yapmasını bekleyebilir misin?  ACS’nin okuduğu Can Bahadır Yüce vardı mesela. İlk şiirlerini okuyunca ben bile demiştim “işte bu” diye, “yeni bir Necip Fazıl geliyor”. Ne oldu? Hâlâ cemaatin bir parçası, Hilmi Yavuz tarzı şiirler yazıyor. Hilmi Yavuz tarzı demek yanlış, aynen onun gibi yazıyor. Hani özgünlük, hani kendi sesini bulma, hani söylenmemişi söyleme arzusu? Edebiyat ve şiir en çok özgürlükten beslenir, insanları koşulsuz sevmeden beslenir, göğsünü bağrını açıp herkesi kucaklamakla beslenir. Yok ki bunlar! Nihat Behram 2009’da yazmıştı bu genç şair hakkında. Cesareti olmayan, müstear adların arkasına sığınıp Özdemir İnce’ye faşist diyen bir pısırık çıkmış piyasaya çıka çıka. Şair cesareti diye bir şey vardır halbuki kaynağını aşktan ve özgürlükten alan. Can Bahadır Yüce’de başlangıçta bu vardı ama cemaatte kalmayı, yani rahatı tercih ettiği için güdük kaldı. Oysa şiir kavga işidir, yoksa kolay mı bir Lorca olmak, bir Neruda olmak, bir Nazım Hikmet olmak… 

23 Nisan 2014, Çanco, ÇİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder