Bu Blogda Ara

07 Kasım 2013

Z'ye Mektup

Sevgili Z*,

Öncelikle, böylesi önemli sorular sorduğun için seni tebrik etmeliyim. Açıkça söylemem gerekirse sorulardaki derinlik şaşırttı beni. Bunun yanında, eninde sonunda sorulması gereken sorular oldukları için memnun da oldum. Gençlerin gündelik heyecanlar peşinde sürüklenip, banal uğraşlar uğruna tüm vakitlerini harcamaları kadar hiçbir şey beni daha fazla üzmüyor. Bir yandan, onların gençliklerine, damarlarında kaynayan kanlarına saygı duyuyorum. Boşuna dememiş eskiler “delikanlı” diye, çılgınca şeyler yapacak ki hayatı anlasın, risk alacak ki aldığı risklerin sonuçlarını öğrenebilsin. Bir de düşünecek tabii, sorgulayacak, yanıtla tatmin olmadığı sürece yeni kanıtlar arayacak. Matematik ve bilim eğitimi bu yüzden çok önemli genç zihinler için. Çünkü ancak bilimle ve matematikle bir insan doğru düşünme yöntemini öğrenir. Bulduğu yöntemlerle keşfettiği yeni dünyaları sınar, akıl ve mantık süzgecinden geçirir. Kolay kolay ikna olmamalıdır genç bir zihin, kolay kolay inanmamalıdır kendisine söylenene. Çünkü Voltaire’in dediği gibi “Bizi saçmalıklara inandıranlar, gün gelir bizi katliamlar yapmaya da ikna edebilirler.” Tarih bunun örnekleriyle doludur. Maalesef gelecek de bundan muaf olmayacaktır. 

Sorularına geçmeden önce sana bir kitap önerisinde bulunayım. Eğer okumadıysan Sofi’nin Dünyası kitabını bul. Boş bir vaktinde, ağır ağır, üzerinde düşünerek oku. Bu kitap bir felsefe kitabı değildir, kurguya bulandırılmış bir çeşit felsefe tarihidir. Felsefenin tarihi aslında insan oluşumuzun da tarihidir. Bu yüzden farklı yazarlar tarafından yazılmış felsefe tarihlerini ben düşünmeye ve sorgulamaya başlayan herkese salık veririm. Sofi’nin Dünyası iyi bir başlangıçtır. Yeterli değildir ama ilk adım için gereklidir. Hem sıkılmaman, hem de çok derine dalıp kaybolmaman için önemlidir. Şimdi sorularına geçeyim.

1.     Dünyada şans faktörü de olduğundan mutluluk hiçbir zaman garanti olamaz, bu yüzden de ahiret inancı ahlaklı insan için bir zorunluluk haline gelmez mi? Onların hayattaki amaçları sadece bu dünyada mutlu olmak mıdır?

Burada ciddi bir önkabul var. İnsanın hayattaki amacı mutlu olmakmış gibi lanse edilmiş sanki. Oysa insanın hayattaki en büyük amacı mutlu olmak değildir, hayatına –hem kendi hayatına hem de başkalarının hayatına- bir anlam katabilmektir. Mutluluk bir amaç değil, bir sonuçtur. Asıl amaç hayatı bir “anlamlandırma uğraşısı” olarak yaşayabilmektir. Pek çok insan için hayatın amacı; iyi bir işe sahip olmak, evlenip çocuk yapmak, çocuğu iyi yetiştirmek, çocuğunu münasip bir eş adayı ile evlendirmek, bu arada emekli olmak, ardından torun sevmek ve zamanı gelince de ölmektir. Bu çizgisel hayat deneyimi milyonlarca defa denenmiş ve iyi sonuç vermiştir. Bu yüzden etrafımızda gördüğümüz insanların hemen hepsi bu yöntemi deneyerek hem kendi hayatına hem de başkalarının hayatına (eş, çocuklar, akrabalar, dostlar…) anlam katmış olurlar. Bu konuda yazılmış çok güzel bir kitap var. Türkçe’ye çevrildi mi bilmiyorum ama kitabın İngilizce adı “Introduction to Logotheraphy”ydi. Kitabın yazarı İkinci Dünya Savaşında soykırımdan sağ olarak kurtulmayı başarmış Yahudi bir psikolog. Pek çok hastayı mutluluk saplantısından kurtarıp, hayatına anlam vermeye zorlamış ve bu şekilde pek çok yardıma muhtaç insana yeni bir yaşamın kapısını aralamıştır.

Mutluluk meselesini bu şekilde hallettikten sonra sorunun ikinci kısmına gelelim. İnsan, hayatına anlam vermiş olmak için ahirete inanmak zorunda mıdır? Ben bu ikisi arasında mantıksal ya da bilimsel bir bağ göremiyorum. Bunun tersi (converse) doğru olabilir. Yani ahirete inanmış bir insan hayatına bu şekilde bir anlam vermiş olabilir. Tıpkı maratona hazırlanan bir atletin yemesine, içmesine, antremanlarına dikkat etmesi gibi, ahirete inanan kişi de kendisini cennete hazırlayabilir. Cennete girme kıstaslarına göre hareket eder, bu dünyadaki hayatını ona göre düzenler, sonunda da hedefine ulaşır ya da ulaşamaz. Maraton örneğine dönersek, herhangi bir maratona hazırlanmadan koşan bir insanın koşmaktan zevk almayacağını iddia etmek o koşucuya haksızlık olmaz mı? Pek çok koşucu sırf koşmanın verdiği anlık zevki tatmak için koşar. Ben de bu güruha dahilim. Bir insan hayatını anlamlı kılmak için hayatın sonrasındaki bir hedefe kitlenmek zorunda mıdır? Böyle yapmayınca boşuna mı yaşamış olur?

Kitaplarını okuduğumuz pek çok yazar, derslerde kuramlarını öğrendiğimiz pek çok bilim insanı, yapıtlarını dinlediğimiz/izlediğimiz pek çok sanatçı, dışarıdan bakılınca, hiç de imrenilecek mutlu bir hayat yaşamamışlardır. Bunun yanında çektikleri çilelere rağmen yaptıkları işle gurur duymaya devam etmişler ve öldüklerinde arkalarında büyük bir hazine bırakmışlardır. Russell %100 bir ateist olmasına rağmen matematiğe ve sistematik mantığa katkılarıyla 20. Yüzyıla damgasını vurmuş çok önemli bir bilim insanı ve entelektüeldir. Ahiret inancına sahip olmaması onu ne kötü bir insan yapmıştır ne de dünya barışı için etrafındaki aydınları örgütlemesinin önüne geçmiştir. Aynı şekilde Charles Darwin, Isac Asimov, Bertolt Brecht, Jack London, Berdnard Shaw, Antonio Gramsci, Voltaire, Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve daha adını sayamadığım binlerce bilim, sanat ve eğitim insanı ahirete inanmadıkları halde, arkalarında devasa yapıtlar bırakmışlardır. Eğer ahiret inancı ahlaki bir zorunluluk olsaydı, bugün bu insanları, insanlığa yararı olan büyük dimağlar olarak değil de sağa sola saldıran, kendileri gibi düşünmeyenleri öldüren barbarlar olarak görmeliydik. Böyle olmadığına göre, ahiret inancı ahlaki bir zorunluluk olamaz.

Ayrıca istatistiklere bakacak olursak, dünya üzerinde eğitimli ateistlerin toplum içerisinde kayda değer bir yüzdeye ulaştığı ülkelerde suç oranı diğer ülkelere göre çok daha düşüktür. Yani insanlar iyi olmak için ya da iyilik yapmak için mutlaka ölüm sonrası kendilerine sunulacak olan bir mükâfata muhtaç değildirler. Böylesi bir mükâfat olmaksızın da insan iyilik yapabilir. Hatta pek çok ahlak felsefecisine göre gerçek iyilik ucunda bir mükâfatın olmadığı iyiliktir. Ötekisi çıkar peşinde koşmaktır. Aynı mantıksal çıkarımı kötülük yapmaktan kaçınmak için de kullanabiliriz. Herhangi bir mücazat olmaksızın kötülükten kaçınmak gerçek anlamda ahlaki bir davranıştır. Kant’ın “kendi içinde iyilik” kavramını okumanı ve üzerinde düşünmeni salık veririm. Yine Kant’ın ahlak felsefesine dayanak yaptığı  ilkelerden birisini buraya yazıp, bir sonraki soruna geçeyim: Eylemlerini öyle bir kurala göre işlemelisin ki yaptığın eylem aynı zamanda evrensel bir kanun olabilmeli. (Act only according to that maxim by which you can at the same time will that it should become a universal law.) Yani eğer yaşlı birisine otobüste yer veriyorsan, bunun bir ölçeği de böylesi bir davranışın evrensel bir iyi olma durumuna işaret edip etmemesine bağlıdır. Uzun ve karmaşık bir tartışma olacağı için burada kesiyorum.

2.     Dine inanan ya da inanmayan her hangi bir insan, kendi çıkarını (mutluluğu) amaçlamıyorsa neden ahlaklı olsun, ancak kendi çıkarını amaçlıyorsa buna ahlak denir mi?

Aslında bu soruya yukarıda azıcık değindim. Yalnız, yine ahlak felsefecilerinin üzerinde sıklıkla durduğu bir konu vardır ki o da insanın yaptığı her eylemin aslında bir kişisel çıkara hizmet ediyor oluşudur. Yani insan dilenciye para verirken bunu, içindeki merhamet duygusunu tatmin etmek ve sonuç olarak kendini daha iyi hissetmek için yapmaktadır. Böylesi bir bütüncül hipoteze karşı çıkmak zordur çünkü hipotezi yanlışlamak olanaksızdır. Popper’ın, Adler’e ya da Freud’a yaptığı eleştirilerle aynı kategoride algılanabilir. Ben ne yaparsam yapayım, karşımdaki bana şunu diyebilir, “Yaptın çünkü iyi hissettin, ruhunu hafiflettin, omuzlarındaki suçluluk duygusundan kurtuldun.”

Ben bu bütüncül döngüyü, sonuç üzerine odaklanarak kırabileceğimizi düşünüyorum. Yani bir davranışı ahlaklı yapan şey sadece kaynağı değildir, aynı zamanda sonucudur da. Dolayısıyla eğer davranışın meydana getirdiği sonuç toplam memnuniyeti artırıyorsa, bunu ahlaklı bir davranış olarak algılayabiliriz. Yani ben dilenciye para verince, bu durum beni mutlu ediyorken, dilenciyi de mutlu ediyorsa ya da bir ihtiyacını karşılıyorsa, dilenciye para verme eyleminin iyi olduğunu düşünebiliriz. Yalnız, böylesi bir pragmatik kolaya kaçmada şöyle bir sorun var ki bunu görmezden gelemeyiz. Sonucun analizi her zaman için kolay değildir. Dilenciye verdiğim para ona aynı zamanda “Al sana 1 TL, dilenci olarak kalmaya devam et.” mesajı da vermektedir. Bu durumda iyi midir, kötü müdür? Tartışma uzar gider. Düşünmeye ve üzerinde kafa yormaya değer.  

3.     Peki ölümden sonra hiçliğe inanan ateistler, kaçınılmaz hiçliğin verdiği kaygıyla nasıl savaşırlar?

Ateistlerin öyle bir derdi yoktur. Latin filozoflardan birisinin (ya Cicero ya da Diderot) şöyle bir lafı vardı: Ölümden korkmuyorum. Ben varken o burada yok, o varken ben burada olmayacağım. Hiçlik duygusu ilk düşünüldüğünde kabul etmesi zor bir davranıştır ama aslında azıcık üzerinde durunca bize çok da uzak olmadığını fark ederiz. Ben 1977 doğumluyum. 1977’den önceki yıllarda bu dünyada yoktum. Doğumumdan önce hiçtim. Acı çektiğimi hatırlamıyorum, var olanları kıskandığımı da. Var değildim, varlık deneyimimden tatmamıştım. Ölümümden sonra da durumun farklı olmayacağını düşünürsek ortada bir sorun yok demektir. Dolayısıyla hiçlik kaygısı gibi bir kavram aslında var olan bir şey değil. Sonsuzluğa olan bağımlılığımız aslında sanıldığı kadar güçlü değil ki hiçlik kaygısı diye bir şey olsun.

Yalnız, varoluş kaygısından bahsedebiliriz. Pek çok ateist düşünür için bizler bu dünyaya “atılmış” ya da “düşmüş” varlıklarız. Milyar kere milyar kere milyar kere milyar olası bilinçten birisiyiz. Kaygı bu varoluşla başlar. Soru “Ben bu hayatta ne olacağım?” sorusudur. Sartre gibi varoluşçu filozoflar bu durumu insanın varoluşunun özünden önce gelişiyle açıklarlar. Yani insan içine girip “Aha kalıbımı buldum, ben artık buyum” diyebileceği bir öze sahip değildir. Özünü var oldukça kendisi yaratır, varoluşuyla bir öze sahip olur. Bu ilk düşünüşte idraki zor görünse de aslında çok da karmalık bir şey değildir. Bir mimar inşa edeceği evin planını yapar ve ardından plana göre evi yapar. Yani evden önce bir plan vardır. İşte, varoluşçulara göre insan için böylesi bir plan yoktur. İnsan yaşadıkça plan yavaş yavaş ortaya çıkar.

Coelho’nun Simyacı’sında verilen mesaj da hemen hemen budur. Kendi hikâyeni yaz, kendi hikâyeni yaşa. Çünkü sana önerilen tüm diğer hikâyeler başkalarına aittir. Dinler her ne kadar insanı kalıplara sokarak şekillendirmeye çalışsalar da aslında bu siyasi bir kontrol mekanizmasından ibarettir. Bütün dinlere göre insan “bitmiş” bir projedir. Mağazadan aldığın televizyonun gün geçtikçe kendisini yenileyememesi, kendi başına işler yapamaması gibi bir şey bu. Bu yüzden de yanında kullanım kılavuzu verirler. İnsan için de kutsal kitaplar ve peygamberler aynı vazifeyi görür. Verilmek istenen mesaj şudur: Bitmiş olan projenin sağını solunu kurcalayıp, projeyi kullanılmaz hale getirmeyin. Aha kılavuz, buna göre kullanın. Bu kılavuzların çoğuna göre bu hayat önemsenmemesi gereken bir ön elemeden ibarettir. Asıl hayat ölümden sonra başlayacaktır. Buna inanmayan insanın bunalımlara gireceği, mutlu olamayacağı gibi lafları da yine aynı kaynaklar üretirler. Yani ben şimdi sana bu mektubu yazıyorum ama sonuna da ekliyorum: Yazdıklarıma inanmazsan hayatın boyunca mutsuz olursun, buhranlara girersin, içinden çıkılmaz girdaplara düşüp perişan olursun. Bir çeşit kendi ayakları üzerinde duran önerme. Böylesi bir "self-confirming" ifadenin kanıt olmayacağı aşikar! İnsan diyalektikle öğrenir. Geçen birisine de yazmıştım. Yerçekimi var ki ağaçlar gökyüzüne doğru yükseliyor. İnsan mücadele ettikçe varlığına anlam katar ve kendi özünü yaratır.

Var oldukça özünü yaratan insan için de zaten hayatın sonu sorun olmaktan çıkar. Bizler rolümüzü oynamamız için sahneye çıkarılmış aktörleriz. Sahneye bir kere çıkma hakkımız var dolayısıyla oyunu en mükemmel şekilde icra etmek zorundayız. Bu, hayatımıza anlam katan en önemli etkendir. Bir yazarsan, hayatını kendi sesini bulmakla geçirirsin. İnsanlara iyi örnek teşkil edebilecek yapıtlar bırakmaya çalışırsın. Bir mimarsan güzel ve verimli binalar dikersin, adın yüzyıllarca şanla şerefle anılır. Bir anneysen evladına en iyi şeyleri öğretirsin. Bilirsin ki sen öldükten sonra senin bilincinin aktığı yerde yeni bilinçler yeşerecek, hayat devam edecek, insanlar senin evlatlarına verdiğin güzel eğitimden faydalanacaklar. Kısacası, iş dönüp dolaşıp anlam konusuna geliyor. Hayatımızı anlamlı yaşamak bizim elimizde. Bunu yapmak için ikinci bir hayata ihtiyacımız yoktur. Yeri gelmişken senin de sevdiğin Nazım Hikmet’in hoşuma giden bir şiirini ekleyeyim buraya:

YAŞAMAYA DAİR
 
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                       bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                    insanlar için ölebileceksin,
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                        hem de en güzel en gerçek şeyin
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.
                                                                                     1947
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
              bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
                                en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşmeye değer bir şeyler için,
                               diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
                                                                      1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
                       hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
                       yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...


4.     Bir şeyi açıklarken açıklamayı yaptığımız terimi kullanmadan, başka terimler kullanarak açıklarsak, başka bir hayat terimini kullanmadan, hayatın anlamını açıklayabilir miyiz?

Sanırım bu sorunun yanıtını da yukarıda vermiş oldum. İkinci bir hayata inanmanın, her insanın bu dünyadaki hayatına zarar vereceğini sanmıyorum. Pek çok insan için hiçlik dayanılmazdır ve ikinci bir hayat onların içine düşeceği umutsuzluk için tek çare olacaktır. Bu inanç insanı mutlu da edecektir doğal olarak, hatta hayatına anlam da katacaktır. Bunların hiçbirisine itiraz edemeyiz. Dindar insanların mutlu olmaları kaçınılmazdır çünkü onlar da yanlışlanamaz bir hipotezin içinde rol aldıkları sürece yaşadıkları tüm deneyimlerle inançlarını güçlendireceklerdir. Başlarına kötü bir şey geldiğinde kader, haksızlıklığa uğradıklarında ahirette hesap sorabilecek olma, sınıf kavgasında altta kaldıklarında cennetteki sınıfsız toplum beklentisi onları kurtaracaktır.

Yalnız, insanı anlama yoluna girmiş, bu konuda kafa yormaya başlamış bir insan kendisine verilen yanıtlarla yetinmeyebilir. Evet, bilmemek ve düşünmemek kimi zaman mutluluğa kaynak olabilir. İngilizcede buna “Ignorance is blessing” derler. Bildikçe, sorguladıkça insan rahatsız olur. Tatlı bir rahatsızlıktır bu, her insanın hayatının bir safhasında yaşaması gereken bir rahatsızlık. Bakar ki sürekli bel bağladığımız öteki hayat aslında buradaki hayatı doğru dürüst yaşamamıza engel teşkil edebiliyor. Bakar ki öteki hayata sırtımızı dayadıkça burada birbirimizi eziyoruz, ne ezenlere ses çıkarabiliyoruz ne de ezilenlerin sesini duyabiliyoruz. Belki zor bir dönem olur böylesi bir sorgulama dönemi, belki kafa karışıklığı insanı günlük hayattan biraz koparır ama sonuçta insan bir dengeye varır. Kendisine uyan, yaşam tarzına ters olmayacak bir inanca bağlanır ve hayatına o şekilde devam eder. 
  
İşte bu yüzden, okumalı ve araştırmalıyız. Bu yüzden kendi hikâyemizi yazmalı ve bu uğurda cidden mücadele etmeliyiz. Şimdiden söyleyeyim, seni felsefe okurken görenlerden bazıları seninle alay edecek, hatta okumaman için seni uyaracaklardır. Çünkü insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine verilen hayatı sorgulamaksızın kabul etmeyi yeğlerler. Dolayısıyla düşünüp sorgulamayı tehlikeli bulurlar. Bunun için onlara kızamayız. Teslim olup, elindekilerle yetinmek; felsefenin ilk ilkesi olan kuşku duymanın karşısına dikilecek en büyük engel olacaktır. Ne kadar ilginçtir İslam kelimesinin “teslim” ile aynı kökten geliyor olması ve Kuran’ın ikinci süresinin ikinci ayetinin (Bakara, 2), “Zalikel kitabu la raybe fihi” (Bu öyle bir kitaptır ki içinde kuşku yoktur) olması. Neyse, bu da ayrı bir konu... 

Doğru insan, yüce insan, insanlığa hakiki anlamda rehber olacak insan; hayatını aramaya adayan insandır. Çünkü çok iyi bilir ki hayat yolda olmak veya yolda ölmektir, bir yere varmak değil.

Felsefe oku, düşün, sorgula diyorum ama sakın bunları yaparken derslerini ihmal edeyim deme. Üniversite sınavı kuyunun ağzında, ateşini körükleyen bir ejderha gibi seni bekliyor. Bol bol ders çalış, ortalamanı yüksek tut ve boş vakitlerinde test kitapları bulup ağır ağır sınava hazırlanmaya başla.

Şimdilik bu kadar,

Kendine ve sana emanet edilenlere iyi bak. Beni tanıyan tüm arkadaşlarına selam söyle.

A A           
            
* Bu mektup, geçmişte dersine girdiğim bir öğrencinin dün akşam gönderdiği felsefi sorulara yanıt olarak yazılmıştır. Başka öğrenciler de okuyabilsin, gerekirse tartışsın, üzerinde düşünsün diye mektubu sayfaya koydum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder