Bu Blogda Ara

20 Ekim 2013

Çin Mektupları 14 - Kültür Klişeleri

Çin hakkında yazacaktım ama elmek grubundaki tartışma iyice alevlendi. İnsanlar birbirlerine “liboş”, “laf ebesi”, “o buna böyle posta koydu” gibi ifadeler içeren iletiler göndermeye başladılar. Gönderilen iletilerin her birisini en az iki defa okudum, yazan kişinin kimin hangi cümlesine ne yanıt verdiğini anlamaya çalıştım. Çıkardığım sonuç –eğer bir sonuç çıkarılabilirse tüm bunlardan- genel anlamda şu oldu: Tartışmanın asıl nedeni her ne kadar iletişimsizlik olsa da tartışmayı büyüten ve bugüne getiren şey “Türk kültürü” ifadesinin toplumumuzun büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ortak bir çerçevesinin çizilmemiş olmasıdır. Bu yüzden şimdi yazacağım mektupta kültür kavramını sarmalayan yanlış algılardan ve dillere pelesenk olmuş klişelerden söz edeceğim. Hem bu yazı, ileride Çin kültürü hakkında yazacağım yazılar için de referans olacaktır.

1.       Kültür eski olmalıdır: Bu genel bir kanıdır ve eski olan şeylere kayıtsız şartsız kültürel değer gözüyle bakılır. Oysa kültür nesnesinde aranması gereken şey eskilik değil, zamana karşı direnebilmiş ve halen yaşayabilmiş olmaktır. Zaten zamana direnemeyen kaybolur, yok olur. Nostaljiyle kültürü birbirine karıştırmamak gerekir. Kültür suni desteklerle yaşatılamaz. Meşhur “The Naked Ape” kitabının yazarı insanı anlamak için balta girmemiş ormanlarda yaşayan ilkel kabileleri araştıranları bu yüzden eleştirmektedir. Asıl araştırılması gereken kentlerde yaşayan, her sabah ava çıkar gibi işe giden, kent hayatından bunalınca pikniğe gidip tıpkı beş bin yıl önceki ataları gibi ateş yakıp, mangal yapan insanlardır. Çünkü zamana ayak uydurup, zihinsel ve teknolojik gelişmeyi kentlerde yaşayanlar sağlamıştır. Yani evrilebilme ve etrafa uyum sağlama kabiliyeti, aslında tüm diğer kültürlerin üzerinde, şemsiye gibi hepsini gölgeleyen bir üst-kültürdür.

 Kısa süreliğine tarih sahnesine çıkan ve arkada hiçbir iz bırakmadan yok olan şeyler birer kültür nesnesi olamazlar. Örneğin, İstanbul için son yıllarda kullanılan lale simgesi aslında anlamını yitirmiş bir kültürün, suni bir solunum cihazıyla diriltilme çabasından ibarettir. Laleler, bir zamanların İstanbul’una anlam katan; dönemin üst sınıflarının zevk ve sefasını simgeleyen, edebiyata ve özellikle şiire ilham kaynağı olmuş, kültür nesnesi olarak algılanması kaçınılmaz olan bir imgeydi. Oysa bugünkü laleler, kenti birkaç günlüğüne süslemek ve bu süslemelerden siyasi/ekonomik çıkar sağlamak amacını gütmektedir. Ne İstanbul halkı lalenin simgesel anlamıyla ilgilenmektedir ne de lale modern zamanlarda böylesi bir anlamı yüklenecek vasfı muhafaza edebilmiştir. Dolayısıyla lale herhangi bir çiçekten –gülden ya da sümbülden- daha önemli değildir İstanbul için.

Ayrıca, günümüzde, toplumsal olarak kabul gören ama kısa sürede tüketilip gözden düşen sanat ve kültür formları için “pop” sözcüğü kullanılmakta. Aslına bakılırsa; pop, sanat ya da kültür olma konusunda çaba sarf etmeksizin, salt tüketilsin diye ortaya konan ürünlere verilen addır. Bu yüzden de pop kültür ifadesi nereden bakılırsa bakılsın bir oksimoroni içermektedir. Pop olan kültür değildir, kültür olan da pop. Bu ikisini yan yana kullandığımız anda ciddi bir uçurumun kenarına gelmişiz demektir.

2.       Kültür; bir millete, bir ırka, bir kavme aittir: Hayır efendim. Kültür bir ırka ya da kavme ait değil, bir toprağa aittir. Muhakkak ki göç eden kavimler terk ettikleri toprakların kültürlerini yanlarında taşımışlar ve yerleştikleri topraklara yeni şeyler öğretmişlerdir. Yalnız getirilen şeylerin, yeni yerleşilen topraklarda öğrenilen şeylerle kıyaslandığında çok cılız kalacağını düşünüyorum ben. Neden mi? Çünkü insan her şeyden önce coğrafyanın ve iklimin kölesidir. Toplumsal kurallardan, yazılı hukuka, edebiyattan dinsel törenlere kadar hayatın hemen her katmanında coğrafyanın etkisi vardır. Bunu inkâr etmek insanı doğadan ayırmak anlamına gelir. Durum böyle olunca, yani insanı yaşadığı veya yaşayacağı çevrenin şartlarına uyum sağlamakla yükümlü hale getirdiğimizde; kültür nesnelerindeki mutasyonun da açıklaması kısa yoldan yapılmış olur. Örneğin; Türkler, Orta Asya’dan yola çıkıp yüzyıllar süren bir yolculuktan sonra Anadolu’ya girmişlerdir. Bu yüzyıllar süren yolculuk esnasında Orta Asya’dan getirdikleri kültür ciddi anlamda değişikliğe maruz kalmıştır. Şamanistliği bırakıp İslamı seçmişler –bir Şamanizm ve İslam karışımı olarak algılanabilecek olan Bektaşilik aslında kültürlerarası etkileşimin güzel bir örneğidir-, göçebe hayatı bırakıp yerleşik hayatı tercih eder olmuşlar, çölün ortasına çadırlar kurup yaşamaktan vaz geçip kentler inşa etmişler, devlet kurumlarında önemli noktalara gelecek kadar Abbasi hanedanında söz hakkı olmuşlar. Bütün bunları yanlarında getirdikleri Orta Asya kültürüyle yapamayacakları aşikârdır. Yol aldıkça öğrenmişler, öğrendikçe değişmiş ve değiştirmişlerdir.

1071’de Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde Anadolu’da yaşayan bir yığın millet vardı. Nereye gitti o milletler? Buharlaşıp, uçmadıklarına göre Türklerle karışmış olmalılar. Doğu Roma İmparatorluğu’na ait topraklar azalınca Romalıların nüfusu da azalmıyordu ki! Hem aynı Anadolu topraklarında Romalılardan önce Hititler, Frigyalılar, Asurlular, Lidyalılar yok muydu? Nereye gitti onların kültürleri? Hiçbir yere gitmediler, oldukları yerde kaldılar. Toprak kendini yeni sahiplerine sunarken, kültür de ağır aksak değişimler geçirerek yeni sahiplerine ulaştı. Bugün bizim Türk kültürü dediğimiz şey binlerce yıldır yüzlerce medeniyete ev sahipliği yapmış kadim Anadolu topraklarının kültürüdür. Bu kültürün içinde rakı da vardır, ayran da! Bu kültürün içerisinde kız kaçırmak da vardır tesbih çekmek de. Bu kültürün işinde yaşmak da vardır, eşek becermek de! Bu kültürün içinde gerdek odasına giren damadın sırtını tokatlamak da vardır, mutlu günlerde dansöz oynatmak da… İster beğenelim, ister beğenmeyelim. Bunlar toprağın sahiplerince yapılan şeylerdir. Kültür bunların hepsi olsa da herkes tarafından hepsinin kültür olarak algılanmaması gayet normaldir. Çünkü tek sorun Türk Kültür’ünü tanımlamak ve onu “etrafını cami ağyarını mani” bir çerçeveye sığdırmak değildir. Bir başka sorun da tanımlanan kültür nesnelerinin hangilerini yaşatmaya devam edeceğimize karar vermek ya da bu kararı kimin vereceğini tayin etmektir.
  
3.       Kültür siyasetten bağımsızdır: İşte bu noktada işin içine siyaset girer. Tarihin hiçbir devrinde kültür siyasetten bağımsız olmamıştır. Cumhuriyetin kazandırdığı toplumsal devrimler bize “kökleri doğuda ama dalları ve yaprakları batıda olan” bir medeniyet olduğumuz fikrini aşıladı. Yani aslen doğuluyduk ama ileride bir gün batılı olacaktık. Harf devrimi, kıyafet devrimi, kanunlardaki değişiklikler (İtalya’dan Ceza Hukuku, İsviçre’den Medeni Hukuk vb) hep bu yönelimin göstergesidir. Durum böyle olunca batı kültürüne daha yakın sayılan kültür nesnelerinin –içki, güzellik yarışmaları, balolar vb-, elimizdeki hazır havuzdan çekilip topluma sunulması da kaçınılmazdır. Cumhuriyet, kendi hazırladığı batı programına uygun olan kültür nesnelerini toplumun önüne koyup, onların alışkanlık halini gelmesini arzuluyordu.

Eğer 20. Yüzyıl Türkçe edebiyata biraz dikkatle bakarsak aslında hemen hemen tüm romanlarda tartışılan iki konudan söz edebiliriz: Aşk ve Doğu-Batı sorunsalı. Hadi aşk için edebiyatın, şiirin ve hatta hayatın yegâne bahanesidir deyip, onu şimdilik geçiştirelim. Doğu-Batı sorunsalı bir kimlik bunalımından çok bir aidiyet sorusunu getiriyordu aydınımıza. Sonuçta kimliğimiz belliydi. Müslüman-Türk toplumuyduk, kuşkumuz yoktu (aslında olmalıydı ama neyse, bu ayrı bir konu) . Asıl sorulması gereken soru nereye ait olduğumuzdu. Doğulu muyduk yoksa batılı mı? Yeni kurulan cumhuriyet Türkiye’yi bir batılı uygarlık olarak lanse etmeye çalışıyordu. Bunu yaparken ilk iş olarak, bu amaca ulaşmayı engelleyecek unsurları ortadan kaldırması gerekiyordu. Bunun için de doğululuğu anımsatan, doğuyu çağrıştıran kültür nesneleri mümkün olduğunca arkada bırakıldı. Siyasi rüzgar batılıların lehine eserken durum böyleydi.

Şimdi de bu durumun tersi gerçekleşiyor. Siyasi güç muhafazakâr bir partinin eline geçti ve kültür nesnelerinin seçimi farklı bir tercih cetveline girmiş oldu. Cumhuriyet’in batıya dönük icraatlarına karşılık olarak AKP hükümeti, hem kendisine oy veren kesime sus payı vermek için hem de çarkları tersine çevirme gücünü denemek için yeni kültür normları belirlemeye başladı. Geçen hafta dekolte giydiği için işinden atılan televizyon sunucusunun durumu aslında buna güzel bir örnektir. 90 yıl boyunca normal karşılanan ya da ses çıkarılmayıp hoş görülen şeyler, muktedirlerin toplum mühendisliğine soyunuşlarının ilk kobayları olmaya başladı. İçki alımına ve reklamlarına getirilen kısıtlamalar da aynı kefeye, kültürün siyasileştirilmesi kefesine konulabilir. Bu yüzden de bir zamanlar rakıya milli içki diyen devlet bugün ayran için aynı şeyi söylemektedir. Maksat kültüre müdahale etmek, onun akıp gittiği yatağı değiştirmektir. Bu da siyasilerin sıklıkla yaptığı bir iştir. Özellikle vatandaşlık haklarının anayasayla tam olarak korunmadığı ya da anayasanın çok kolay değiştirilebilir bir “arayasa” halinde algılandığı ülkemizde, kültüre müdahale kolaylıkla uygulanabilmektedir.

4.       Kültür ekonomiden bağımsızdır: Bir başka yanılgı da insanların kültürel seçimlerini parasal değerlerden bağımsız olarak yaptıkları düşüncesidir. Oysa hayatın hemen her kısmında olduğu gibi kültür nesnelerinin evriminde de ekonomik etkenler çok büyük bir rol almaktadır. Örneğin, Türkiye’de çayın kahvenin yerini alması ekonomik nedenlerle izah edilebilir. Kahve üretmeyen Türkiye, Karadeniz bölgesinde çay ekip biçmeye başladıktan sonra bakmıştır ki çayı halka çok daha ucuza verebilir. Dolayısıyla uzun vadede kahve ithalatı azalmış, onun yerini ucuza üretilen çay almıştır. Sonrasında da bir çay kültürü doğmuştur: ince belli bardaklar, altlı üstlü demlikler, küp şekerler, çay ocakları…  Son yıllarda Türk kahvesine doğru bir dönüş gözlemlense de bu dönüşün çayın tahtını sarsacağını hiç sanmıyorum.

       Ekonomik etkenleri göz önüne alınca aslında pek çok şeyin kültürümüze çok geç girdiği halde, insanımızın çabucak onları baş tacı ettiğini görürüz. Ucuz olup, rahat elde edilebilen, diğerinin yerini almıştır. Eğer kültür nesnelerinin ilk ortaya çıktıkları yeri göz önüne alıp, Türkiye topraklarında doğmamış olanları –ya da Türkler gelmeden önce Anadolu’da var olanları- Türk kültürünün dışına atarsak elimizde pek bir şey kalmayacağını görürüz. Örneğin, patatesin ve domatesin ana vatanı Amerika kıtasıdır. Gitti bizim bir ton patatesli yemek. Patlıcanın ana vatanı Hindistan’dır. Gitti musakkalar, imambayıldılar, karnıyarıklar… Mangal ve yoğurt dışında kalan baklava, lokum, kahve, rakı, dondurma, göbek dansı, hat sanatı, kitap süsleme sanatı ve benim şimdi aklıma gelmeyen yığınla kültür nesnesi ya Türkler Anadolu’ya gelmeden önce de bu topraklarda vardı ya da Türkler geldikten sonra ekonomik nedenlerle ithal edildiler. Buna rağmen, bu ürünleri içselleştirmiş, yeri gelince değiştirmiş, yerel şartlara göre şekillendirmiş olan halk Anadolu halkıdır. –Bu yüzden ben Türk kültürü demek yerine aslında Anadolu kültürü demeyi tercih ederim ama bu yazıya elmek gurubundaki tartışmadan yola çıkarak başladığım için Türk kültürü demek zorunda kaldım-. Dolayısıyla, toprağın bağrını açıp benimsediği, halkın gönüllerini açıp kucakladığı bir şeye; gerekçesi ister siyasi, ister dinsel olsun, hayır demek yanlıştır, insanlık adına işlenen bir suçtur.

5. Kültür nesnel bir bilgidir ve oradadır: Kültür insanın dışında var olmayan bir şeydir ve insan onu var ettiği sürece vardır. Dolayısıyla nesnel bir tarafı yoktur. Bir nazar boncuğu aslında mavi bir cam üzerine konmuş beyaz bir noktadan ibarettir. Onu bir kültür nesnesi haline getiren şey, tarihsel olan insanla olan bağıdır. Bu bağ olduğu sürece nazar boncuğu bir kültür nesnesi olabilir. Bu yüzdendir bir kültüre dışarıdan bakanların o kültürü başlangıçta tuhaf karşılamaları, anlamlandıramamaları ve kimi zaman hor görmeleri. Tarihsellikten arındırılmış bir nesne kültürün dışına itilmiş bir nesnedir. Aynı şekilde bir kültür nesnesinin değeri onun materyal varlığında değil, onun tarihselliğine önem veren insanların zihinlerindedir. Bu yüzden ben bir yabancı olarak bir pagadoya kültür nesnesi muamelesi uygulayacaksam, bunu aslında pagodaya değil, yerel Çinli halkın zihinlerindeki pagoda imgesine doğru yaparım. Nesnenin değeri zihinler arasında yolculuk yapar ve ancak yerel halk ona değer veriyorsa, dışarıdan bakan ona anlam verebilir. Aksi takdirde pagoda, kökeni Budist stupalara dayanan, aslen Hindistanlı olan bir ibadet yeridir. Bundan ne fazladır, ne de az. Çinli bunu alıp, içselleştirdiğinde ona tarihsel bir anlam katar. Bu anlam sayesinde pagoda bir değer kazanır ve kültür nesnesi olarak anılmayı hak eder. Onun bu değer verişini fark eden gezgin de aynı fark edişi yaşamak için o nesneye yönelir. Amaç, görmek ve fotoğraflamak değildir. Amaç, Çinli vatandaşın duyumsadıklarını duyumsamak, bu mümkün değilse en azından buna yaklaşmaktır.

               Bu konuda daha pek çok şey yazılabilir ama bundan sonra yazacaklarım da az çok bu minvalde şeyler olacaktır. Unutulmaması gereken en önemli şey kültürün halkların ortak bir ürünü olduğudur. Hiçbir millet safkan bir ırkın çocuklarından oluşmamaktadır. Tam tersine, tüm ırklar toprak ananın çocuklarıdır. Kültür de aynı toprağın, aynı suyun, aynı havanın çocuğudur. İnsanlar var oldukça siyaset var olacaktır. Kaynakların sınırlı olduğu dünyamızda paylaşmayı beceremeyen insanlar savaşlar çıkaracak ve her seferinde bu savaşlara paradan başka bahaneler uyduracaklardır. Din ve millet kavramları aslında bu kaynak savaşlarını örtbas etmek için kullanılan en güzel kamuflajlardır. Kültür bunların yanında değil üzerindedir, öyle olmak zorundadır. Onu orada tuttuğumuz sürece toprağın has çocukları olmaya devam edebiliriz. Aksi takdirde kültür de paylaşım savaşları için birer gerekçe haline dönüşür ve insanlığa hizmet yerine hezimet getirir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder