Bu Blogda Ara

03 Aralık 2013

DERSHANELER, EĞİTİM VE GELECEĞİMİZ

Türkiye tuhaf bir ülke. Seçimle başa gelmiş ve halkı yönetmekle yetkilendirilmiş bir hükümet, eğitimle ilgili bir kararı alırken eğitimcilerden başka herkesin fikrini soruyor. Hayatında tek bir defa sınıfa girip ders anlatmamış insanlar bir anda öğretmen oluyor, eğitimin her sorununa derman olacaklarını iddia ediyorlar. Başka zamanlarda öğretmenleri hor gören, mesleği ve mesleği icra edenleri adam yerine koymayan köşe yazarları, hiç ilgileri olmadığı halde birer eğitimciymiş gibi dershanelerin kapatılmasının çocuklarımızın geleceğine olan etkisini  tartışmaya başlıyorlar. İş ve sanayi örgütleri konu hakkında sert açıklamalar yapıyorlar. Eğitimle hiçbir ilişkisi olmayan cemiyetler anlaşılmaz açıklamalar yapıp kafaları iyice bulandırıyorlar. İşin ilginç yanı, tuhaf olan bunlaırn hiçbirisi değil, tuhaf olan tüm bu kargaşanın normal karşılanması, kimsenin bundan gocunmaması, bir dini cemaatin dershaneler konusundaki azimli duruşunu kimsenin sıradışı görmemesi ve hatta bunu cemaatin en doğal hakkıymış gibi kabul etmesi.

Öncelikle ömrünün on dört yılını, dört ayrı ülkede mesleğe adamış bir öğretmen olarak kişisel görüşümü belirteyim. Dershanelerin kapanmasının eğitime, yani çocukların gelişimine, onların bilimi ve matematiği algılayış şekillerine, onların edebiyata, spora, tarihe  ve felesefeye bakışlarına bir etkisi olmayacaktır. Bunun en büyük nedeni çoktan seçmeli sorulardan oluşan sınavlardır. Bu sınavların bir zorunluluk olması, pragmatik ve güvenirlilik açılarından kaçınılmaz olmaları ayrı bir yazının konusu. Üniversite sayımız ve her yıl üniversiteye girmek için kapıda bekleşen öğrenci sayımız belli. Üniversite sayısını artırmadan ya da gelecek vizesini üniversiteden başka yerde arayamayan öğrenci sayısını azaltmadan, çoktan seçmeli sınav sorununa bir çözüm üretmek olanaksız.

Dershanelerin kapanmasının eğitim sisteminde bir fark yaratmayacağını savunmamı izah edeyim. Bugün Türkiye’deki okulların hemen hepsi birer dershane gibi işletilmektedirler. İstanbul’un göbeğindeki özel okuldan tutun memleketin en ücra köşesindeki devlet okuluna kadar hemen tüm okullardaki öğretmenler, koşullar gereği, eğitimle değil de üniversite sınavıyla ilgilenmek zorundadırlar. Yazılılarda üniversite sınavında çıkan soruları sorarlar, ödev olarak sınav hazırlık kitaplarındaki soruları verirler, ders anlatırken geçmiş sınavlardaki sorulara ağırlık verirler, benzerlerini türetirler, çocuklar alışsınlar diye daha zorlarını hazırlarlar. Bir şekilde okul “düşünen ve sorgulayan” insan yetiştirme amacından sapar, “soru çözme makinesi” yetiştirme bataklığına döner. Sorular her geçen yıl biraz daha zorlaşır, biraz daha ezbere dayanır, biraz daha özgün düşünceyi ihmal eder hale gelir. Örneğin, böyle bir eğitim sisteminde öğretmen etkinlik yapmaya vakit ayırabilecek midir? Matematiğin ve bilimin sosyal yönlerini öğrencilerine keşfettirmek için bir şeyler çabaladığında sistemin gerisinde kalmışlığın getireceği suçluluk duygusundan kurtulabilecek midir? Yaparak öğrenme, deneyerek ve yanılarak öğrenme, ölçerek öğrenme, keşfederek öğrenme ve daha nice güzel tekniği geride bırakıp, sadece soru çözmeye odaklanarak, ne kadar öğretmenlik yapmış olmaktadır? Sorular çoğaltılsa da mevcut sistemin tüm bu sorulara vereceği yanıt aynı kalacaktır.

Her ne kadar başlangıçta bir destek programı olarak düşünülmüşse de dershaneye gitme, günümüzde, yine dershaneciler tarafından, üniversite sınavında başarılı olmak için gerekli olan şartlardan birisi haline getirilmiştir. Bu gerekliliği şu şekilde izah eder dershaneci karşısına aldığı ebeveyne: Çocuğunuz dershaneye devam etmelidir çünkü sınavda çıkacak sorulara alışmak, soru tiplerini ezberlemek, olası tüm soru tiplerinden yüzlerce örnek çözmüş olmak zorundadır. Bunu yapmazsa çocuğunuz geride kalacaktır, yarışta geri plana itilecektir. Bu cümlelerle ikna edilir çaresiz anne baba. Kendi hazırlamış oldukları rekabet ortamına sokarlar öğrenciyi ve başarılı pazarlama teknikleriyle rekabet ortamının onlardan önce de orada olduğuna karşı tarafı ikna ederler. Oysa zor sorular hazırlayarak çıtayı yükselten, gereksiz ezberlere neden olacak konulara girerek öğrencileri daha bir kendisine bağlayan yine aynı dershanecidir. O bunu yaparken okuldaki öğretmen de aynı baskıyı hisseder omuzlarında. Yavaş yavaş öğretmenliği bırakıp, dershaneciliğe yönelir. Okuldadır ama fizik biliminin güzelliğini anlatmaz, fizik sorularının çözümlerini anlatır.

Durum böyle olunca bundan sonra dershaneler kapanmış ya da kapanmamış; eğitim açısından çok da önemli değildir bu karar. Tartışmayı sıcak hale getiren işin siyasi ve ticari yönleridir. Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış binlerce dershaneden söz ediyoruz. Bu dershanelerde çalışan yüzbinlerce öğretmenden. Ne olacaktır bunca insana ve emeğe? Cemaatin bu konuda iki temel kaygısı vardır. Birincisi ve önemsiz olanı finansaldır. Büyük bir para kaynağıdır dershaneler. Bildiğim kadarıyla cemaatin dershaneleri kolay kolay burs vermez. Özellikle öğrenci mütedeyyin bir ailedense ya da öğrenci abiler aracılığıyla cemaatin has dairesine dahil olmuşsa ondan para almak çok daha önemlidir. Burslar daha çok zeki ve çalışkan olup da henüz cemaatle tanışmamış öğrenciler için saklanır.

Cemaatin dershaneler konusunda bu derece tutkulu olmasının bir diğer nedeni de cemaatin insan kaynaklarının büyük bir bölümünün dershaneler tarafından karşılanıyor olmasıdır. Dershaneler cemaatin yanlarına adam çekme yöntemlerinden birisidir. Daha önceki yıllarda kafalanamayan çocuk için son şans  lise 3 ya da 4'dür. Dershane bahanedir. Önemli olan çocuk kafalansın, cemaati tanısın ve iyi bir üniversiteye girdikten sonra da cemaatin kurumlarında (ışık evlerde, yurtlarda vs) kalsın. Böylece cemaatin nüfusu artsın. 

Bunun yanında iyi bir üniversiteye girmesi de önemlidir. Boğaziçi, ODTÜ, Marmara, Bilkent ve benzeri zirve okullar girilmesi gereken okullardır. Lisede ayağı cemaate alışan öğrenci üniversitede bozulsa bile –cemaatten uzaklaşsa bile-, sempatizan olarak uzun süre devam edecektir. Cemaatin lise öğrencisini gruba dahil etme yöntemi yaklaşık olarak şu şekilde gelişir:

Öğrenci Ömer dershaneye başladığında mutlaka ona cemaatten bir arkadaş (Ahmet) belirlenir. Ömer bunu bilmez tabii. Zaten Ahmet’in kafalaması gereken en az yarım düzine arkadaşı olacaktır. Sonuçta Ahmet de Ömer gibi bir dershane öğrencisi olduğu için Ömer ondan kuşkulanmaz. Zaten aynı okulda okuyordurlar, belki de birbirlerini tanıyordurlar. Birlikte ders çalışırlar, bazen birlikte gezerler. Dostluk ilerledikçe Ahmet açılır. Mesela bir gün Ömer'e derki "Ya ben çalışıyorum ama olmuyor. Benim tanıdığım üniversiteli abiler var. Çok iyi ders çalıştırıyorlar. Birlikte gidelim mi?" Böylece Ahmet, Ömer'i alır ve okula yakın bir ışık evine götürür. İTÜ’de uçak mühendisliği okuyanYakup abiyle tanıştırır. Yakup Abi, güler yüzlü ve yardımseverdir. Bu işi vatanı ve milleti için yapmaktadır. Haftanın bir günü başlayan ders çalışma programı zamanla sıklaşır. Bir süre sonra Yakup abi,  3-5 kişilik bir öğrenci kitlesine haftada 3-4 gün ders çalıştırıyor olur. Tabii, derslerden sonra çay ve bisküvi ikram edilir, yemek yenir, oyunlar oynanır. Önemli olan çocukların ayağının eve alışmasıdır. Bu muhabbetler sırasında ufaktan da olsa dini konulara girerler. Namazdan, imandan bahsedilir. Daha sonra da Ömer, Yakup abisini dershanede görmeye başlar. Yakup abi, Ömer ve Ahmet’in dershanedeki rehber hocasıyla birlikte çalışmaktadır. 

Dönem arası yaklaşmaktadır. Dershane bir kamp ayarlar. İki haftalığına çocuklar uzak bir yurtta ders çalışacaktır. Ömer buna hayır diyemez. Orada belki namaza başlar, belki ilk defa Risale-i Nurla ya da Gülen'in sohbetleriyle tanışır. Bir yandan da deli gibi ders çalışır. İkinci dönemde artık namazları abisi tarafından kontrol ediliyordur. Çeteleyle; kaçırdığı namazlar, okuduğu kitaplar, dinlediği kasetler kayıt altına alınır. Haftalık toplantılara katılır, hem derslerinden hem de manevi dünyasından dolayı hesap verir Yakup abisine. 

Yıl sonuna gelindiğinde, hemen hemen tüm grup kıvama gelmiştir. Üniversite sınavında başarılı olanlar gittikleri kentlerdeki evlere ve yurtlara yerleştirilir. Kendilerini kanıtlamış olanlara ufak öğrenci grupları verilir sorumluluk olarak. Böylece itaati, sadakati, hizmet etmeyi öğrenir. Henüz kendisini kanıtlamamış olanlarsa yavaş yavaş ev ortamına alıştırılır. Üniversite sınavında başarılı olamayanlar ya kalıp bir yıl sonraki sınava çalışırlar ya da yurt dışındaki üniversitelere kanca atmaya bakarlar. Tabii ki yurt dışında yalnız olmayacaklardır. Yine cemaatin evleri, yurtları onları beklemektedir. 

Aşağı yukarı bu şekilde döner cemaatin çarkları. Yaklaşık otuz yıldır da bu şekilde sorunsuz bir biçimde işlemiştir. Şu anda devletin üst kademelerinde; belki yargıda, belki askeriyede, belki emniyette yer alan memurlar bu şekilde dahil edilmişlerdir cemaate. Cemaat en büyük gelir ve insan kaynaklarına zarar gelecek diye korkmaktadırlar şimdilerde. Hoş, dershaneler kapansa bile onlar yine yollarını bulurlar, benim bundan kuşkum yok. AKP döneminden önce nasıl tomurcuklanıp palazlandılarsa, kendilerini desteklemeyen bir AKP’nin olduğu yerde de büyümeye devam edeceklerdir.

Beni asıl rahatsız eden şeylerden birisi cemaatten bir kişinin çıkıp da açık açık dertlerini anlatmamalarıdır. Hep gizli kapaklı hesaplar, hep metaforik laflara bulanmış söylemler, gizli tehditler, otuz ayrı anlama gelecek açıklamalar... Yok şefkat tokatıymış, yok Kerbela’ymış, yok şuymuş buymuş. Dolaylı konuşarak kredi topluyorlar güya, dolaylı konuşarak otuz ayrı şeyi ima ediyorlar aynı anda. Biriniz de cesur olun, çıkın meydana, anlatın derdinizi. “Biz” deyin, “en çok öğrenciyi dershanelerde kafalıyoruz. Böyle bir kaynaktan vazgeçemeyiz.” Bunun yasa dışı olmadığını söyleyen siz değil misiniz? Yasa dışı değilse ilan edin, herkes bilsin. Anne babalar çocuğunu sizin dershanenize gönderirken açık açık bilsin çocuklarına ne olacağını. Demokratik bir ülkeden de beklenen bu değil midir? Batıda misyoner okulları bu şekilde çalışırlar. Ebeveynler bilirler çocuklarını böyle bir okula gönderdiklerinde, çocuğun ne öğreneceğinden haberdardırlar. Siz de böyle yapın, açın kartlarınızı ve oynayın. Broşürlerinizde bahsedin bunlardan. Işık evleriyle birlikte çalıştığınızı tanıtım reklamlarınıza yazın, fedakar cefakar Yakup abilerin resimlerini de koyun reklamlara. “Biz bunlarla varız, çocuğunuz bir yıl sonunda sadece iyi bir üniversite kazanmayacak, aynı zamanda Risale-i Nur okuyan, Gülen dinleyen, çay demleyen, yemeğe “taam”, toplantıya “istişare” diyen bir şakirte dönüşecek.” yazın yollara, köprülere astığınız reklam afişlerine. Yaptığınız işten utanmadığınıza göre bunu yapabiliyor olmalısınız. Çocuğunuz kararsız kaldığı zamanlarda istiareye yatacak ve rüyasını yorumlatacak yazın, geceleri teheccüde kalkacak yazın, akşam namazlarından sonra dört rekat fazladan evvabin namazı kılacak yazın, farzdan sonra salat-en tüncina okuyacak ve "ve-l afat" derken ellerini ters çevirecek yazın, becerebilirse dış işlerine ya da MİT’e girecek yazın, harp okulu sınavında başarılı olursa üniversiteye gitmeyecek asker olacak yazın.

Madem varsınız mücadelede, diğerleri gibi var olun. Cılız bedenlerinizi gerin, açın göğsünüzü size karşı olanlara. İsterseniz meydana çıkın, protestonuzu yapın. Meclis binasına yürüyün, belediyeye yürüyün, MEB’na yürüyün. Bakalım polis size de biber gazı sıkıyor mu? Nasıl ki Gezi Parkı olaylarında gençler kendi bedenlerinden başka bir şeye güvenmeyerek çıktılar ve inandıkları değerler için mücadele verdiler; gaz yediler, tazyikli su yediler, cop yediler... Yeri geldi canlarını verdiler. Siz de çıkın kendinize bu kadar güveniyorsanız. Bugüne kadar neyi kurban verdiniz de ağlıyorsunuz savaşta şehit edilen kocalarına ağıt yakan kadınlar gibi? Bir tane şakirt mi canını kaybetti herhangi bir mücadele sırasında? Bir tane cemaat mensubunun burnu mu kanadı? Bırakın sağa sola sızmayı, arkadan işler çevirmeyi, onun bunun yatak odasına koyduğunuz kameraları ifşa edeceğiniz kilit zamanı beklemeyi, önemli mevkilere gelmiş memurlara bira şişeleriyle tedbir yaptırmayı, arama yapmak için girdiğiniz evlere daha önce var olmayan kanıtları koymayı... 

Bırakın ve gösterin gerçek yüzünüzü. Türkiye’nin geleceğiyle oynayacaksanız dürüst olun, gençlere ve onları yetiştiren ana babalara karşı yüzünüz ak, gönlünüz ferah olsun. Olamıyorsanız ikiyüzlüsünüz demektir. İşte o kadar.


3 Aralık 2013 – Çanco, Çin 

2 yorum:

  1. Son zamanlarda okuduğum en etkileyici yazılardandı, özellikle son üç paragraf beni benden aldı, kaleminize sağlık..

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler. Her ne kadar AKP geri adım atmışa benziyor olsa da bu kısa süreli bir ateşkes olacaktır. Dersane kavgası çatışmanın nedeni değil, sonucuydu. Asıl neden (gücü kontrol etme hırsı) var oldukça kavgaların devamı gelecektir.

    YanıtlaSil