Bu Blogda Ara

26 Temmuz 2012

Türkiye'den Mektuplar 3



Vicdanları rahat olmayanlarla davranışlarına mantıksal bir dayanak arayanların hepsinde kendini haklı gösterme hastalığı vardır, bu durum onların düşünce biçimlerini de tuhaflaştırır.
                                                                        L. Durrell, Justine, s 122

Geçen yazıyı “Hayattaki en büyük ibadet başkalarının mutsuzluğuna neden olmadan mutlu olabilmektir.” diyerek bitirmiştim. Araya önce hafta sonu girdi, sonra da ev kiralama, mobilya alma, beyaz eşya bakma gibi benim hiç ama hiç haz duymadığım diğer hayat detayları üşüştü. Zaten hep böyledir. Hayatta aşktan sonra en sürekli, en kesintisiz güç hayatın kendisidir. En ufak bir boşluğu kaldırmaz, her deliğe girer, her boşluktan faydalanır. Bana da öyle oldu. Bir gün yazmayınca tembellik damarda dolaşan ılık kan gibi yayıldı bedenime. Önce hafta sonunu bahane ettim, ardından ev kiralamayla ilgili işleri. Hoş, genelde eve geldiğimde pestilim çıkmış oluyor, tüm gün yakıcı güneş altında yürümekten ve toplu taşı(ya)ma(ma) araçlarına binip inmekten. Bir de bunun üzerine yaşadığım türlü türlü hayal kırıklıkları, akla hayale gelmez fiyaskolar eklenince, zaten geriye heves de kalmıyor yazmak için. Eve gelip, duş aldıktan sonra birkaç sayfa okuyabilirsem kendimi şanslı görüyorum.

 Zaten bu derece yorulduğum ve gerginliğimin arttığı zamanlarda koşamıyorum da! Koşmak da yazmak gibi zihin dinginliği ya da en azından ağzımdan köpük çıkarmayacak derecede bir sinir durağanlığı gerektiriyor. İlginçtir ki koşmak ile yazmak arasında yakaladığım koşutluklar her geçen gün artmakta ve bu artışın ivmesi koşulmayan günlerin sayısıyla doğru orantılı. Mesela koşmanın da yazmanın da başlangıcı en zor kısmıdır. Bu eşiği geçtikten sonra her ikisi de kendiliğinden akmaya, yazamamanın ya da koşamamanın verdiği acı yerini zevke bırakmaya başlar. Koşarken de yazarken de zihinsel bir sağaltım söz konusu olur. Ve son olarak da koşmaya da yazmaya da ara verdin mi tekrar başlamak çok zor olur.

Gelelim sinirlerimi bozan, beni zaman zaman delirmenin eşiğine getiren, bir yazar ya da öğretmen olarak değil de bir vatandaş olarak öz-değersizleşmeme neden olan ve her nasılsa konuştuğum hemen herkesin “Alışacaksın, burası Türkiye” deyip, geçiştirdiği olaylara. Oysa ben alışmak istemiyorum. Alışmak, görmemezlikten gelmektir, bir çeşit vurdumduymazlıktır, umursamaz bir sivri burunla “banane” deyip geçmektir. İşin tuhaf olanı, ben Tayland’dayken absurd bir olay biz yabancıların başına geldiğinde, dillere pelesenk olmuş “This Is Thailand (TIT)” cümlesini kurardık. Bu Tayland’da yaşayan yabancılar için bir çeşit zırh idi, arkasına geçip korunacağımız, bir yandan batılı akılcılığımızı muhafaza edip, bir yandan da Taylandlıları “hoş”göreceğimiz bir alt-kimlik yaratma ve yaşatma çabasıydı. Bildiğim kadarıyla Taylandlılar TIT lafını pek sevmezler, bunu kendilerine yapılmış bir hakaret olarak görürler. Peki aynı olay Türkiye’de yaşayan bir Türkiyelinin başına gelince neden “This Is Turkey” demekten vazgeçmiyoruz? Yoksa yıllardan beri birbiri ardına geçirdiğimiz siyasi ve ekonomik dalgalanmalar karşısında, sokaktaki vatandaşın sahip olabileceği tek savunma mekanizması bu mu? Elinin tersiyle, tıpkı aymaz bir karasineği savurur gibi, gördüğümüz yanlışları savurmak ve kilim altına atıp unutmak. Sanırım bu tavrın ya da bu tavrı doğuran başka yalancı etik prensiplerin kıskacında yaşıyor toplumun büyük bir kısmı.

Geldiğimden beri insanları gözlemliyorum. Fark ettiğim ilk şeylerden birisi hemen herkeste gördüğüm aşırı özgüven. Sokaktaki insanlara bakıyorsun, “şu karşıki dağları ben yarattım.” diyen kabarık bir göğüsle yürüdüklerine şahit oluyorsun. Direksiyonun ardına geçen herkes Michael Schumacher oluveriyor, minibüs şoförleri kamikaze olmaya ezelden ant içmişler gibi sürüyorlar taşıdıkları canları hiçe sayarak. Hadi bunlar kişisel düzeyde, bireylerin kendilerini ve etraflarını yanlış algılamalarından kaynaklanıyor diyelim.

Peki ya şirketler ya da hükümet bazında takınılan kodaman tavırlar? O dağa taşa sığmayan firmaların bir anda süt dökmüş kediye dönmeleri, o suçu başkasına –genelde bilinmeyen bir heyulaya atarlar; sistem bozuk, şirket kararı, hükümet yasa çıkardı, patronun emri- attmaları...

 Mobilya dükkanının camında “Ertesi gün teslim” yazıyor kocaman Nuh tufanından kaçma kocaman harflerle. İçeri girip, alacakların konusunda anlaşıp, teslim tarihinin altı gün sonra olduğunu öğreniyorsun. Ama, fakat, lakin, camda, farklı, kem küm… İstediğinizi söyleyin. Reklam amacıyla sizin avantajınıza olduğu için öne konan bir özellik, sistem arızalarında ilk kurban oluyor. “Efenim, Ramazan ayındayız, çok yoğun çalışıyoruz, siz yine şanslısınız altı güne kavuşacaksınız –bir de böyle üste çıkma var-. Zil takıp, göbek atayım bari eşyalarım altı günde gelecek diye. Hem suçlu, hem güçlüler. Dayanamadım söyledim onlara, camdaki o yazıyı indirmelerini, tutamayacakları sözleri vermelerinin etik olmadığını. İşe yaradı mı? Yarın gidip göreceğim camı tekrar, yazıyı kaldırmışlar mı kaldırmamışlar mı!

Aynı mobilyacıda geçen başka bir gülünç diyalog:
- Cem Bey 4565 TL demişti. Sizin hesap neden 4580 TL oldu?
- Valla ben de bilmiyorum Alirıza Bey. Herhalde bir yerde hata yaptı Cem Bey.  
- Siz hata yapmış olmayasınız. Bir daha bakın isterseniz.
- Yok Alirıza Bey, benim hesabım doğru (yine aynı içi boş özgüven)
- Peki n’olacak şimdi? 15 TL fazla mı ödeyeceğim. Onu da indirin benim için.
- İndirmesine indiririm ama Cem Bey’in hesabından kesilir 15 TL. (Bak şimdi, emekçiyi emekçiye kırdırıyor. 
Satış elemanı olan Cem Bey işçi, ben de işçiyim. “Başka bir işçinin parasına mı göz koydun, bre hırsız” demeye getiriyor. Uğraşmaya değeceğini bilsem “Yok bacım, şirketin kârından kes o 15 TL’yi” diyeceğim ama tutuyorum dilimi. Bırakıyorum serbest düşüşe topladıklarımı…)

Bu iki örnek sadece bu sabah başıma gelenler. Daha neler neler var. Mesela, yurtdışından getirilen telefonları burada kullanabilmek için 100 TL vergi ödemek gerekiyor. İnternetteki yazılara ve bayilerde oturan somurtuk yüzlere göre, bu vergiyi ödedikten sonraki iş çok kolay ve pürüzsüz. Oysa hiç de öyle değil. Tam üç defa gittim, üçünde de “sistem arızalı” yanıtını aldım. Madem zırt pırt arızalanan bir sisteminiz var o zaman tanıtım yazılarınızda “Eğer sistem arızalanmazsa … “ gibisinden şartlar koyun ki biz de bilelim kaderimizin sıfırlar ve birlerden oluşan bir “Matrix”e bağlı olduğunu. Aynı şey banka hesabı açmak istediğimde de oldu. Maltepe’den çıkmışım, Yeniköy’e sırf banka hesabı açtırmak için gelmişim. Formları doldurmuşum, sıra numaramı almışım. Hoooooppp! “Kusura bakmayın Alirıza Bey, sistemimiz çöktü, yeni hesap açamıyoruz.” “Önemli değil” diyorum gülümseyerek. Ne de olsa suç sistemin, onların değil ki! “Herhalde kısa zamanda düzelir, değil mi?”. Kadın saatine bakıyor, bilgisayar ekranına bakıyor ve en sonunda bana bakıyor. “Onu hiç bilemeyiz Alirıza Bey. Siz iyisi mi başka bir gün gelin.” Ne yapacaksın? Bozulan sisteme meydan mı okuyacaksın? Hoş, okusan ne olacak? Bozulmuş zaten, hak yerini bulmuş, Allah müstahakkını vermiş. Etme artık beddua, etme…
Çocuk odası olarak kullanılan odadaki sticker. 
Bir de son birkaç gündür içine girip de çıkamadığım hafakanlar var. Malum, okula ve metroya yakın bir ev kiraladık. Hem ben okula rahat gideyim, hem de J Türkçe kurslarına yorulmadan gidip gelebilsin diye. Gel gelelim ev kiralama işi Türkiye’de bizim bildiğimizden çok farklı yapılıyor. Bir kere ev sahibi hiçbir şeye karışmıyor –sözleşmeyi imzalamak ve parayı almak dışında-. Evi bok mu götürmüş, duvarlara karınca yolu gibi çiviler mi çakılmış, oturma odasında kocaman bir klima deliği mi açılmış, sağa sola abuksubuk çizgiroman kahramanlarının resimleri mi yapıştırılmış! “Türkiye’deki sistem bu” diyor sorduklarım, “bundan daha iyisini bekleme.” İyi dedim, ev boşken her odanın, her kırık döküğün, duvardaki her bir çivinin fotoğrafını çektim. Yakında da göndereceğim kendilerine. Eve ne tek bir çivi çakacağım ne de evden tek bir çivi sökeceğim. Bulduğum gibi bırakacağım. İyi bir kiracı olarak bunu yapmam gerekmiyor mu zaten?  

Hadi kira neyse, ona zamanla alışırız. Peki ya faturaları üzerine alma saçmalığına ne demeli. Fellik fellik dolaşıyorsun farklı semtlerde, elinde kira sözleşmesi ve kimlik kartı. İşler tıkırında gitse ve halledilebilse, ona da bir şey demeyeceğim.  Sular idaresi bizim daireyi kayıtlarda bulamadı. Üç gündür eve gelecekler diye bekliyorum. Onlar gelecek diye ben Maltepe’den çıkıp Çamlıtepe’ye gidiyorum. Ne gelen var ne giden! Niye gelmediniz diye sormak için telefon açıyorum. Ne de olsa haklı olan benim, çemkireceğim. Yooook! Devlet dairesine çemkiremezsin. Memur her zaman haklıdır. “Bizi sabah dokuzdan önce niye aramadınız?” diye azar işitiyorum. “Ne araması? Aramam mı gerekiyordu? Kimse bana aramamı söylemedi?” diyorum. “Beyefendi, bir sürü işimiz var. Biz nereden bilelim sizin sorununuzu?”. Haydaaaa, gene üste çıkıyorlar. “Memur bey, ben iki gün önce geldim. Sorunu dosyaladınız. Şu, şu ve şu hanım ilgilenecek dediniz. İki gün içinde evinize gelinecek dediniz. Ben sizin yüzünüzden iki gündür boş evde bekliyorum.” Adam bu sefer sesini düzeltiyor, hakikate ermiş bir velinin vakurluğuyla “Eviniz niye boş? Siz orda yaşamıyor musunuz?”. Ben mantıksızlığı yakalamışım, sevinçliyim, “Memur bey, musluklarından su akmayan evde ben nasıl yaşayayım.” Bir süre sessizlik, sanırım adalet süzgecinden geçiriyor söylediklerimi. “Tamam, yarın geleceğiz keşfe. Evde olun.” Ben son bir umut soruyorum “Saat kaçta?”. Yine derin bir sessizlik, herhalde programa bakıyor, hesaplıyor falan “Onu biz bilemeyiz. Siz evde olun.” Telefon kapanıyor…

Bu ve benzer konuşmalar defalarca tekrar etti son günlerde. Elektrik sorunu için aradığım TEDAŞ Kalender şubesi, bir türlü yanıt vermeyince ben de merkezi aradım. Telefondaki ses “Buyurun, Halkla İlişkiler, nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Ben de bağırdım boş evin boş salonundan istifade ederek: Çok güzeeeeelll, ben halkım. Yardımcı olabilir misiniz?

Böyle geçti işte günler. Bir elimde Durrell’in melankolik aşk hikayeleri, bir yandan Artshop yayıncılığa ulaşamamanın içimde yarattığı ince sızı, bir yandan Beyoğlu’nda Troçkist devrimcilerle ayaküstü yapılan sohbet –onlara bahsetmedim henüz karnı beyaz Snow’un öyküsünden-, bir yandan adını bile bilmediğim bir adam için kitap imzalayıp verme…

Ama hiçbirisi, hem de hiçbirisi, günün en büyük fiyaskosunun önüne geçemedi. D-100’deki trafiğe kalmayayım diye Haydarpaşa’dan trene bindim. “Oh ne güzel, hem de klimalı, mis gibi.”  Bostancı’da elektrik kesildi. –Açtım tabii cenabet ağzımı, benim neyime gerek klimalı bir vagonda püfür püfür estirerek eve gitmek-. Tren bir 10 dakika, kapıları kapalı olarak bekledi rayların üzerinde. Sonra tekrar çalıştı sistem. Her zamanki gibi biraz bekleyince düzeliyor her şey. Tanpınar zamanında demişti, “Doğu beklemenin yeridir. Azıcık bekleyince her şey ayağına gelir.” Bizim yakada değişen bir şey yok anlaşılan.


Devam edecek: Kim daha batılı? Vietnam mı Türkiye mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder