Bu Blogda Ara

20 Temmuz 2012

Türkiye'den Mektuplar 2



Bu kenti zihnimde yeni baştan kurmak için buraya gelmem gerekiyordu, yaşlı adamın (Kavafis) yaşamının “kara yıkıntıları”yla dolu gördüğü bu yürek karartıcı taşraya.

                                       Lawrence Durrell, Justine, s 17

Vietnam’dayken bazen arkadaşlar sorardı. “Demek Türkiye’ye dönüyorsun ha! Heyecanlı mısın?”. Benim bu soruya yanıtım ise soruyu yanıtlamaktan ziyade soruyu düzeltme amacı taşırdı. “Evet heyecanlıyım, ama ben Türkiye’ye dönmüyorum, Türkiye’ye gidiyorum. Türkiye benim için herhangi bir ülke; Japonya gibi, Fransa gibi Tayland’ın ya da Vietnam’ın dışında bir toprak parçası.”

Daha önce de dediğim gibi, başkalarını kandırmak, kendini kandırmakla başlıyor. Israrla inanıyorum Türkiye’ye dönmeyeceğime, ısrarla üzerine basıyorum aradaki farkın benim için önemine. Türkiye dönülen bir yuvadan çok tadına bakılacak bir ülke, bir kültür, farklı bir insan coğrafyası. Çünkü dönmek bir yenilgi düşüncesini barındırıyor içinde, bir tükenmişliği, bir bıkkınlığı. Yıllarca yurt dışında yaşadıktan sonra tıpkı gittiğin gibi geriye dönmek, o geçen yılları kaybolmuş gibi algılamana neden oluyor, ister istemez. Sonuçta; dışarıda edindiğin deneyimlerin, yaptığın güzel işlerin, yakaladığın başarı grafiklerinin bu topraklarda yankısını aramak beyhude bir çabadır. Türkiye’deki pek çok insan Vietnam’ı haritada bile bulamaz. Tayland deyince akıllarına neyin geldiği de herkesin malûmu. Durum böyle olunca insanın geçmişine “kayıp” gözüyle bakması kaçınılmaz oluyor. Ama yine de bütün bu olumsuzca –hatta haksızca- içimi kemiren, yenilgi muhabbetini bir yana bırakıp, ilk soruya –dönmek mümkün müdür?-  tekrar yönelirsem, gereksiz labirentlerden uzakta, yapılması gereken tespitlere ulaşabilir, gidilmesi gereken denizlerde yeni keşiflerin altına imza atabilirim.

Türkiye benim için yeni bir ülke olabilir mi? Hadi ben çok değiştim, eskiden hayatımı çevreleyen önceliklerimin yerlerini şimdilerde çok farklı şeyler aldı. Eskiden hiç önem vermediğim şeylere önem verir, eskiden hayatımın merkezine koyduğum pek çok değere sırtımı döner oldum.  Peki ya Türkiye değişti mi? –Bu soruyu Türkiye’de yaşayan birisine sorarsanız, yanıt kesinlikle evet olacaktır ama benim değişimden kastım siyasi ve ekonomik değişimler değil, toplumun özündeki tavırlar, insanlar arası ilişkiler, genel ahlak felsefesi, dinin hayattaki konumu ve gücü.-  Gittiğim yerde karşılaşacaklarım bana yeni bir başlangıcı mı yoksa üstü külle örtülmüş bir unutulmuşluğu mu getirecek? Bu kuşkular ve endişeler sanırım her dönüşte vardır. 

Bunu dönen de dönülen de bilir, alışma sürecine bırakılır bir dönem. Dile, iklime, yollara, konuşmalara, hayatı sarmalayan gündelik hayatın normlarına, görünmez kurallara ve o görünmez kuralları kollayan kodamanlara alışma dönemi…

Dönmek ve gitmek konusunda uzun uzun düşündüm Vietnam’dayken ve kendimi iyice kandırdım ama İstanbul’a varır varmaz, daha köprüye bile varmadan ayrımına vardım yaptığım hatanın. Trafikteki bildik hokkabazları ve bencillikleri görür görmez, tıklım tıklım otobüslerde havası alınmış paketlerdeki kara mantarlar (Tayca: het hoğm) gibi büzülmüş halde ayakta duran insanların yüzlerine bakar bakmaz, aç köpeğin ete saldırması gibi sağa sola savrularak sürülen bir minibüse biner binmez, ufak bir özürle çözülecek sorunların bıçaklı kavgalara dönüşmesine tanık olur olmaz, kadınların erkeklere namus düşmanı, erkeklerin de kadınlara yenilecek ceylan gözleriyle baktıklarını anlar anlamaz;  “Tamam” dedim, “Ben döndüm. Artık kaçacak kelimeler de kalmadı. Ne sığınacak bir dehliz var, ne de tırmanılacak bir fildişi kulesi. Buradasın ve buraya aitsin. Darwin’in üç şıkkından başka şık yok: Migrate, Die or Adapt (Göç et, öl ya da adapte ol) .”

* * *



Babam, ben ve ikiz yeğenler
İlk günler çabuk geçiyor yeni bir ülkeye gelince. Çünkü her şey ilk ya da uzun aradan sonra ilk olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla deneyimleme payına bırakılıyor bir sürü zaman kaybettirici şey. Bir kere aile var ihmal edilemeyen. Anne, baba, kardeşler, yeğenler… Hem sorumluluk hem de eğlence. Aslına bakılırsa; ilk üçü eğlenceden çok sorumluluk, sonuncusu sorumluluktan çok eğlence olarak değerlendirilebilir. Alıştığım yalnız hayatın artık sonlandığını anlamak için bu ortama girmek şart. En basitinden bir kararda bile ailenin her üyesi söz sahibi. Yeni iş yerime yakın bir ev mi kiralamak istiyorum. Birileri buradan gider gelirsin diyor –Günde 4 saat yollarda geçecek, halbuki. Ben Vietnam’dayken yollarda 10 dakikadan fazla geçmezdi. Tayland’dayken de öyleydi. Önce iş, sonra ev, sonra kültür/sanat. İşe gidip gelirken harcanan vakitten nefret ederim.- , birileri önce bir dene olmazsa taşınırsın diyor, birileri ev tut git diyor, birileri de sen bilirsin diyor… Bütün bu curcunadan şikayetçi değilim aslında, uzun zaman görmediğim ya da uzaklarda olduğum için farkında olmadığım bir ilgi taşkınlığı bu. Sen kardeşimizsin, oğlumuzsun; sana yardım etmek boynumuzun borcu tarzında ailevi bir sorumluluk ortaya konan.

Belki de bu ilgi taşkınlığından ya da sokaklarda gördüğüm tuhaflıklardan dolayı defterime şu notu yazmışım, daha geldiğimin ikinci ya da üçüncü gününde: Bu ülkede bir yabancı gibi yaşamak istiyorum. Ülkede zorla tutulan bir gezgin gibi ya da gördüğü her saçma (absurd) durum karşısında gülüp geçen ve ardından da fotoğraf çekip yüzlerkitabına (feysbuk) koyan, burada geçici bir süreliğine görevlendirilmiş, Japon bir mühendis/öğretmen/doktor… Buraya saplanmamış olduğuma kendimi inandırmak istiyorum, bir çıkış kapısının her zaman var olduğuna ve o kapıdan istediğim zaman “ceketimi omuzuma atıp” çıkabileceğime inanmak istiyorum. Daha baştan tuş olmayı kabul etmiş bir pehlivanın sözlerine benziyor. Ama zaten defter bu işler için. Anlık hisleri not alabilmek, onları daha sonra bir süzgeçten geçirip, iyice bir kırptıktan sonra yazılara, öykülere bölüştürerek çoğaltmak için…
Mangal çılgınlığı: Bu daha başlangıç.

İlgi taşkınlığı içeriye doğru ne kadar fazlaysa dışarıya doğru da o derece az ya da eksiktir. Türkiye’de insanlar evlerinin içlerini –mutfaklarını, banyolarını, oturma odalarını- tertemiz, pırıl pırıl tutuyorlar. Bunun yanında evinde tozun üzerine toz kondurtmayan kadınlar, sokakta birer çevre canavarına dönüşebiliyorlar. Otobüste -otobüs zangır zangır sallanırken, düşme riskini de göze alıp, oturduğu yerden kalkıp, birkaç adım yürüdükten sonra- elindeki kağıt tomarını camdan aşağıya fırlatan başı örtülü orta yaşlı teyzeler mi dersiniz, sokaklarda gördükleri kedilere köpeklere pet şişeleri savuran çocuklar mı dersiniz, yediği çekirdeğin kabuğunu oturduğu bankın etrafına atıp adeta bir çekirdek kabuğu denizinde tahtına kurulmuş günebakan güzeli gibi etrafa gülücükler saçan genç kızlar mı dersiniz, yaktığı mangalla tüm Maltepe sahilini dumana boğan beceriksiz erkekler mi dersiniz, çöpten buldukları şişeleri birbirlerine atıp sahildeki güzelim koşu/yürüme yolunu kırık cam cehennemine dönüştüren serseriler mi dersiniz –bu konuda kedilerle yarışıyorlar ama kimin kimden öğrendiğini kestiremedim henüz-, parklardaki heykellerin üzerine abuk subuk aşk mesajları yazan –“bu akşam verecenmi zehra, vermezsen bu heykeli götürecem eve” gibi yaratıcı olanları da var, haksızlık olmasın!-… Liste uzar gider. Evlerimiz ışıl ışıl, sokaklarımızı bok götürüyor.

Çekirdek kabuklarının üzerinde bir taht, kraliçesini bekliyor.

Örneğin bizim sokakta yüzlerce kedi ve onlarca köpek var. Kedilerin görevi üstü asla kapatılmayan –Neden kapatılmazlar? Çünkü kapaklar çok ağır/kirli ve pek çok kadın/çocuk kapağı açamıyor ya da kirli oldukları için el sürmek istemiyor- çöp kutularındaki çöpleri alıp, yolun kenarında kemirerek açmak, çöpleri etrafa saçmak ve yiyebildiklerini yedikten sonra bir gölgelik bulup bir sonraki öğünü beklemek. Köpeklerin görevi, yol kenarlarında ya da apartman önlerinde nöbet tutmak ve iyiliksever komşuların verdikleri kemiklerden nemalanmak. Yaz aylarını “hiçbir şey yaparak” geçiren çocukların görevi ise daha çetrefilli. Kedilere şişe atmak, köpeklere taş atmak ya da onları birbirlerine kızıştırmak, hayvancıklar sıcaklarda susuzluktan ölmesin diye apartman önlerine konan sulakları devirmek ve kaçmak. Benim bildiğim kadarıyla çocuklar ve evcilleştirilebilir sokak hayvanları arasında uyumlu bir sevgi olurdu.  Çocuklar onları severler, onlar çocukları severler. En azından bu Tayland’da böyleydi. On iki yıl boyunca bir çocuğun ortadan hiçbir neden yokken bir köpeğe taş attığını görmedim ben. Ondan sonra, gittikçe yalnızlaşan ve kötü muameleye maruz kaldığı için insanlara güvenini kaybeden köpekler çocuklara havlar ya da saldırırlar. Ardından mahalleli birlik olur, köpeği linç eder. Masum bir köpeği canavar haline getiren biz, ardından da o köpeği vahşice öldüren yine biz… İnsanın lehine işliyormuş gibi görünen bir kısır döngü.

Ve bütün bu karmaşaya rağmen tanıdık bir ülkede yaşıyor olmanın verdiği özgüvenle, ben her sabah erkenden uyanıyor, balkonda kahvemi içiyor, defterime yaptığım listedeki işleri halletmek için kimi zaman Kadıköy’e, kimi zaman Taksim’e, kimi zaman da Maltepe'ye gidiyor, akşam vakit olursa evin yakınında bulduğum bir tarafı orman patika yolda bir aşağı bir yukarı 40-45 dakika koşuyorum. Koşmadığım günlerde de Maltepe sahiline inip, yanımda bir kitap –Lawrence Durrell’ın “Justine”ini okuyorum bu aralar. Bu kitap ada manzarası olmadan okunmamalı zaten*. En azından bir deniz olmalı etrafta, ada mümkün değilse bile.- , bir şişe su ve çimenlere sermek için bir bez, uzanıyorum bir ağacın gölgesine. Güneşin batışına, balık tutan gençlerin kahkahalarına, sahilde yürüyüşe çıkmış aşıkların kırılgan bedenlerini saran sevgi çemberlerine, çimenlerin üzerinde ilk adımlarını atan bebeklere, buldukları kuytu köşelerde saklı saklı bira içmeye çalışan ayyaşlara bakarak akşamı ediyorum.   



Devam edecek: Hayattaki en büyük ibadet başkalarının mutsuzluğuna neden olmadan mutlu olabilmektir.

* Bazı meşrubatların üzerinde olur “Soğuk İçiniz” diye. Elbiselerin etiketlerinde de yazar “Şu sıcaklıkta yıkayınız, sıkmayınız” falan. Keşke kitapların üzerlerine de yazsalar nerede ve nasıl okunmaları gerektiği, belki birer şart olarak değil de birer tavsiye olarak. Hani kitap en iyi etkiyi bıraksın diye okuyucunun üzerinde:  Mesela Durrell’ın kitapları için “Bu kitabı deniz kıyısında, sıcak günlerde okumanız tavsiye edilir.”, Pamuk’un kitapları için “Bu kitabı penceresiz, ışığı yetersiz bir odada okumanız tavsiye edilir”. Murakami’nin kitapları için “Kalbiniz kırık değilse ya da depresyonda değilseniz, hiç okumayın. Aksi takdirde bir şey anlamazsınız.”. Mc Ewan için “Soğuk bodrum katlarında okunmaları iyi olur. Yanınızda arkadaşlarınız olsun, yalnızken okumamanız şiddetle tavsiye edilir. ”. Auster’ın romanları için “Yağmurlu ve rüzgarsız günlerde okunmaları tavsiye edilir. Yanınızda dekoratif amaçlı bir şemsiye taşırsanız yağmur durduğunda da okumaya devam edebillirsiniz.”… 

Maltepe sahilinde gün batımı ve balıkçılar


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder