Bu Blogda Ara

21 Şubat 2010

Kore Günleri - Birinci Günün İkinci Yarısı

İlk hedefim İchon’daki Kore Ulusal Müzesi. Elimdeki “Seoul’s Best 100” adlı rehber kitaptan müzeye gitmek için hangi metro hattını kullanmam gerektiğini, vardığımda hangi kapıdan çıkacağımı öğreniyorum. Metro istasyonuna kadar yürüyorum ve etraftaki insanları gözlemlemeye çalışıyorum. Soğuğa rağmen elleriyle çektiği iki tekerlekli kağnıda kağıt toplayan orta yaşlı bir adam görüyorum. Bir başkası da –görünüşte bir kurye ya da lokantalara malzeme taşıyan bir dağıtıcı- motorunu sürmek için eldivenlerinin üzerine plastik torbalar geçirmiş rüzgarın işlemesini önlemek için. Tüm gelişmişliğine rağmen Kore’de de fakir insan çok. OECD ülkeleri içerisinde toplumsal refaha bütçeden en az ayıran ülkelerden birisi Güney Kore. Durum böyle olunca altta kalanın canı çıksın mantığı işliyor her yerde. Rekabet edemeyen, geride kalan sürünmeye mahkum ediliyor.



Sokaklarda nedense hemen hemen hiç çocuk yok. Tamam, hava soğuk, bu ayazda oyun oynamazlar ama annelerinin yanında da görmüyorum hiç çocuk. Bunun Güney Kore’deki düşük doğum oranlarına bağlayabilir miyiz? Kadın başına bebek ortalaması 1.21 Güney Kore’de. Bu rakam Türkiye’de 2.21. İnsanların bebek yapmamaları için iki temel nedenleri var. Biri modernleşen ve kariyer yapan kadının evliliği ve doğumu geri plana atması. İkincisi ise Kore’de eğitimin çok pahalı olması. Bir de ciddi rekabet ortamını hesaba kattığımızda evebeynlerin işi çok daha zorlaşıyor. Bu yüzden sağlık bakanlığının birkaç ay önce başlattığı evlere şenlik bir proje vardı. Bakanlıkta ve başka resmi kurumlarda ışıkları akşam saat altıda söndürüyorlar ki insanlar mesaiye kalmasınlar, evlerine gitsinler, eşleriyle vakit geçirsinler ve çocuk yapsınlar. Bana kalırsa bu proje sadece ayyaş yaratacak. Millet işten erken çıkıp eve gitmeyecek, arkadaşlarıyla içmeye gidecek. Malum, Koreliler içme konusunda ellerine su dökülecek insanlar. Deli gibi içiyorlar. Sırf geceden kalma baş dönmesinden ve bulanık kafadan kurtulmak için açılmış saunalar bile var ülkede. Gece zil zurna sarhoş oluyorsun, sabahın köründe saunaya gidip, terliyor, bedendeki alkolü nispeten atıyorsun ve saat sekizde ayık kafayla işinin başındasın. Pes doğrusu!

Genelde genç insanlar yürüyor yollarda. Bir iki er geçiyor yanımdan şakalaşarak. Kore’de de askerlik mecburi ve iki yıl. Kuzey Kore tehlikesinden dolayı askerlik sorumluluğunda bir değişiklik olacağını sanmıyorum önümüzdeki yıllarda. Sürekli teyakkuzdalar. Yol kenarında yeşil ışık için bekleyen lise öğrencilerine bakıyorum, elinde pembe şemsiyeyle köşede bekleyen bir öğrenci cep telefonunu yanıtlıyor. KFC her yerde olduğu gibi burada da gençlerle dolu. Metronun girişi (Hongik Üniversitesi İstasyonu) de KFC’nin tam önünde. Metronun işleyiş şeklini öğrenmek zor değil. İlk bakışta karışık görünüyor, dile kolay 11 farklı hat var Seul’u kapsayan. Günde yaklaşık sekiz milyon insanın kullandığı dev bir gizli silah bu. Dolayısıyla metronun gitmediği yer yok gibi. Bir de kentin çok geniş olmadığını hesaba katınca iş daha da kolaylaşıyor. Seul’ün yüzölçümü 600 km2 kadar. Yani bizim İstanbul’un üçte biri. Buna rağmen nüfusu 10 milyonun üzerinde olduğu için yoğunluk çok fazla. Hatta dünyanın en yoğun kentlerinden birisi, belki de en yoğunu...




Kentin hemen her yerine metro ile hiç sıkıntı çekmeden gidebilirsiniz. İstanbul’da Levent-Taksim hattını yapıp, övünenlerin kulakları çınlasın. Elalem kazak örmüş, biz ipin hesabını yapıyoruz! Harita elimde, yüzlerce durak, yüzlerce adını telaffuz etmesi gitmesinden zor yer! İlk bakışta karışık görünüyor ama biraz vakit harcayınca çözülüyor zorluklar. Farklı renklerde çizilmiş hatlar ve İngilizce olarak yazılmış yer adları işi çabucak çözmeme yardımcı oluyor. Sonuçta kentin merkezinde sayılırım ve gideceğim yerlerin çoğu da yakın. Bilet almak için gişe yok. ATM gibi bir makinayla hallediyordun her işi. Gideceğim yeri soruyor makina. Ekrandan seçiyorsun. Sana fiyatı belirtiyor. Sen de parayı gereken yerlere koyuyorsun. Kurbağaların uzun ve yapışkan dilleriyle avlarını yakalamaları gibi makine çekiyor parayı içine. Birkaç saniye sonra önce elektronik biletin düşüyor kutuya ardından da para üstün. Makine bozuk para üstü verebildiği gibi kağıt para üstü de verebiliyor. Dolayısıyla Tayland’da olduğu gibi para bozdurayım derdi yok. Bileti alıyorum ama bir yandan da merak ediyorum bütün bu karmaşadan başı dönecek olan yaşlı başlı insanlar nasıl hallediyorlar işlerini? Kolay değil sonuçta bilgisayarla haşır neşir olmamış bir neslin bu curcunadan bunalmaması...
Dışarıdan yeraltına girince doğal olarak sıcaklık değişiyor. Yolcular için yeraltında geçirilen süre oldukça sınırlı ama metro istasyonlarında çalışan görevliler günlerinin tamamını yerin altında geçiriyorlar. Merak ediyorum bu insanların ruh hallerini. Acaba daha mı sinirli oluyorlar güneşi uzun süre görmedikleri için, ya da içerideki suni ışıklar güneşin yerini tutabiliyor mu? Girişte aburcubur yiyecekler satan yaşlı bir kadına rastlıyorum. Sakız, şeker gibi bir şeyler satıyor. Beli iki büklüm, gözleri fersiz, bacaklarında pek derman kalmamış gibi. Ama her şeye rağmen ayakta durmaya çalışıyor. Az ilerde, merdivenlerin başında yaşlı bir dede var. O da yiyecek bir şeyler satıyor. Uzaktan bakınca geleneksel bir yiyeceğe benziyor. Çaktırmadan fotoğrafını çekiyorum.

Bileti alıp trene bineceğim yere varınca bir Korea Times alıyorum. Trene girince ağır bir koku çarpıyor burnuma. Sanki bütün yolcular öğlen yemeğinde soğan sarımsak yemiş gibi ekşi bir koku var içeride. Ama görünüşte bu durumdan rahatsız olan kimse yok benden başka. Ben de zamanla alışırım diyorum ve geçiştiriyorum. Vietnam’da yaşanan sefalete, kirliliğe, kaosa alışmışım, kim chi’nin neden olduğu kokuya mı alışamayacağım? Yaşlılar veya gebe kadınlar için her vagonda üç koltuk ayrılmış. Vagon dolu olsa bile gençler bu koltuklara oturmuyorlar. Bu bir çeşit zorunlu nezaket gösterme politikası mı demeden geçemiyorum. Şimdi tren dolu olsa ve hamile bir kadın ayakta kalsa, oturan bir genç yer vermeyecek mi kadına? “Kusura bakmayın, yaşlı ve hamileler için verilen kontenjan doldu. Ayakta durmak zorundasınız.” diyebilir. Bir şey demese bile elindeki kitaba ya da cep telefonuna yumularak göz ardı edebilir ayaktakileri. Zaten trendeki yolcuların yarısına yakını cep telefonlarıyla meşgul. Televizyon izleyenler, oyun oynayanlar, internet kullananlar, mesaj gönderenler... Kalan yarısının da bir kısmı uyukluyor diğer kısmı bir şeyler okuyor. Okuyan insanları görünce seviniyorum. Keşke tek tek sorsam ne okuduklarını! Trendeki bir başka tuhaf şey ise tutulacak onca demir varken pek çok yolcunun hiçbir şeye tutunmadan ayakta durmaları. Önce bir çeşit meydan okuma sandım bu durumu. Ama sonra aklıma hijyen gerekçesi geldi. Büyük bir olasılıkla başkalarının tuttukları nesnelere dokunmak istemiyorlardı H1N1, SARS ya da herhangi başka bulaşıcı bir hastalık kaparım diye. Eh, kimse demirlere dokunmadığına göre demirler temizdir deyip ben tutundum. Düşmekten iyidir. Bir de trenin koltukların üstünde, benim boyum yüksekliğinde raflar vardı. Yolcular ellerindeki eşyaları buraya koyabiliyorlar. Bir de okunan metro gazeteleri buraya konuyor. Metro girişinde bedava dağıtılan bu gazeteler sabahtan akşama kadar el değiştiriyor yolcular arasında. Okuyan gazeteyi rafa koyuyor inmeden önce, bir başkası alıp okuyor. Gerçi bu durum benim ayaktaki yolcuların neden bir demire tutunmak istememeleri üzerine ortaya koyduğum kuramla çelişiyor. Belki ilerleyen günlerde daha fazla kanıt toplayıp yeni kuramlar üretirim diye geçiştiriyorum.

Ichon istasyonunda inip müzeye yürüyorum. Dev bir bina ve geniş bir avlusu var. Sağdaki binada Kore’nin tarihi ve kültürü üzerine eserler var. Aynı zamanda misafir sergileri de görmek mümkün burada. Özbekistan, Japonya ve Çin üzerine üç küçük sergi var. Soldaki binada ise İnka uygarlığı üzerine Peru’dan getirilmiş eserler sergileniyor. Soldaki binanın üst katında ise kütüphane var. Sağdaki binaya giriş tamamıyla ücretsiz dolayısıyla önce oraya giriyorum. İçerisi sıcak ve havadar. Sırf bunun için bile gelir insan müzeye! Dostoyevsky değil miydi Rusya’dan kumar borcu dolayısıyla kaçıp Almanya’da günlerini sırf sıcak oldukları için müzelerde geçiren? Tek tek tüm sergileri geziyorum. Fotoğraf çekmenin yasak olmadığı yerlerde bir iki fotoğraf çekiyorum. Ardından da kütüphaneye giriyorum ne var ne yok diye kolaçan etmek için. Üç-beş orta yaşlı insan kitaplara dalmış, sessizce okuyorlar. Kitapların hemen hepsi Korece ve konuları sanat ve sanat tarihi. Bir süre sınırlı sayıdaki İngilizce kitaplarla oyalanıyorum. Bamiyan Buda heykelleri üzerine yazılmış bir makalenin ilk iki sayfasını okuyup kütüphaneden ayrılıyorum.



İnka sergisi ücretli ve ben hakkında bir şey okumadan girmek istemiyorum. Sonra bir daha gelirim deyip müzeden ayrılıyorum ve konukevine geri dönüyorum. Bu arada hava kararıyor, karnım acıkıyor. Öğlen yemeğinde olduğu gibi akşam yemeğinde de KFC yemek istemiyorum. Bir iki lokantaya girdim ama menüler İngilizce olmadığı için çıkmak zorunda kaldım. Güzel bir kafe buldum konukevinin yakınında. İçeride kitaplar da vardı. Masaların birinin üzerinde Amnesty International’ın dergisini bile gördüm ve dedim belki kafa dengi bir iki arkadaş edinirim. Ama oradakiler de tek kelime İngilizce konuşmuyorlardı. Çaresizce KFC’ye gittim ben de. Ama dedim kendime kızarmış tavuğu ısırırken, bu sonuncu. Kore’ye geldin, adam gibi Kore yemeği yiyeceksin bundan sonra.





Yemekten sonra konukevine dönüyorum. Odama girmeden önce diğer gezginlerle tanışıyorum. Sırbistanlı Novak –Djokovic’i hatırlattım ona hemen!-, Amerikalı Mark, Moğolistan’da çalışan İtalyan asıllı Amerikalı kız ve bir de Belçikalı, modacı gibi giyinen, aynanın karşısında dakikalarca kıçına başına bakan diş doktoru... Kendisi bile şaşırıyormuş diş doktoru olduğuna. Burada ne yapıyorsun dedim. Hiç dedi. Tatilini geçirmeye gelmiş. Gündüzleri uyuyormuş, geceleri diskotekte sabaha kadar tepiniyormuş. Kısa bir muhabbet yaptıktan sonra dinlenmek için odama iniyorum. Konuşacak bir şey bulamıyorum bu insanlarla. Hava çok soğuk, nereleri gezdiniz Seul’de, başka hangi ülkeleri gezdiniz... Sarmıyor pek! Gezmek değil ki önemli olan, gezmek nasıl değiştiriyor seni, kafanda nasıl düşünceler, nasıl fırtınalar meydana getiriyor? Yoksa dünyayı gezmişim ama ben yine seyehatın başındaki ben isem ne anlamı var gezmenin. Pek çok insan için gezmek amaç haline geldi günümüzde. Oysa benim için bir araçtır gezmek, farklı olanı deneyebilmek, ilham kaynağı olacak, beni değiştirecek olaylar yakalayabilmektir. Yoksa koyun gibi yayılmışım çayıra, o tepe senin, bu bayır benim, farklı çimenleri tatmışım, farklı çiçekleri koklamışım, pek bir anlamı yok.



Odama inince Novak ile Mark’ı kapımın ağzında bağırarak konuşuyorlarken görüyorum. Selam veriyorum. Benim muhabbete katılmayacağımı anlayınca kendileri devam ediyorlar. Ben de kulak kabartıyorum odamdan: Yok Tayland’daki kızlar ne kadar ucuzmuş, yok Filipinli kızlar daha iyiymiş çünkü İngilizce konuşabiliyormuş, yok Laos’da marihuana bulmak çok kolaymış. Allah belanızı versin sizin emi dedim içimden. Hadi şimdi gel, bu insanlarla dostluk kur, bir şeyler paylaş, otur birlikte yemek ye... Yok kardeşim, her tanıştığımla dost olamam ben. Demesi kolay! Çocuklara yaptırırsın bu işi: “Ahmeettt, canım, bak bu Ayşegül, Zehra ablanın en küçük kızı. Hadi arkadaş olun bakıym, arkadaş olun da güzel güzel güzel oynayın, oldu mu? Hadi canım benim, sakın saçını çekme onun tamam mı, oyuncaklarını kırma! Oldu mu yavrum? Afferin sanaaaa... “ Çocuklara işliyor da yetişkine işlemiyor işte. Ne paylaşacaksın bu züppelerle? Ne konuşacağım? Kendi ülkelerinde bir baltaya sap olamamış, gittikleri ülkelerde beyaz tenleri, renkli gözleri ve uzun boylarıyla caka satan bir avuç çulsuz. Kulaklıklarımı takıp müziğin sesini açıyorum. Elime de yanımda getirdiğim kitabı alıp harfler oynaşan karıncalara dönene kadar okuyorum. Soğuktan çekindiğim için banyo yapmıyorum bu gece. Ya hasta olursam korkusu hale eski şiddetinde devam ediyor içimi titretmeye. Dişlerimi buz gibi suyla fırçaladıktan sonra yarın yapacaklarımı planlayarak uykuya çekiliyorum.



Yarın: Başlık ve kaşkol alma, Çeonggiyeçon deresinin suniliği, Insadong’da (Seul’ün Beyoğlu’su) yürümek, sanat galerileri (Urban Art), bıçak galerisi, Escher’in bir çizimini hatırlatan ilginç tasarımlı bir bina, çayevi, bal tatlısı -2^14 tane tel-, cevizli goflet.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder