Bu Blogda Ara

05 Şubat 2010

İkinci Gün

İkinci günün birinci günden farklı olma şansı pek yok. Sabah alarmsız uyanmanın keyfi var. Bahçede kahvaltı yapmanın güzelliği var. Kahvaltıdan sonra kameriyenin altındaki oturağa uzanıp kitap okumak var. Ağaçların hışırtısına, tavukların gıdaklamalarına, yoldan geçen satıcıların bağrışlarına, yan arsada otlayan sığırların cıngırdayan çanlarına kulak kesilip biraz kestirmek var. Ama tüm günün böyle geçmeyeceği, geçemeyeceği de aşikar. Uzandığım yerde önce Beyaz Kaplan’ı bitiriyorum. Sonra dün yazdıklarım üzerine düşünüyorum. Acaba buradaki insanlar beni ukâlâ birisi olarak mı görüyorlar? Fildişi kulesinden aşağıya bakan, onlarla aynı seviyeye inmeye çekinen bir entel dantel? Onlarla sadece yemek sırasında birlikte olabiliyorum. Diğer zamanlarda ben kendi küçük dünyamdayım. Belki de beni çok bilmiş, zavallı bir zevzek olarak görüyorlardır. Olsun, onların yerinde olsam ben de aynı şekilde düşünürdüm. İşin aslı ise benim onların basit yaşamlarını kıskanıyor olmam. Nasıl bu kadar basit, bu kadar kolay mutlu olabiliyorlar? Ben ve benim gibi kent çocuklarının doymaz bir iştahı vardır mutluluk konusunda. Yok şunu da yapayım, plan yapayım, okuyayım, düşüneyim, zart edeyim, zurt edeyim... Yok efendim, yok... Dunu anlatıyor işte: Traktörle tarlayı ekine hazırlarken gördüm kocaman bir fare. Atladım hemen aşağıya, o kaçtı ben kovaladım, o kaçtı ben kovaladım, en sonunda yakaladım deyyusu. Koydum torbaya. Akşama eve gidince verdim hanıma, kızarttık yedik. Mide bulandırıcı mı? Hiç de değil! Bir kere tarla fareleri lağım fareleri gibi hastalık taşımaz. İkincisi buranın köylüsü hangi tür farenin yenileceğini, hangi türün yenilmeyeceğini bilir. Hem zaten sorun o değil, çıkarın fareyi hikayeden, koyun tavşanı. Anlatmak istediğim şey Dunu’nun mutluluk kavramı. Somut, tanımlanabilir, ulaşılabilir ve her şeyin ötesinde göğüs kabartabilir. Ortada bir amaç, bir eylem ve bir ödül var. Hepsi kısa sürede olup bitiyor. Öncesi ve sonrası yok. Kent insanı öyle mi? Okur, yazar, çalışır ve sonunda bir yere varamadığı için şikayet eder... Hem zaten okul tek başına bir ödül bile değildir. Ne işe yarar diploma? İş bulmaya. Eeee, ne işe yarar iyi bir iş? Para kazanmaya. Ne işe yarar para kazanmak? İyi bir yaşam kurmaya... Ölme eşeğim ölme, yaz gelecek de otlar bitecek de sen yiyeceksin...  Bak, şikayet ediyorum. En büyük sorunumuz da bu, şikayet! Cem Karaca’nın tabiriyle, yarım porsiyon aydınlık biziimkisi. Ama yerli halkı beğenmediğim falan yok, tam tersine kıskanıyorum onları, onların küçük mutluluklarını ve iyi tanımlanmış, sınırları belirlenmiş dünyalarındaki heveslerine imreniyorum. Elde değil zaten imrenmemek! Beni bu düşüncelerden Tok Cay uyandırıyor. İlla kafasını okşuyacağım, illa gıdısına dokunacağım, yoksa gitmez. Köyün en pasaklı köpeği Tok Cay. Sanırım son altı yıldır bir kere bile çimmedi. Boynuna tasma takmamıza da izin vermiyor. Deli oğlan gibi geziyor ortalıkta.

Öğleden sonra arabaya atlayıp KonKen’e doğru yola çıkıyoruz. Amacımız İsan ürünü olmayan bir öğlen yemeği yemek. Yollar bakımlı ama sıklıkla geçen şeker kamışı kamyonları insanı ürkütüyor. Pek çoğu kapasitelerinin çok üzerinde yüklenmişler. Devrilmemek için yolun ortasına yakın gidiyorlar ve bu durum arkadaki hızlı girmek isteyen aracı zor durumda bırakıyor. Kimi zaman kamyonu geçemediğimiz için dakikalarca takip ediyoruz yer yer dökülen şeker kamışlarına ve kamyonun egzozundan çıkan siyah dumana bakarak. Kamyonları bu kadar yükle süren şoförlerin aldıkları risk de ayrı bir mesele. Daha az yük taşısalar bu yapacakları tur sayısını arttıracağı için harcayacakları petrol masrafını arttıracak. Dolayısıyla da kârdan kaybedecekler. Biraz daha fazla kazanabilmek için hem kendilerini n hem de yolu onlarla paylaşan diğerlerinin hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Çok geçmeden bir kaza mahalline varıyoruz. Bir köyün girişini geçtikten az sonra devrilmiş koca bir kamyon. Arkadaki damperlerden öne yakın olan yan yatınca şoförün içinde bulunduğu kısım da yan yatmış. En arkadaki damper nasıl olmuşsa sağlam kalmış, yıkılmamış. Kamyonun sol kapısı açıktı. Demek ki şoför sol tarafa tırmanıp, öyle çıkmıştı –ya da yardıma gelenler onu bu şekilde çıkarmıştı- kamyondan. Şimdi bu şoförün kaybettiği zamanı ve parayı düşünün. Onu bu halde gören diğerleri daha dikkatli sürecekler kamyonlarını, virajlara daha temkinli girecekler, araç sağlarken daha tedbirli olacaklar. Bir kamyonun ettiği zarar sayesinde yüzlerce kamyon olması gerekenden azıcık daha fazla kâr edecek. Ve hayat hiçbir şey olmamış, ya da her şey olması gerektiği gibiymiş gibi devam edecek.



Küçük yolun sonuna geldiğimizde aklımıza Rongrığa’dan sola dönünce varılan dinazorlu lokantalar geliyor. Bölgeye dinazorlu dememizin nedeni yakınlarda yapılan kazılarda dinazor kemiklerinin bulunmuş olması ve bu kemikleri sergileyen bir müzenin varlığı. Belediye de turistler gelsin diye yolun sağına soluna dev dinazor heykelleri dikmiş. Yani araba sürerken bir anda kendinizi Jurassic Park’ta hissetmeniz olası. Boynunu eğmiş, keskin dişleriyle yoldan geçenlere bakan bir dinazor ve hemen arkasında şirin yavrusu! Hoş, büyük bir olasılıkla gözlerinde kamera vardır bu heykellerin. Trafiği denetlemek, vurkaççıları yakalamak için kötü bir yöntem sayılmaz. Dinazorları geçip, yol kenarındaki lokantalardan birinin önünde duruyoruz. Her zamanki gibi gay yang, som tam ve kao niyo söyleniyor. Zaten bu üçlüyü yemeden bir insan İsan’a geldiğini iddia edemez. Yemekten sonra az önce ineklerin su içtiği küpten su alıp ellerimizi yıkıyoruz ve yola devam ediyoruz. Yemeğin ağırlığından bir de sıcaktan uykum geliyor. Cat Stevens’ın sesi bile yetmiyor göz kapaklarımı kaldırmaya. Zar zor varıyoruz Kon Ken’e. Tayland’lıların tabiriyle doğunun Paris’ine... Hoş Paris’e hiç gitmedim ama bu tabiri daha önce Diyarbakır için duymuş olmam iki ülkede de ekonomik olarak geride kalmış kısmın en güzel kentine o bölgenin Parisi yakıştırması yapılması ilginç.



Alışveriş merkezinde bir şey yapmıyoruz vakit öldürmekten başka. Orta direğin tapınağı bu alışveriş merkezleri, sisteme karşı günah çıkarma mekanları. Ben kitapçıya gidip gazete alıyorum. Ardından da bir yerden kahve alıp, gazeteye yumuluyorum. İki ilginç haber: Herhangi bir resmi izni olmadan insanlara sizin cildinizi beyazlatacağım yalanını söyleyerek, onların deri altlarına şırınga ile bir takım sıvılar sıkan genç bir dolandırıcı yakalanmış. Haberi okuyunca şaşırmadım. Tayland insanının beyaz cilt için yapmayacağı delilik, harcamayacağı servet yoktur. Bunu fırsat bilen akıllı işbilirler de değişik yollar buluyorlar elbet. Yakayı ele verinceye kadar da iyi para kırıyorlar. Bana kalırsa televizyonda reklamı verilen tüm o kozmetik firmalar aynı nedenle kapatılmalı, reklamlar yasaklanmalı, cilt rengine ithaf edilen her türlü güzellik tanımı panolardan kaldırılmalı. Bu reklamlara çıkan ünlüler, televizyona çıkıp, cilt renginin önemli olmadığı mesajını veren programlar yapmalılar. Kendi beyazlıklarının gündüz sokağa çıkmamalarından ve ailelerinden gelen genlerden kaynaklandığını itiraf etmeliler. Milyarlarca dolar paranın harcandığı dev bir sektör beyazlatıcı krem sektörü. Hiçbirinin bir işe yaramadığı, deri renginin tamamıyla genlere ve güneş ışığına maruz kalmaya bağlı olduğunu hemen her doktor bilir ama yine de söylemez. Ben Tayland’a ilk geldiğimde sırf kadınlara yönelikti reklamlar. Şimdilerde erkekler için de çıkmış beyazlatıcı kremler. Gittikçe kötüleşiyor durum. Gittikçe daha bir ırkçı, şekilci oluyor insanlar. Bir Hindistanlı ya da Filipinli öğretmen aynı işi yaptığı halde bir beyaz öğretmenden –Rus ya da Fransız olabilir, İngiliz ya da Avustralyalı olması da şart değil.- çok daha az maaş alır. Bu ayırım toplum tarafından öylesine kanıksanmıştır ki kimsenin aklına sormak gelmez. Filipinliysen maaşın 300 dolar, İsveçliysen –ya da Türksen- 1000 dolar... Sırf bu yüzden okullar Filipinli hocaları asistan olarak alırlar, sömürmek ve sonucunda semirmek için. Aynı şekilde Afrikan-Amerikalı zenci öğretmenlerin de bu ülkede iş bulmaları zor. Aileler isyan ediyor, benim çocuğuma başka hoca verin, korkuyor deyip müdüre şikayette bulunuyorlar. Çocuklarını kendileri gibi ırkçı yetiştiren anne-babaların statu quocu tutumları bunlar. Maalesef kâr ve prestij tutkunu pek çok okul yöneticisi ailelere rehber olacaklarına, ailelerin ipiyle karanlık kuyuya girmeye razı oluyorlar.

İkinci haber ise başbakanın evine kimliği belirsiz kişilerce bok torbası atılmış olmasıydı. Ne tuhaf bir ülke, değil mi? Başka ülkelerde başbakanlara suikast düzenlenir, hadi olmadı ağzı burnu kırılır, evine kurşun sıkılır. Burada evine bok torbası atıyorlar. Başbakan da mazlumiyetini şu ifadelerle dile getirmiş: Her ay oğlumun güvenliği için 300000 Baht (yaklaşık 9000 Dolar) harcıyorum. Malum, kırmızılar ve sarıların savaşı devam ediyor. Toplumun her tarafını bölmüş durumda bu kavga. Baksalarmış torbadaki pisliğin kırmızı mı sarı mı olduğuna? Oradan yola çıkarak olayın sarıların provakasyonu mu yoksa kırmızıların saldırısı mı olduğunu çıkarırlardı. Dün yemekte bile ayrıydı amcalar. Büyük amca kırmızı olduğu, Taksin’i ve TRT’yi savunduğu için kendi başına, diğerlerine yanaşmadan oturmuştu. Diğerleri, bizimkiler de dahil olmak üzere sarıydı, yani kralcılar. Bizimkilerin tutumuna içten içe kızsam da alternatifim olan kırmızıların ülkeyi satan/satmak isteyen dolandırıcılar olduğunu bilmek beni sessiz yapıyor. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık yani. O yüzden bana sorduklarında ya yanıt vermiyorum ya da şaka yoluyla ben turuncuyum diyorum.

Gazetenin okunacak hali kalmayıncaya kadar okuyorum. Sonrasında J geliyor. Çok iş yapmış gibi biraz daha vakit öldürüp yemek yiyoruz. Ardından da eve dönüyoruz. Devrik kamyonun halen yolda olması şaşırtmıyor bizi, Tok Cay’ın bizi köyün girişinden eve kadar takip etmesi de. Ne de olsa onun akşam yemeği bizim öğlen yemeğinden kalan kemikler. Bunu o da biliyor. Eve girip televizyonu kurcalıyorum. Bir anda kazara TRT Türk çıkıyor. Karşımda tüm netliğiyle Türkçe konuşan bir sunucu Balkan Antantını anlatıyor. Kızın sarışın olması kayınpederi şaşırtıyor. J onurla Türkiye’de sarışınların çok olduğunu söylüyor babasına. Hani kocam Avrupalı, sizin sandığınız gibi Arap değil anlamında. Ben de boyatmıştır saçlarını diyorum. Dipleri siyahtır onların! Oturuyorum ve hiç alakam olmasa da sırf Türkçe konuştukları için televizyon izlemeye koyuluyorum. Futbol maçlarının sonuçları, İstanbul’da kar, Yeni Şafak’tan bir gazeteciyle yapılan birebir dış politika muhabbeti... Gece 1’e kadar televizyonla haşır neşir olduktan sonra ben de diğerlerine katılıp istirahata çekiliyorum.

Duzeltme: Dun Tayland'in resmi dininin Budizm oldugunu yazmistim. Sevgili Ulas uyardi. Budist rahiplerin bu konuda baskisina ragmen henuz resmi bir dini yok Tayland'in.


Yarın: Gezmeye gidiş, karınca yumurtası, zırt pırt durmak, zırt pırt bir şeyler almak. Limon, ananas, ga pao vs... Ardından ulusal parka giriş, farang ayrıcalığı 5 kat fiyat, şelale (namtok), neden şelaleye gider insanlar? Kentte iken başımıza yağmur yagsa kıyameti koparırız, paçamıza su bulaşsa belediyeden şikayetçi oluruz. Kentleri kurutuyoruz sonra da su sesi duymaya şelalelere akın ediyoruz. Derenin ortasinda mantar gibi oturan yabancılar, resim çizen gençler, şekersiz kahve, manzara, stone henge of Thailand, taşlara tapma, nereye kadar inanç özgürlüğü? benim tırmanmaya çalıştığım kayanın aslında uğur getiren ve önünde eğinilmesi gereken bir ulu taş olması. Budizm’deki pagan artıklar... İslamdaki ortodoks ikonografi artıkları gibi. Hacerul esved!Kara sevdanın anlamı: topluca melankoliğiz vesselam! Eve dönüş, cep telefonuna gelen mesajların okunması: bir rahip 100 pi bop yakalamış. saat neredeyse dokuz. Karınca yumurtasıyla salata ve çorba yapılıyor. Kızarmış tavuk ve salatanın tadı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder