Bu Blogda Ara

26 Şubat 2016

İki Gölgeli Adam 2

 “Bir cismin neden olduğu gölge sayısı o cismin yakınlarındaki ışık kaynaklarının sayısıyla doğru orantılıdır. Eğer bir kalemin arkasına iki tane mum koyarsan kalemin iki tane gölgesi olur. Şaşıracak bir şey yok bunda, endişelenecek bir şey de yok.”
Bunu söyleyen okuldaki fizik öğretmenimizdi.  Öyle otoriter bir sesi vardı ki sahile gidip balıkları adlarıyla çağırsa olta falan kullanmadan kovasını doldururdu. Benekli yüzünün ortasındaki ince bıyığı, güldüğünde kıpır kıpır oynayan şişman göbeği ve yer yer kır düşmüş saçlarıyla öğrencilerin hem sevip hem de saydığı nadir öğretmenlerden birisiydi kendisi.
“İyi ama hocam, biz sahildeydik, güneş de batıyordu. Bir tane güneş vardı… Etrafta başka bir ışık kaynağı da yoktu. Hem ne olacak, ayın gölgesi mi vurdu? Hem neden sadece bana?”
Oturduğu yerden kaykılarak doğruldu. Kilolu olduğu için masayı tutmuştu bir eliyle, gözlerini ise benden bir anlığına bile ayırmamıştı.
“Vardır oğlum, vardır. Sen fark etmemişsindir.”
“Yoktu hocam. Adım gibi eminim.“
Gözleri büyüdü, yanakları şişti. Kafasının içinde başka bir şeylerin döndüğünü anladım o anda. Sinsice gülümsedi, hocam değil de arkadaşımdı birkaç saniyeliğine.
“İşte bak! Adının Emin olduğunu iddia ettiğin kesinlikte tek bir ışık kaynağı vardı diyorsan… Demek ki vardı.”
“Ya hocam ya! Benim ilkokula giden kardeşim de yapıyor böyle esprileri. Çocuğa ayıp olmasın diye gülüyorum çoğunlukla. Bari siz yapmayın. Hem ben sokak lambasının altında durup…”
Kesti sözümü, arka sırada şaklabanlık yaparken suçüstü yakaladığı bir öğrencinin üzerine çökmeye hazırlanıyormuş gibi kabardı göğsü. Safsataya ayıracak daha fazla vakti yoktu.
“Tamam, deney yapalım o zaman. Ben Fizik hocasıyım. Gözlem yapmadan, deneyle sınamadan hiçbir şeye inanmam. Gel laboratuvara, yapalım kontrollü bir deney, sonrasında konuşuruz. Optik deneylerini yaptığımız odaya gel ama. Büyük laboratuvar görmez işimizi. “
“Tamam hocam, ne zaman?”
“Hemen şimdi. Bilim beklemez! Dersler iptal zaten. Öğrenci de yok, ne dersi yapacağız.”
Sınavdan sonra iyice seyrekleşen sınıfların, seslerin yankılarının duyulduğu uzun koridorların, açık camlardan içeriye dalan rüzgârla mendil gibi sallanan perdelerin, açık kapıların gizli saklı bir şey bırakmadıkları idareci odalarının yanlarından geçip karanlık laboratuvara vardık. Buraya en son dönem başındaki Young deneyi için girmiştik. Penceresiz odanın tüm duvarları zifiri siyaha boyanmıştı. Odanın bir kenarında yine baştan aşağı siyah bir muşambayla kaplanmış bir masa, üzerinde ıvır zıvır bir ton deney malzemesi, etrafta dağınık bir hâlde duran sandalyeler. Karşı duvarın dibinde hafif bir yükselti vardı, duvarda da beyaz yazı tahtası.
“Tamam, şimdi al eline şu kitabı ve havada tut. Ben ışık kaynağını açacağım ve sen kitabın kaç gölgesi olacağını sayacaksın.“
“Peki hocam.”
“Bir iki üç, hazır mısın?”
“Evet hocam.”
“Açtım. Kaç gölge sayıyorsun?”
“Bir hocam.”
“Şimdi bir kitap daha al köşedeki raftan. İkisini birbirinden uzak tut ve gölgeleri say.”
“Yaptım hocam. İki gölge var.“
“Tamam, çok güzel. Demek ki bir kitabın bir gölgesi, iki kitabın iki gölgesi oluyor. Bu durumda bir insanın da bir gölgesi olması gerektiğini çıkarsayabiliriz. İnsan bedeni de bir cisimdir sonuçta, yanılıyor muyum?”
“Yanılmıyorsunuz hocam. Aslında ruhumuz da var ama o farklı bir şey galiba.”
“Ne ruhu Ziya? Ruh madde mi ki gölgesi olsun. Ruhlar giremez benim Fizik laboratuvarıma, tıpkı hayaletlerin giremediği gibi. Hatırlamıyor musun hayalet kuvvet hakkında söylediklerimi?“
“Haklısınız hocam. Bir anda aklıma geldi, söyledim.”
“Tamam, neyse. Bırakalım lafazanlığı. Dikil bakalım az ileride. Tahta platformun üzerine çık. Işığı tüm gövdene tutacağım. Yüzünü duvara dön ki beyaz tahtanın üzerine düşen gölgeni rahat bir şekilde görebilesin.”
“Tamam hocam. Işığı açabilirsiniz.”
“Bir iki üç. Açtım. Kaç gölge sayıyorsun?”
“Bir”
“Eminsin değil mi?”
“Değilim hocam! Adım Ziya.”
“Bırak zevzekliği. Bilimsel deney yapıyoruz burada. Normal koşullarda kayda geçer söylediğin her şey.”
“Eminim hocam. Bir tane gölgem var.”
“Yarı gölge var mı?”
“Yok hocam.”
“Tekrar et.”
“Yarı gölge yok hocam.”
“Tamam. Bu durumda senin de tek bir gölgen olduğunu kanıtlamış olduk. Deney bitmiştir. Sonuçlar beklendiği gibi gerçekleşti. Kayda değer bir tuhaflık ya da sapmaya rastlanılmadı. “
Laboratuvardan çıkarken gülüyordum. Fizik hocamın beni ciddiye almasına, iddiamı deneyle çürütmesine, salim kafayla düşününce bana bile saçma gelen bu iddiayı benim son ana kadar sürdürmüş olmama ve belki de en çok deneyin sonucuna.
“İki gölgen değil de sıfır gölgen olsaydı daha ilginç olurdu biliyor musun?”
“Neden hocam? Sıfır gölge nasıl olacak ki?”
“Düşünsene, arkandan ışık vuruyor ama önüne hiç gölge düşmüyor. Bu ne demek? Işık içinden geçiyor, hiçbir engelle karşılaşmamış gibi deliyor seni.”
“Yok olmak gibi bir şey, herhâlde. Değil mi hocam?”
“Öyle olmak zorunda değil. Var olup da ışığı geçirebiliyorsundur. Cam gibi mesela, ya da hava gibi. Belki de ışığa bile söz geçirebilecek kadar güçlü bir otoriten olduğu içindir ona boyun eğdirmen. Fotonlar senden çekindikleri için sana çarpmayıp, etrafından dolanıyor ve sonrasında tekrar hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar.”   
“Cam gibi insan. Fena fikir değil aslında hocam. İçi dışı bir! Baktığınız zaman saklayacak hiçbir şeyi olmadığı için her şeyini bir anda çözebileceğiniz birisi.”
“Ha ha, Ziya! Genç ve toy olduğun nasıl da anlaşılıyor laflarından. İnsansa saklamanın bir yolunu bulur merak etme. Sırlar da acılar gibidir, içinde tutmayı biliyorsan olgunlaştırır seni.”
Şanslıydım evet. Dili de kafası gibi çalışan, zeki ve sevecen bir Fizik hocasına sahip olduğum için, benimle alay etmeyen ve söylediklerimi ciddiye alan –bilimsel yöntemi öğretmek için tabii ki, yoksa başka bir açıklaması olamazdı bu deneyin- bir arkadaşım olduğu için. Hatta o kadar şanslıydım ki geleceğimi bile büyük oranda bu şans belirlemişti. Üniversitede dört yıl Fizik okuyup, bir de üzerine Bilim Tarihi konusunda yüksek lisans yapmamı ona borçluydum. O gün okuldan ayrılırken Fizik hocamın söylediği sözler uzun süre çınladı kafamın iç çeperlerinde. Laboratuvarda sınanıp çürütülen ikinci gölgem belli ki oyun oynamıştı benimle o gün. Duyduğu ve gördüğü her şeyi deney süzgecinden geçiren bir bilim insanının karşısında utanmış, sadece sevdiceğinin önünde çıplak kalabilen bir eş gibi çıkmamıştı ortalığa.
Oysa aynı günün akşamında evin sahanlığına varıp, kapının üstündeki sarı lambaya sırtımı döndüğümde, en ufak bir kuşkuya yer bırakmaksızın ikinci gölgemin varlığını görmüştüm. Birincisiyle, yani olması gereken yerde olanla doksan derecelik açı yapan bu alıngan karartı yaprak gibi titriyordu ayaklarımın dibinde. Hareket etsem kaçıp gidecek, mahallenin korkak kedisi Ödlek gibi çalıların içinde kaybolacaktı. Hiç kıpırdamadan baktım evin yakınlarındaki ıssızlığa. Ağustos böceklerinin vızıltısına karışan tek tük kuş cıvıltılarını ve çok uzaklarda görünen uzak bir semtin küskün lambalarını saymazsak ışık ve ses çölünün ortasında gibiydik. Evimin etrafında başka ev olmadığı ve yakınlarda başka bir ışık kaynağı olmadığına göre –sol tarafımda annemin zevk için soğan ve lahana yetiştirdiği minik bahçesi kapkara bir yalnızlık abidesi olarak korkutuyordu beni-, bu gördüğüm ikinci gölgem, yani kafamın içindeki ikinci ben olmalıydı. İleride edineceğim sevgililer dışında kimseye itiraf edemeyeceğim varlığıyla bana kendimi etrafımdakilerden farklı hissettirecek, kafamdaki bulutların sıklığıyla doğru orantılı olarak uzayıp kısalacak, mutlu olduğum zamanlarda yok olup kasvetli olduğum zamanlarda sadece asıl gölgemi değil, bedenimi bile yutacak derinlikte derin bir kuyuya dönüşecek olan ve benimle birlikte olgunlaşacak sırrımdı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder