Bu Blogda Ara

11 Mart 2008

Guti'de Ilk Gun

10 Şubat 2008 – Guti –

Saatin kaç olduğunu bilseydim yukarıya onu da yazacaktım ama şu anda gutide olduğum için saatimden, telefonumdan, bilgisayarımdan ve hatta dışarıda olduğum tüm zamanlarda takmayı adet edindiğim yüzüğümden uzaktayım. Saat 12’de yemek faslı bittikten sonra usulca çekildim kendi mekanıma. Biraz şekerleme yapayım dedim ama beceremedim. Şartlanmışım galiba, etraf ölü sessizliğine bürününce uyuyamıyorum rahatca. Motor sesleri, köpek ürümeleri gibi sesler ninni niteliğindeler artık benim için. Ya da ben ödlekliğime bahane uyduruyorum. Duvardaki küçük böcekler ile yatağın altındaki kocaman örümcek yerlerinden gıdım oynamadılarsa da zihnimi sürekli meşgul etmede bir hayli başarılı oldular. Huylanıyorum odanın sağında solunda bana dokunmalarını istemediğim varlıkların olmasından. Küçük ve zararsız olmalarını bilmem de fayda etmiyor. Böceklerin dışında yastıkla da sorun yaşıyorum. J’nin evden getirdiği yastık yüksek ve sert. Kafamı yastığın üzerine koyunca, giyotine kurban edilecek zavallı bir mahkûm gibi hissediyorum kendimi.

Uzun zaman sonra ilk defa kağıt-kalemle yazıyorum. Zor olacağını düşünüyordum ama çok da zorlanmıyorum aslında. Belki de ciddi konulara değinmediğim içindir yazarken duyduğum bu rahatlık. Kurmaca bir öykü ya da felsefi bir savunma yazsaydım bir hayli bocalardım sanırım. Yazacağım her cümleyi kafamda mükemmelleştirip yazmam gerekirdi. Ne de olsa copy-paste ya da cut-paste yapamıyorum burada. Cümlelerin yerlerini değiştirmem olanaksız. Ayrıca cümle aralarına yeni cümleler eklayabilme, yanlış yazdığım bir kelimeyi silme, düşük yazılan bir ifadeyi düzeltme olanağım da yok. Bütün bu yoksunluklara rağmen yazma işi şimdilik iyi gidiyor. Zevk almaya bile başladım kalemin kağıt üzerinde hareket ederken çıkardığı sesi dinlemekten. Bu noktaya kadar sadece bir kere hata yaptım. O da Ulaş’ın bana sıklıkla hatırlattığı ‘ihtimal’ ile ‘imkan’ kelimelerini birbirine karıştırmamın sonucu. Yeni Türkçe ile yazarsam, ‘olasılık’ ile ‘olanak’.

Biraz tuhaf hissediyorum gündelik hayatın artık olmazsa olmazları haline gelmiş araç gereçlerinden uzak kalınca. Hadi saati bir tarafa bırakalım. Ne de olsa tapınakta zamanı bölüp, dilimleyen tek şey uzaklardan gelen çan sesi. Çan sesiyle yemek yeniyor, çan sesiyle ayinler başlıyor, çan sesiyle yatağa gidilip, çan sesiyle uyanılıyor. Akşam ayininin vakti geldiğinde çanın sesi gelecek, dolayısıyla saate gereksinimim yok. Hem insanın böylesine yalnız olduğu bir yerde saat sadece zamanı yavaşlatmaya yarayacaktır. Saat gibi telefondan uzak kalmak da gocundurmuyor beni pek. Ne de olsa Tayland’dayım ve telefon numaramı bilen çok az kişi var. Onların da arama olasılıkları çok düşük. Ama bilgisayardan ve onun beni dünyaya bağlayan gücü olan internetten uzak kalmak biraz zor bir durum. Önümüzdeki dört gün boyunca internete erişimim olmayacak.

Hani matraklık olsun diye sorarız bazen: Ben ölünce elmek hesabıma ne olacak? İnsanın aklına gelmiyor değil. Örneğin benim hesabımın şifresini kimse bilmiyor. Şifre matematikle ilintili ve karmaşık görünümlü olduğu için J aklında tutamıyor. Bir yerlere yazmasına da ben izin vermiyorum. Bu durumda elmek hesabım benimle birlikte ölecek demektir. Düşünüyorum da, son beş yıldır aynı hesabı kullanıyorum. Yaptığım tüm yazışmalar, kurulan ve bozulan dostluklar, başlayan ama ilerlemeyen ilişkiler, herbiri umut dolu kelimelerle süslü iş başvuruları ve alınan ret yanıtları hep bu hesapta saklı. Şimdiye kadar kullanmakta olduğum hesabın sadece yüzde beşlik kısmını doldurabildiğime göre, bir aksilik çıkmazsa, aynı hesabı, gelen hiçbir kişisel iletiyi silmeksizin, ölene kadar kullanabileceğim demektir. Kısacası elmek hesabım benimle birlikte yaşayan, büyüyen, yaşlanan ve en sonunda da ölecek olan sevgili bir dost gibi. Ölmeden önce ünlü birisi olabilirsem, ailem, arkamdan gelip yaşamöykümü yazmak isteyecek olan hırslı yazarlara açık arttırmayla satacaktır şifremi. Satıştan gelecek parayı da bir vakfa falan bağışlayıp, ‘ölü adamın şifresiyle’ dünyaya ve dünyadakilere son katkımı yapmış olurum. Peki ya ünlü birisi olamazsam? İşte bu durumda hesabım da benimle birlikte ölecek, bedenimin geldiği yer olan doğaya geri dönmesi gibi, kişisel tarihimi barındıran milyarlarca bitlik bilgi de, internet denilen dev ağda serseri bir göktaşı haline gelecek. Büyük bir gezegenin çekim alanına gireceği günü bekleyecek sonsuza uzanan zaman tünelinde. Gelen iletileri kimse okuyup, yanıt yazmayacağına göre önce hesabım ‘de-activate’ edilecektir. Ardından da sessizlik ve hareketsizlik sürdüğü için kapatılacaktır. Bedenimin yeryüzünden ayrılmasından altı ay kadar sonrasında sanal olarak da silinmiş olacağım.

Belki de ben ölünceye kadar sanal alem ağlarını ölümün ötesine bile uzatır. Ölmüş birisini konuşturamazsınız ama beynine bağlayacağınız düşük akımlı elektrikle, beyin hücrelerini canlı tutmaya devam edebilirsiniz. Yani, bir şekilde posta kutusuna gelen bir iletiye yanıt yazmayı nöronlara öğretebilirsek, bedeni ölmüş ama beyni canlı tutulan bir dostumuzla irtibata geçebliriz. Dahl’ın bu konu üzerine yazılmış şu anda başlığını anımsayamadığım bir öyküsü vardı. Çılgın bir doktor ölüm döşeğindeki dostuna gider ve ona kendisi için hazırladığı tasarıyı anlatır. Ölüm döşeğindeki adam önce sadece beynini canlı tutarak devam edecek bir bilinçliliği kabul etmez ama çılgın doktor uzun süre uğraştıktan sonra dostunu ikna eder. Adam birkaç hafta sonra ölür. Doktor adamın beynine ve gözlerinden birine bağladığı elektrotlarla adamın bilincini canlı tutmaya devam eder. Hatta görebilen ve zayıf kas hareketleriyle tepki verebilen göz sayesinde ona gazete okutur, aynada kendisine baktırır. Ne gazetelerdeki dehşetengiz haberler ne de aynada gördüğü iğrenç beyni adamı yıldırır böylesi bir suni hayattan. Yalnız, birgün karısını karşısında sigara içerken ve evlilik hayatı boyunca yapmasına izin vermediği pek çok şeyiyaparken görünce kahrolur. Fakat daha önce deneyi sonlandırmak için bir sinyal seçmedikleri için karşısında zafer sarhoşluğuyla kendinden geçmişbir halde yeni serüvenlere yelken açmak için sabırsızlanan çılgın doktoradurumu nasıl anlatacağını bilememektedir. Sanırım öykü bu şekilde bitiyordu. Gerçek anlamda ölmek isteyen bir beyin ve onu her şeye rağmen canlı tutmaya çalışan bir doktor. Zavallı adam doktorun deneği olmaya devam ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder