Bu Blogda Ara

06 Ekim 2007

Birinci Bölüm - Kilitlerin Tarihi

Uyandım ama gözlerim halâ kapalı. Dişimin ağrısından doğru dürüst uyuyamadım. Yatmadan önce aldığım ağrıkesicilerin etkisi geçmiş olmalı ki zonklamalar dayanılmaz hale geldi. Ne zannediyordum? İki hap yutunca sonsuza kadar kurtulacak mıydım ağzımın içindeki kara delikten? Geçici çözümlerin acıyı geciktirmekten başka bir işe yaramadıklarını herkes gibi ben de biliyorum ama yine de kendimi onların yalancı dokunuşlarından alıkoyamıyorum. Çilingir değil de postacı olsaydım geçici çözümlerden medet umuyor olmam izah edilebilirdi. Paketin sahibi evde yoksa ertesi gün ya da ertesi hafta getirirsiniz, olur biter. Bir kapının kilidini geçici olarak tamir ederseniz, hırsızlara davetiye çıkarmış olursunuz. Sonunda da soluğu mahkemede alırsınız. Yargıç sizin geçici çözümünüzün geçici olmayan bir zarara yol açtığını söyler ve tüm sorumluluğu üzerinize yıkar. Teknik imkansızlıkları, inadına yağan yağmuru, çalışma ortamının uygunsuzluğunu, müşterinin sabırsızlığını göz önüne almaz. Bu yüzden bizim mesleğimiz ya hep ya hiç mantığıyla işler. Bir kapıda kilit ya vardır, yani sadece yetkili kişi tarafından doğru anahtarları kullanarak açılabilir ya da yoktur, yani herhangi birisi belki biraz zorlamayla belki de hiç zorlamadan kapıyı açabilir. Bu ikisinin arasının olmaması işimizi zorlaştırmaz, bilakis kolaylaştırır. Tek sorun geçici çözümlerin suiistimale açık olmasıdır.

Gözlerimi açtım. Odanın içerisinde sağda solda bırakılmış çilingir malzemeleri, sökülmüş kilitler, yüzlerce anahtarın asılı olduğu geniş bir tahta, masanın üzerinde açık bırakılmış bir çanta ve çantanın yanında bir kitapla yarım bardak su. Şaşıracak hiçbir şey yok. Tüm eşyalar bıraktığım yerde. Tuhaflık gölgelerde! Ağır ağır hareket eden, yatağın etrafını, duvarları ve tavanı, masanın gereğinden uzun bacaklarını, malzemelerin dağınık coğrafyasını esir almış gölgelerde var bir yanlışlık, belki bir hesap hatası, beklenmedik bir duruş. Sanki bir Nang oyununun ortasındayım ve varlığım da siyah bir gölgeden başka bir şey değil. Bir keser ya da pense gibi sapımı tutacak birilerini beklemem gerekiyor işe yaramam için. Gerçi buna inandığım zamanlar olmadı da değil. Babamın elimden tutup, beni mahallenin öteki ucundaki gölge oyununa ilk götürdüğü o yağmurlu günü unutmamın imkanı var mı? Yağmurun çoğalarak arttığı, yüzüme çarpan her damlanın hevesimden bir parça alıp götürdüğü, mahallenin dizboyu sulara gömüldüğü, insanların, köpeklerin ve bisikletlerin esir olduğu o akşam üzerinde yağmurdan ve bisiklerden bağımsız olarak var olan, ıslanmayan ve asla ıslanmayacak bir şeylerin varlığını keşfetmiştim. Önceleri hayranlık duyduğum bu gölgelere ilerki yaşlarda acıdım. Onların sopalara ve iplere bağlanmış halleri, biz özgür izleyicileri onlara karşı üstün kıldığı için mutluyduk. Bizi bağlayan ipler ve sopalar yoktu ya da vardı da biz farkında değildik. O gün çok eğlenmiştim gölgelerin danslarını, gülünç konuşmalarını dinlerken. Ama sonraları içimde duyduğum acıma hissi ağır gelmeye başladı. Karar vermiştim bir kukla olmamaya! Birileri tarafından idare edilmemeye ve kendi kendimin patronu olmaya. İş hayatına atıldığım ilk yıllarda bu ilke en büyük dayanağım olmuştu. Oysa zamanla kaybettim bu özgürlük düşüncesini. Bir kukla olmaktan kaçmanın bir anlamının olmadığını, eninde sonunda birilerinin sopalarına takılacağımı, eninde sonunda gösterinin bir parçası olacağımı anlamam uzun sürmedi. Önemli olan kukla olup olmamak değildi belki de. Bağlı olduğun sopalarla ve iplerle mutlu olup olamamandı. Değiştirmek için büyük hedeflere sarıldığım hayatımda, değişenleri izlemekten başka pek bir şey yapamayacağımı fark etmem de uzun sürmedi.

Doğrulup odaya daha derinden bakmak istiyorum. İnce yorganımın üzeri ay kırıkları ile dolmuş. Dışarıdan gelen köpek havlamaları ve ara sıra geçen motorsikletlerin çıkardığı sıradan gürültü otuzbeş yıllık evimin duvarlarında bildik yankılar oluşturuyor. Odanın içerisi dayanılmaz sıcak, yorganı yatağın kenarına itip pencereyi açıyorum. Ay beklediğimden de büyük. Sanki cama iple bağlanmış sarı bir uçan balon, orada öylece hareket etmeden duruyor. Belki de hareket ediyor da ben fark edemiyorum. Kendimin üzerinde durduğum dünyanın hareket ettiğini ne kadar farkedebiliyorum ki karşımda duran, binlerce kilometre uzaktaki devin yürüyüşünü farkedebileyim?

Ayın bu kadar yakın oluşu bana karımı hatırlattı. Şanslı bir erkektim. Sevdiğim kadın karım olmuştu. Otuzbeş yıl bu evde birlikte yaşadık ve bir sabah, tıpkı geldiği gibi sessizce çıktı gitti hayatımdan. Gideli neredeyse altı ay oldu ama sanki daha dün akşam ‘birazdan geleceğim’ sözüyle kapıdan çıkmış ve beni merakta bırakmıştı. Bazen bu otuzbeş yılın bir rüya olup olmadığını merak ediyorum. Birazdan uyanacağım ve yirmi yaşında, hayatıma kaldığım yerden devam edeceğim. Ona tekrar aşık olacağım, onu tekrar sevip koklayacağım. Her şey bir rüya olsaydı mutluluk da rüyanın bir parçası olacağı için rüyada mutlu olmanın yollarını arıyor olmamız gerekirdi. Oysa o rüya değildi, geçici bir heves hiç değildi. Hayatıma anlam katan, onu genişleten, tüm diğer sorunları küçültüp paspas altına sıkıştıran mutlak bir sarhoşluktu. Belki de onun yokluğuyla azdı dişimin oyuğu, onun yokluğuyla hareket etmeye başladı gölgeler, onun yokluğuyla sardı beni anılar... O varken sadece ‘aşk kırıkları’ doldururdu odamızı. Başka bir şeyin odaya girmesine izin vermezdik. Şimdi dışarıda ne varsa içeride de o.

Dışarıdan bir ambülans sesi geliyor. Kim hasta acaba bu saatte? Hem bu saatte yollarda araba mı var da siren çalmaya gereksinim duyuyor şoför? Yoksa siren çalmadığı zaman acele etmesi gerektiğini mi unutuyor? Belki de sirenin insanın kulak zarını zorlayan sesi şoföre önemli bir iş yaptığını, hayat kurtardığını hatırlatıyordur? Ben de hayat kurtarmıştım bir keresinde. Hem de tıpkı bir ambülans şoförü gibi zamana karşı yarışarak. Buraya yakın bir hastanede yoğun bakımda tutulan bir kanser hastasının bulunduğu odanın çelik kapısı nasıl olduysa kilitlenmiş ve kimsede anahtar bulunmadığı için ben çağrılmıştım. –Hastanede çalışan doktorlardan birisinin daha önce evinin kilidini tamir ettiğimi ve benim numaramı ondan aldıklarını işimi bitirdiğimde öğrenmiştim- Kapının kilidi bildiğimiz silindirli gömme kilitlerdendi. Kildin dili mekanizmayı es geçip, kasadaki zamaktan yapılmış oluğa takıldığı için maymuncuk ya da diğer keskin aletler işe yaramıyordu. Zamanım azdı. İçerideki hasta can çekişiyor hatta ölümle hayat arasında gidip geliyor olabilirdi. Biz çilingirler genelde işimizi sakin ortamlarda yapmayı severiz. Öyle ki çoğu zaman abuk subuk espriler yapar, evin ya da işyerinin sahibini güldürür, uzun süren çalışmanın stresini bu şekilde azaltmaya çalışırız. Oysa hastanedeki bu kapı elimi ayağımı birbirine karıştırmıştı. Sonuçta içerideki hastanın hayatı benim ellerimdeydi ve arkamdaki bir grup doktor ve hemşire sabırsızlıkla benim işimi bitirmemi bekliyorlardı. Sonunda işin tekniğini bir tarafa bıraktım. Önce ucu ince keskilerle kapı ile kasanın arasının levyenin girebileceği kadar açtım. Ardından da levyeyi kapı ile kasanın arasına sokup, aralığı genişlettim ve oluğa kaçan dili pense ile yavaş yavaş kapının kilidine doğru çektim. Dilin son parçası kilide girdiğinde kapı kendiliğinden açılmaya başladı. Arkamdaki grup o anda sevinç çığlıkları atarak odaya doluştular. Ben kapının ağzında bekleyip, hastayı kurtarıp kurtaramadıklarını merak ederken, bir yandan da alnımdan dökülen terleri siliyordum. Hastanın kurtulduğunu, işimi doğru yaparak bir hayat kurtardığımı bana kahve getiren genç hemşireden öğrendim. Biraz daha geç kalsaymışım –bu ifade bana halen hiç bitmeyen televizyon dizilerinden ya da ucuz sermayeli filmlerden alınmış gibi gelir- hastayı kaybedebilirlermiş! Keyifle içtim kahvemi, sanki daha fazlasını hak etmişim ve büyük insanlara yakışır bir iş yapmışım gibi. Bir doktor ya da bir öğretmen için bu doğru olabilirdi çünkü bu insanlar mesleklerini kendileri seçiyorlar ve mesleklerini severek, çoğu zaman özveriyle yapıyorlar. Peki ya çilingir? Bir çilingirin mesleğiyle övünmeye hakkı var mıdır?
Bir başka zaman da öğrenciliğin getirdiği parasızlıkla kiraladıkları pencereleri ve balkonu olmayan karanlık odalarında kilitli kalmış bir sevgili çifti kurtarmıştım. Bu genç çift içeride kilitli kaldıklarını fark ettikleri hâlde, bunu saatlerce hatta günlerce durmaksızın sevişmek için iyi bir bahane olarak gördüklerinden önce durumu önemsememişler. İlk akşam yorgun düşene kadar sessiz sessiz sevişmişler, karınları acıkınca da odada bulunan hazır yemekleri yeyip uyumuşlar. Sabahleyin uyanıp kendilerini kurtarmaya kimsenin gelmediğini fark ettiklerinde, yalnızlıklarını ve çaresizliklerini unutmak için tekrar sevişmişler. Kimi zaman yatağın üstünde, kimi zaman altında, kimi zaman da odanın sert zeminine serdikleri havlunun üzerinde, bazen üstüste, bazen yanyana, dakikalarca birbirlerinin nefeslerini derinlemesine hissederek, aşkla ve hırsla sevişmişler. Öyle ki birbirlerinin üzerlerine bal sürüp yapış yapış olana, aynalarda çoğalan görüntülerde ihtirasla hareket eden bedenlerini izleyip kendilerinden utanana, birbirlerine açık saçık sözler söyleyip yaptıklarının kelimelerle ifade edildiklerinde güzelliklerini korumadıklarını anlayana kadar akıllarına gelen her türlü fanteziyi deneyip, öğleden sonra tekrar uyumuşlar. Akşam üzeri çıplak bedenlerine yapışan karıncaları temizleyip, masadaki artık yemekleri hızlıca silip süpürdükten sonra tam tekrar sevişmeye başlayacakları sırada kızın aklına o ana kadar hiç düşünmediği bir soru gelmiş: Mutlu olmak için bir insanın gereksinim duyacağı iki şey gıda ve aşk ise ve kilitli kaldıkları odada her ikisine de kolaylıkla ulaşabiliyorlarsa dışarı çıkmak için neden arzu duyacaklardı? Buzdolabında ve lavabonun altındaki çekmecelerde kendilerine bir hafta yetecek kadar yiyecek vardı. Aşkları da daha önce hiç olmadığı kadar ateşli idi. Öyleyse devam etmeliydiler.

Ama işler hiç de düşündükleri gibi gelişmemiş. Ben onların hikayesini ücretimi almak için bir hafta sonra aynı odaya gittiğimde, o zaman odada yalnız başına yaşayan delikanlıdan duymuştum. Beni içeri almış, bankamatikten yeni çektiği bursundan ayırdığı taze banknotları elime tutuştururmuştu. Gözlerinde, “keşke bizi hiç kurtarmasaydın da bu odada, birbirimizin kollarında ölseydik” der gibi fersiz bir bakış vardı. Üçüncü günün sonunda, delikanlıya göre güneşi uzun süre görmediklerinden dolayı, kıza göre ise sevişirlerken oğlanın kendisine değil de sağda solda hareket bile etmeyen nesnelere bakmasından dolayı, ufak bir kavga etmişler. Kavganın en kötü tarafı doğal olarak odadan sert bir biçimde çıkıp, kapıyı arkadan çarpamamaktı. Öğlen olmadan yemek yüzünden ikinci, hem de çok daha şiddetli bir kavga patlak verdiğinde kız olduğu yerde tepinmeye, sinirinden kapıyı yumruklamaya, eline geçirdiği tabakları yere çarparak alt kattan yardım istemeye başlamış. İşte o günün akşam üzerinde ben kapının bozulan kilidini sökmüş, içeride üç gündür mahsur kalmış çifti özgürlüklerine kavuşturmuştum. O akşam üzerinden hatırladığım iki şey vardı: Birincisi kapı açılır açılmaz yüzüme çarpan yoğun ter kokusuydu. Diğeri de tek kelime etmeden kapıya doğru koşup, ardına bile bakmadan merdivenleri ikişer üçer inen genç kızın uzun dağınık saçları. Delikanlıdan bir hafta sonra öğrendiğime göre kız geçen bu süre boyunca ne aramış ne de okulda kendisini uzaktan gördüğünde yanına yaklaşmış.

Pencerenin önünde dikilip dışarıya, kentin gittikçe artan ışıklarına bakıyorum. Sabah olmadan uyanan bu insanları rahatsız eden şey ne olabilir? İçlerinde benim gibi dişi ağrıyan ya da karısını özleyen var mıdır? Peki ya diğerleri? Şu ışıkları kapalı olan, hırsızların ve katillerin korkulu tasarılarını umursamadan başka bir dünyadaymışçasına uyuyan diğerlerini kim bu derece rahatlatmıştır? Kapılarına taktıkları basit silindir gömme kilitler mi? Yoksa içeriden taktıkları sürgüler mi? Her çilingir bilir ki bizim mesleğimiz evrimini azılı soygunculara ve yeni yöntemler geliştirmekten asla vazgeçmeyen akıllı hırsızlara borçludur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder