Bu Blogda Ara

22 Eylül 2007

Hadi Ras'gele...

En iyisi hiçbirşey olmamış gibi yazmaya yeniden başlamak!

19 Eylül 2007

Tarihi üç gün önce atmıştım. Bugün 22 Eylül 2007. Güya üç gün önce son verecektim beklediğimden de uzun süren yazı orucuma. Ama olmadı! Nasip bugüneymiş deyip, kaldığım yerden, hiçbirşey olmamış gibi devam mı etmeliyim? Yoksa neredeyse dört ay süren suskunluğun altında yatan nedenleri bir bir ortaya koyup, kendi kendimi tedavi etme yoluna mı girmeliyim? Sanırım hastalığımın ya da daha doğru bir ifadeyle rahatsızlığımın doğru teşhisi tedaviyi kolaylaştıracaktır. Ama her şeyden önce rahatsız olduğumu kanıtlamam gerekmez mi? Sıkıntılı, kendimle küskün, zor bir dönem geçirdim. Bu bir çeşit kısır döngü olarak da görülebilir. Yazmadıkça karamsarlığa düştüm, karamsarlığa düştükçe yazıdan uzaklaştım. Kuyruğunu ısırmak isteyen köpek gibi günlerimi, gecelerimi heba ettim.

Oysa Kısır’ı yazdıktan sonra umut doluydum. Hatta aklıma o zaman düşen ikinci uzun öyküyü yazmaya başlamak için sabırsızlanıyordum. Tayland’a gittiğimizde notlar almış, hatta bir gece sabaha kadar yazacağım yeni öykünün heyecandan uyuyamamıştım. Vietnam’a geri geldiğimizde işler hiçte istediğim gibi gelişmedi. Önce yeni bir eve taşındık. Güya yeni evde geceleri ışığı açıp geç saatlere kadar çalışabileceğim bir odam olacak ve bu odada harikalar yaratacaktım. Bir odam yok denilemez ama var da denilemez. Kapısı olmayan, salonun bitişiğinde, balkona kapısı olan bir odam var. Dolayısıyla balkona çamaşır asmaya giden ya da salonda televizyon izleyen J için ben gereksiz işler peşinde koşan bir parazitim. Onun iki dünyası arasında –ev işleri ve ev eğlencesi- sıkışmış kalmış bir zavallı. Ona göre bilgisayar başında geçirdiğim her dakika ona karşı atılan bir gol hükmünde. Çünkü ben çalışırken kendisini aldatılmış, terk edilmiş hissediyor. Bu durumda doğal olarak kafamı verip ciddi bir şeyler yazmam olanaklı olmuyor. Tabii tüm suçu J’ye yıkıp, kendimi sütten çıkmış ak kaşık gibi tanıtmamın da bir anlamı yok. En büyük düşmanım her zamanki gibi internet ve televizyon. Bir aptal gibi vaktimi yeyip bitiriyorum bu iki gereksiz bilgi yumaklarıyla. İnternet bir çöplük gibi! Saatlerce okusam, en ciddi yazarların en önemli denemelerini, öykülerini indirsem, yine de kendimi bir şey okumuş gibi hissetmiyorum. Televizyon ise tam anlamıyla aptal kutusu. Öküzün trene baktığı gibi bakıyorum saatlerce. Beni hiç ilgilendirmeyen programlara, futbol ya da tenis maçlarına, TV dizilerine takılıyorum. Bazen karşısında sızıp kalıyorum, bazen de sızıp kalmamak için özel çaba sarfediyorum. Sonuçta kaybeden hep ben!

Bu saydığım üç etkeni de aslında halletmek benim elimde. İstediğim zaman TV’yi kapatır, internetin kablosunu çeker atar, J’yi ikna edebilirim. Ama bunların dışında, yazma hevesimi baltalayan daha önemli bir şey var. İyi ya da kötü Haziran ayında ilk öykü kitabım basıldı. Kimseden övgü dolu sözler beklemiyorum. Zaten övgüyü hak edecek öyküler olduklarını da düşünmüyorum yazdıklarımın. Eski bir tiyatrocu kişisel sayfasında dilimin zayıf olduğundan bahsetmiş. Böyle bir eleştiriye ne denir bilmiyorum. Doğru olduğundan kuşkum yok çünkü yedi yıldır yurtdışında yaşayıp Türkçeyi neredeyse hiç kullanmayan birisi olarak gündelik hayatın canlılığından ve pratikliğinden uzaklaşan dilimin, Türkiye’de yaşayıp, sürekli Türkçeye maruz kalan yazarların süslü cümleleriyle yarışamayacağının farkındayım. Bunu bir başkasından duymak kendime çeki düzen vermem için iyi bir uyarı oldu. Yalnız benim asıl canımı sıkan, yayınevinden de dahil olmak üzere, kitap hakkında başka hiçbirşey duymamış olmamam. Ne bir kitap dergisinde hakkında yazıldığını duydum ne de bir gazetenin kitap ekinde öykülerim hakkında yazılan bir eleştiriye rastladım. Gerçi Türkiye’de olmadığım için bu tür şeyleri takip etmem pek kolay değil ama sanırım dediğim türden bir yazı yayınlansaydı, yayınevinin editörü bana haber verirdi değil mi? Yoksa beklentilerim mi fazla?

Böylesine bir sessizlik en son beklediğim şeydi. Siz sessizken dağların da sessiz olmasında bir zarar görmezsiniz. Ama eğer bir gün dağlara bakıp, tüm gücünüzle bağırırsanız, karşıdan, o sağır yamaçlardan, tüm sağırlıklarına rağmen bir yanıt beklersiniz. Yankı geciktikçe sabrınız taşar. Sabrınız taştıkça da ikinci defa bağırma hevesinizi yitirirsiniz. Kim ne derse desin, her yazar okunmak için yazar. Kendim için yazıyorum diyen yazar ya başarısızlığına kulp bulmaya çalışıyordur ya da kendi üslupsuzluğuna –sonradan anlaşılabilir üslubunun devrimci olduğu- bahane uyduruyordur. Ben de tüm diğerleri gibi okunmak için yazdım. Okuyuculardan –varsa öyle birileri- tek bir yanıt almadım. Kimsenin öykülerim hakkında bir şey söylediğini ya da yazdığını duymadım. Sevgili U kitabın arkasına tanıtım yazısını yazmıştı. F kişisel sayfasında kitaptan bahsetmişti. Bir de M’den birkaç paragraflık esaslı bir eleştiri aldım. Bunun dışında da bir şey ne duydum ne okudum...

Ama yine de bu hevesimi kırmış olmayacak ki bu akşam oturdum ve bu sayfayı yazabildim. Usta bir yazar için bu yazdıklarımın bir önemi olmayabilir. Hatta bulundukları yerden, yazdıklarımı başarısız bir yazarın başarısızlığına bahaneler uydurduğu bir sayfalık tekerrür-ü acz olarak görebilirler, alay edebilirler. Ama benim için bu yazı dört aylık orucun bozulması anlamına geliyor. Bir çeşit yeni bir başlangıç. Yazıya olan inancımı tazelemem, kendime çeki düzen vermem için ilk basamak. Umarım bundan sonra da ufak tefek işlere takılıp, en önemli işimi, yani yazmayı ve yaratmayı ihmal etmem...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder