Bu Blogda Ara

06 Haziran 2007

UYKU

-1-

Ben böyle değildim. En azından beş yıl öncesine kadar sıradan bir işim, sıradan bir yaşantım, ufak da olsa bir arkadaş grubum vardı. Sabahları herkes gibi erkenden uyanır, banyomu yapar, dişlerimi fırçalar, traş olur, motoruma biner ve işyerime varırdım. Günlerim ve gecelerim birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılırlardı. Akşamları saat on olduğunda yatağa girer, sabahları da saat altıda kalkardım. Sekiz saatlik uyku benim için günün vazgeçilmez bir parçasını oluştururdu. Yirmidört saatlik günümü üç eşit parçaya bölmüştüm. Uykudan arta kalan üçte ikilik bölümün yarısını işte harcardım. Diğer yarısını ise basit bir tanımlamayla geçiştirilemeyecek kadar çeşitli avareliklerle geçirirdim. Uykunun fazlasına ya da eksiğine tahammül edemezdim. Günlük yaşamım o kadar sıradandı ki yol kenarındaki bir ağacın bile benden daha renkli, daha heyecan verici deneyimlere sahip olduğunu düşünürdüm kimi zaman. Yanlış anlaşılmak istemem! Hiçbir zaman şikayet etmedim durumumdan. Kendi hâlimde, kendime yeten, işyerindeki tanıdıklarından başka pek bir dostu olmayan birisiydim. İşim de bu sıradanlıklara uyum sağlayacak türden sıkıcı ve tekdüze idi. Darphanede, o koca makinaların bastığı paraların seri numaralarını kontrol etmekti işim. Sabah dokuzdan akşam beşe kadar önüme konan destelerdeki paraları sayar, seri numaralarının aritmetik sırayı takip edip etmediklerini kontrol eder, makineden pürüzlü çıkan paraları ayırıp öğütme makinesine gönderir, onların yerine aynı numarada paraların basılması için gerekli formları doldurur ve yetkililere teslim ederdim. İşim tam olarak bundan ibaretti. Charlie Chaplin’in sabahtan akşama kadar makine bandı üzerinde önüne gelen aletlerin civatalarını sıkan kahramanı gibi gülünçtü durumum. Tüm günüm birden yüze kadar saymakla geçerdi. Bitince baştan başlardım. Bazen değişiklik olsun diye yüzden bire doğru sayar, bazen de ortadan başlayıp, bir ileri bir geri giderek desteyi bitirirdim. Sonuçta zamana karşı ciddi bir yarışımız yoktu. Ekonominin rayında olduğu ve enflasyonun düşük rakamlarda tutulduğu yıllarda para basma işi ağır ağır yapılırdı. Kimsenin acelesi yoktu! Sonuçta dışarıdaki insanlara yetecek kadar para vardı piyasada. Bizim işimiz daha çok eskiyenleri yenileriyle değiştirmek, gittikçe zenginleşen ülkeyi yabancı para birimlerinin işgaline karşı korumak için bol bol Dong basmaktı. Hazine ülkeye giren Dolarları piyasadan çekip, karşılığında Dong basmaya karar verdiği zaman başımızı kaşıyamayacak kadar meşgûl oluyorduk. Bunun dışındaki zamanlarda darphanede hayat durgun bir suda rüzgârın etkisiyle ağır ağır ilerleyen ufak bir kayığın hareketine benzerdi. Pek az kişi birbiri ile konuşur, yere düşen bir kalemin çıkardığı gürültü o kattaki herkes tarafından duyulurdu.

Darphanede çalışan tüm diğerleri gibi ben de alışmıştım kendi dünyamı darphanenin dünyasından ayırmaya. Her gün ellerim milyarlarca Dong’a değdiği hâlde, bir kere bile bu paraların benim olabileceğini hayâl etmemiştim. Gerçi kolay değildi masanın üzerine yığılan onca parayı görüp de uçuk kaçık hayallere dalmamak. Ama benimkiler masum denilebilecek, herkesin düşünebileceği türden şeylerdendi. Mesela ufak bir uçak alıp dünyayı gezmek ya da Pasifik Okyanusunun ortasında bir ada alıp, üzerine kale inşa etmek gibi parası olanların bile yapmayacağı şeyleri düşler, bir türlü geçmek bilmeyen zamanı bu şekilde aldatmaya çalışırdım. Gündüz düşleri aynı zamanda sinirlerimin yatışmasına da yardımcı olurlardı. Öyle ki işyerinden çıkarken çantalarımızı, cüzdanlarımızı ve ceplerimizi didik arayan bekçiye bile kızmazdım aşırıya kaçıp, apış arama kadar ellerini götürdüğü zamanlarda. Sonuçta darphaneye girerken üzerimizde ne kadar para olduğunu bildirmemiz, girişte bekleyen görevlilerin defterlerine miktarı kaydettirmemiz gerekiyordu. İçeride yemek de dahil hiçbir şeye para harcamamız gerekmediği için evlerimize dağılırken de üzerimizde aynı miktarda para bulunması şarttı. İçerideyken kendi paramıza dokunmamız neredeyse yasak olduğu için darphanenin parasına aynı gözle bakamazdık. Zaten arkadaşlar arasında destelerle masalara konan milyarlar değerindeki banknotlara para demezdik. Kimileri ‘iş’ derdi, kimileri ‘mal’. Dolayısıyla kendi paralarımız ile darphanenin paraları ya da malları arasında ciddi bir ayırım, asla birbirine karışmayacak iki nehir gibi akan iki ayrı hayat vardı. Hayallerimi işyerinden çıkar çıkmaz unuturdum. Darphanede çalıştığım yedi yıl süresince bir kere bile rüyamda para görmemiştim. Bunda şaşılacak bir şey var mı bilemiyorum! Sistem dışardaki beni içeri sokmama izin vermiyordu. Dışarıdakinin de içeriye girmesine izin yoktu. İşyerinden çıkınca genelde akşam yemeğini yemek için bir yerlere takılırdım. Bazen arkadaşlarla yol kenarlarındaki ufak lokantalara takılır, saat dokuza kadar sanki zamanı başka şekilde öldürmek olanaklı değilmiş gibi yemek yer, bira içer, kağıt oynar, şarkı söyler ve seyrek olsa da yanımıza oturan konsomatrislerle gönül eğlendirirdik. Bu tip eğlencelerden o zaman da pek haz almazdım. O yüzden arkadaşların davetlerini genelde reddeder, motorumu kentin dışına, evlerin ve fabrikaların seyrekleştiği yerlere sürer, yol üzerindeki kirli bir lokantada karnımı doyurur, saat dokuz olmadan evime dönerdim. Çünkü hayatımın döngüsünü devam ettirebilmem için saat onda yatakta olmam gerekirdi. Bu kutsal kitapta yazılmış gibi ciddi bir kuraldı benim için. Mini etekli konsomatrislerin boşalan bardaklara şişedeki soğuk birayı boşalttıkları, masadaki herkesin zilzurna sarhoş olduğu akşamlarda bile ben saat dokuz olmadan mekânı terkeder, evime varır, banyomu yapıp dişlerimi fırçalar ve saat tam onda yatağa girerdim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder